ATATÜRK VE DİN - GİZLENEN GERÇEK

03 Ocak 2015 11:03 Orhan DÜNDAR
Okunma
11110
ATATÜRK VE DİN - GİZLENEN GERÇEK

 
YENİ MEDENİYET KURUCUSU ATATÜRK
Türkiye içte ve dışta Cumhuriyet tarihinin en zor döneminden geçiyor. Dünya hâkimiyetini sürdürmek isteyen Batılı küresel aktörler, amaçlarını gerçekleştirmek için ülkemizi asıl hedef olarak seçmişlerdir. Türkiye’yi istedikleri gibi kullanmak, parçalamak, yok etmek için dini, siyasi ve ekonomik abluka altına almışlar, her dediklerini yaptırır hâle getirmişlerdir. Gerçekleştirmek istedikleri “Büyük Ortadoğu Projesi” için bu coğrafyayı Türkiye merkezli yapılandırarak istedikleri gibi kullanmak amacıyla çeşitli politikalar, oyunlar ve cambazlıklar tezgâhlıyorlar. Kendi medeniyetlerinin en üstün ve tek medeniyet olduğunu söyleyerek emperyalist amaçlarını gizlemekte, “küreselleşme” adı altında dünyaya yeni bir düzen vermeye çalışmaktadırlar. Türkiye ise içe dönük kısır siyasetin içine saplanmış olup, buna karşı hiçbir politika üretmeden hızla uçuruma sürükleniyor. Bu yetmezmiş gibi, kurulacak olan “yeni dünya düzeni”ndeki yerini almak için “kaderine(!)” razı olmuş bir halde oyuna figüranlık yapıyor. Türkiye’nin varlığını, bağımsızlığını, bütünlüğünü koruması, güvenliğini sağlaması ve etkinliğini artırması için ortaya yeni politikalar ve stratejiler koymak gerekir. Fakat bunun için öncelikle Batının karşısında bir alternatif oluşturmak; yeni ve modern bir medeniyet teorisi yaratmak zorundadır. Aynı medeniyet teorisine dayanarak bütün insanlığı kucaklayacak, emperyalist kıskacı kıracak, onları yaşadıkları “kaos”tan kurtaracak olan yeni bir “dünya düzeni” stratejisi geliştirmek mecburiyetindedir. Batının öteki olarak gösterdiği medeniyet ve kültür dünyasının içinde hem coğrafi hem de tarihi birikim ve direnme gücüne sahip olan Türkiye; bunu yapacak olan gerçekçi dünya görüşünün ve zihniyetin mirasını içinde taşımaktadır. Bu miras 15. yüzyıldan itibaren tarihin karanlığına gömüldüğü için 16. yüzyıldan sonra medeniyet bilinci yitirilmiştir. Fakat kökleri hiçbir zaman kurutulamamış ve canlılığını korumaya devam etmiştir. Bu miras, Osmanlı İmparatorluğu çöktüğünde, Türk milleti ile birlikte ortaya çıkmış, Millî Mücadele’nin ruhunu oluşturarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu sağlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte 16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun bünyesinden atılan “dünya görüşü” yeniden ortaya çıkartılmış ve yeni devletin temellerine yerleştirilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti, Batı emperyalizmine ve yayılmasına karşı savaşarak yalnız bağımsızlığını kazanmamış, aynı zamanda onların karşısına yeni ve modern bir medeniyet ile çıkmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk yeni devleti yeni bir medeniyet ile taçlandırmıştır. Devletin kuruluş felsefesinin dayandığı “dünya görüşü” ile birlikte yeni medeniyetin de temellerini atmıştır. Bu, içinde maddi ve manevi bütünlüğü olan, akla, bilime ve insan gerçeğine dayanan yeni, modern ve evrensel bir medeniyet anlayışıdır. Medeniyetin dayanağı olan “dünya görüşü” ne Doğu’da ve Batı’da olan ama tarih boyunca onlara yön veren, şekillendiren kozmoloji (evrenbilimi)nin bir uzantısı olan akıl, bilim, mantık ile birlikte insan gerçeğine dayanan varlık anlayışı ve Allah inancı vardır. Atatürk’ün ortaya koyduğu yeni ve modern medeniyet anlayışının kökleri Batının Doğudan aldığı “öz” kaynaklara dayanıyordu. Bu gerçeği gören Atatürk “Asıl temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz.” diyerek bizzat kendisi araştırmaları ve çalışmaları başlatmıştır. Atatürk’ün medeniyet yolu, tarihi gerçekliği içinde akıl ve bilim temelinde araştırıldığında Türklere ve Müslümanlara kendi modernliklerinin kapısın ardına kadar açacaktır. Kazanacakları bilinç ile daha önce yarattıkları medeniyet gibi, bir kez daha yeni bir medeniyet yaratabileceklerdir. Atatürk’ün temellerini attığı yeni ve modern medeniyetin ortaya çıkartılması ile bütün insanlık yeni umuda ve yaşam kaynağına kavuşacaktır. Bu medeniyet ile insanlaştırılan bir dünyada yeni bir insan tipi, yeni bir evren anlayışı, yeni bir düşünce sistemi ve yeni bir dünya görüşü doğacaktır. O zaman bütün insanlığa hizmet edecek olan yeni ve gerçekçi bir dünya düzeni kurulacaktır.
 
YENİ DÜNYA GÖRÜŞÜ
Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni medeniyeti inşa edebilmesi için her şeyden önce yaygın olan dünya görüşünün değişmesi gerekir. Çünkü 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’ne hâkim olan ve onu yıkan dünya görüşü günümüzde de varlığını ve hâkimiyetini sürdürmektedir. Batı emperyalizmine ve sömürgeciliğine olanak sağlayan bu dünya görüşü kaderci, köleci, akılsız ve erdemsiz insan tipi yetiştirmektedir. Hristiyanlıktan alınan bu dünya görüşüne karşılık, Osmanlı da kendi dünya görüşünü Avrupa’ya kaptırmıştır. Ortaçağ’da Avrupalılar Türklerin dünya görüşü karşısında, Hristiyanlığın dünya görüşünün kendilerini nasıl kaderci ve içe dönük yaptığını çok iyi biliyorlardı. Bunu değiştirmeye çalışıyorlardı. Bu gerçeği İtalyan düşünür Machiavelli 1510 yılında şöyle dile getiriyordu:
“Hıristiyanlık kişileri pısırıklaştırıyor, alıklaştırıyor; yazgıcı, bir lokma bir hırkacı yapıyor, bu nedenle Osmanlılardan tokat üstüne tokat yiyoruz. Dinimiz, eylem adamlarından çok, kendilerini iç dünyalarına adamış, alçak gönüllü kişileri yüceltir, mutluluğu alçak gönüllülükte, sadelikte, insani şeylerin küçümsenmesinde görür.”
Bu iki dünya görüşünün yer değiştirmesi ile Osmanlı Devleti çökmüş, Avrupa devletleri de yükselmiştir. Osmanlı Devleti kozmopolit bir yapıya bürünürken gerçekte bu dünya değişimini de birlikte yaşıyordu. Osmanlı tarihçisi Ömer Lütfü Barkan, bu değişimin nasıl yapıldığını şöyle izah ediyor:
“Bizanslı Rumlar ve diğer Balkan milletleri sadece isim ve din değiştirerek tarih sahnesine yeni bir ırk, millet ve üzerine yeni görevler almış olarak çıktılar. İslami bir renk ve cila altında eski Bizans’ı ihya ve devam ettirdiler.” Bizans’ın ihyası, Yavuz ‘un Mısır’dan getirdiği iki bin Eşarici ile yeni bir boyut kazandı. Bizans-Arap kimliği devleti sardı. Osmanlı “dünyevi güç” niteliğini kaybetmeye başladı. 17. yüzyıla kadar Bizans ve Arap etkinliği son merhaleye ulaştı. Hristiyanlık ile Eşarilik; siyaset, mezhep ve tasavvuf yolu ile İslam’ın yerini aldı. Kendi dünya görüşlerini Osmanlı’nın bünyesine yerleştirerek Müslümanlara bu dünyadan el etek çektirirdiler. Aynen Bizans gibi içeriden çürütülen Osmanlı Devleti de yavaş yavaş yıkım sürecine girdi. Artık “dünyevi” hiçbir amacı olmayan, akıldan, bilimden, kimlikten yoksun kalan devlet kozmopolit yapı içinde parçalanmaya başladı. Güçlü bir halkın, tuhaf bir şekilde zayıf bir duruma düşme sebeplerini araştıran ve devşirmelerin rolünden bahseden Rus Doğu bilimcisi V. D. Smirnof, netice olarak şöyle bir tespitte bulunuyor:
“Kısaca adları Osmanlı olsa da onlar aslında Osmanlı değillerdi.”
Kendisi yok olan, sadece adı kalan Osmanlı Devleti Bizans’ın dünya görüşü içinde çöker. Ama Bizans’tan ve Araplardan aldığı mirası Türkiye Cumhuriyeti’ne bırakır. Bunun için Atatürk, Millî Mücadele’de yalnız anti emperyalist bir savaş yapmamış, bu mirastan kalan kaderci, öte dünyacı anlayışla da savaşmıştır. Türkleri 16. yüzyılda kaybettikleri dünya görüşüne yeniden kavuşturmuştur. Bu dünyadan kopartılarak öte dünyacı yapılan Türk milletini yeniden bu dünyaya döndürmüştür. Türk toplumunun yapısını bu dünyanın gerçekliğine göre tanzim etmiştir. Dünyevi yaşamın gereği olan türlü sosyal, hukuki ve ekonomik sorunları çözecek kanunlar ve kurallar koydurmuştur. Türklerin layık olduğu çağdaş medeniyet düzeyi üstündeki yerine yükselmesi için hedef göstermiştir. Bunun gerçekleşmesi ve sürekli kalması için Türkleri kendi aklına, benliğine ve kimliğine kavuşturmuş olan dünya görüşünün dayanağı olan akılcı İslam anlayışının yerleşmesi ve onunla birlikte bilimsel zihniyetin benimsenmesi için “öz” kaynağa dönmüştür.
 
ATATÜRK VE DİN
Türk inkılabında laiklik din ile devlet işlerinin ayrılması olarak kabul edilir, ancak bu yeterli değildir. Çünkü Türklerin dünya görüşünde ve Kur’an’da zaten dine dayanan bir devlet anlayışı yoktur. Burada esas mesele siyasallaşarak İslami kimliğe büründürülmüş olan Bizans ve Emevi kökenli “kaderci, öte dünyacı” din anlayışından kurtulmaktı. İslamiyet’le hiçbir ilgisi olmayan bu gelenekçi din anlayışı, yeni devletin can düşmanı olarak karşısında duruyordu. Atatürk Türk milletini geri bıraktıran ve kurduğu devleti yıkan bu “kaderci din”in yok edilmesini ve yerine gerçek İslam’ın konmasını istiyordu. Bunu şöyle açıklıyordu:
“Türk milleti daha dindar olmalıdır. Yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır, demek istiyorum. Dinimize, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Şuura muhalif, terakkiye engel hiçbir şey ihtiva etmiyor. Hâlbuki Türkiye’ye istiklalini veren bu Asya milleti içinde daha karışık, suni, batıl inanışlardan ibaret bir din daha vardır. Fakat cahiller, bu acizler sırası gelince aydınlanacaklardır. Eğer ışığa yaklaşmazlarsa kendilerini mahv ve mahkûm etmişler demektir. Onları kurtaracağız.”
Atatürk’ün inandığı İslamiyet’te akıl ve ilerleme karşıtı olan hiçbir şey yoktu. Müslümanlık; akıl, mantık, bilim ve bilgiye uyumluluk içinde olan, ‘doğal bir din’di. Bunun için akla, bilime ve gerçekçi dünya görüşüne dayalı akılcı İslam anlayışını temel almıştı. Onun yerine konan akıl ve bilim düşmanı olan “öte dünyacı, kaderci din”i birbirinden ayırmıştı. Atatürk’ün akılcı İslam anlayışının temsilcileri Ebu Hanife, Maturidî, Nesefî, Harezmî, Farabî, Ferganî, İbni Sina, Yusuf Has Hacib, Birunî, Uluğ Bey ve Ali Kuşçu gibi akıl ve bilim adamlarından oluşuyordu. Günümüzde İslam dünyasının bilim ve düşünce hayatındaki yeri konuşulduğunda sahip çıkılan Batı’nın değişimini, gelişimini ve modern medeniyetini sağlayan bütün bilimsel eserler bu ekolün üründür. Onlar Allah’ın insanlara doğru yolu göstermesi ve düşünmesi için aklı ve hür iradeyi verdiğini söyleyen; modern (tabiat) bilimi esas alan bilginlerdir. İşte Batının laikliği ile Türk laikliğinin arasındaki en temel fark da buradadır. Batı Türklerin bilim anlayışını alarak Katolik kilisesinin karşısında laik bir sistem oluşturmuştur. Atatürk ise Türklerin bilim anlayışı ile birlikte akılcı İslam anlayışını da temel alarak laik sistemi aşan köklü bir inkılap yapmıştır. Batı’daki laik dünya görüşü maddiyatı esas alır. Manevi hayatı dışlar. Oysa Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinde bu ayrım yoktur. Aksine bu maddi ve manevi bütünlüğü içeren, insana, akla ve bilime dayanan bir dünya görüşüdür. Bu gerçeklik Atatürk tarafından şu özdeyişle dile getirilmiştir: “Dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir, fendir; ilim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir.” Bu özdeyiş, tarih boyunca insanlığın aradığı dünya görüşünün içinde en arı, duru, gerçekçi ve insancıl olan anlayışın genel bir ifadesidir. Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni bu dünya görüşünü esas alarak kurmuştur. Türklerin rasyonel ve gerçekçi dünyevi sistemlerini yeniden hayata geçirerek Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkan; Bizans ve Emevi kökenli bütün kaderci, öte dünyacı, doğmacı, irrasyonel uhrevi sistemlerin karşısına dikmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını, birliğini, bağımsızlığını ve geleceğini bunun üzerine inşa etmiştir. Bununla birlikte yeni bir medeniyetin temellerini atmıştır. Atatürk’ün ortaya çıkartarak uygulamaya koyduğu rasyonel dünya görüşü aynı zamanda İslam medeniyetindeki akıl, bilim ve felsefenin de köklerini oluşturmuştur. Gerçekte Orta Asya kaynaklı olan dünyevî, modern bilimsel zihniyet buradan bütün Müslüman coğrafyasına, oradan da Avrupa’ya geçmiştir. Türk bilim adamları, Avrupalıların gerçek mürşitleri olarak onlara dünyevi bilimin ve gücün yolunu açmışlardır. Bir batılı yazar bu gerçeği şöyle ifade ediyor: “Batıda fikir alanında yer alan her değişmede İslam tarihinin derin tesirlerini görmek vasfını, gücünü ve zaferinin kaynağını meydana getiren tabiat ilimlerinde ve bizzat ilmî zihniyette görüldüğü kadar başka hiçbir şey de görülmedi.” İşte Atatürk’ün kurduğu devletin ve medeniyetin dayandığı dünya görüşünün özünü de bu “bilimsel zihniyet”  oluşturuyordu. Ama ne yazık ki bu zihniyetin varlığı, kökleri ve orijinalliği bugüne kadar anlaşılmamıştır. Hâlbuki Atatürk bu zihniyeti kendi tarihimizden ve kültürel temellerimizden tespit ederek almıştır. Bilimsel zihniyetin bütün toplum tarafından benimsenmesi için köklü adımlar atmıştır. Akılcı İslam ekolünden gelen temsilcilerin eser ve düşüncelerini yayma çabası, Türk inkılabının esasını oluşturmuştur. Çünkü onlar Batı’yı aydınlatan ve modern medeniyetlerini yaratan gerçek bilim adamlarıydılar.  
 
AVRUPA’YI AYDINLATAN AKILCI İSLAM
 Günümüzde Avrupa medeniyet ve biliminin artık Yunan medeniyetinin değil, İslam medeniyetinin bir devamı olduğu, ortaya çıkartılan yeni bilgilerle kanıtlanmış bulunuyor. Dünya bilimleri tarihinin sayılı profesörlerinden olan Fuat Sezgin bu gerçeği somut bilgililerle ortaya koyuyor. Sezgin, 1981’den beri kuruculuğunu yaptığı Frankfurt Goethe Üniversitesi Avrupa-İslam Bilimleri Tarihi Enstitüsünde çalışıyor. Altmış yıldır yaptığı bilimsel araştırmalarını on iki ciltlik dev bir eserde toplayan Sezgin, çalışmalarını Almanya’da sürdürüyor. Prof. Dr. Fuat Sezgin’in İslam’da Bilim ve Teknoloji adını taşıyan beş ciltlik eseri Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) ve Kültür ve turizm Bakanlığı tarafından 2007 yılında yayımlanmış bulunuyor. Birçok kitabı bulunan Sezgin, aslında İslamiyet’in akılcı ve bilimci ekolünün eserleriyle Avrupa medeniyetinin gerçek yaratıcıları olduğunu kanıtlamıştır. Sezgin, Osmanlı Devleti’nden akıl ve bilimin atıldığı 16. yüzyılı İslam medeniyetinin durakladığı çağ olarak görüyor. Bunun için şunları söylüyor:
“16. Yüzyılın sonlarında İslam bilim ve medeniyeti duraklama içine girmeseydi insanlık 20. asırda yakaladığı bilimsel seviyeye iki yüz yıl önce ulaşırdı. İnsanlık nükleer enerjiyle de iki yüz yıl önce tanışırdı. Ama atomun daha erken keşfi insanlık için iyi mi olurdu, kötü mü olurdu, bilemem.”
Fuat Sezgin Türk eğitiminin bilime karşı kayıtsız kaldığını, Avrupa’daki İslam bilimlerine ait kaynakların Türkiye’de hiç bilinmediğini belirtiyor. Bu da aklın ve bilimin bu coğrafyada nasıl yok edilerek üzerinin kapatıldığını ve Türk milletinin nasıl “bilimsel zihniyetten” yoksun bırakıldığını göstermeye yetiyor. Sezgin, bilimin yeniden Türkiye’de hayat bulmasıyla Batı dünyasına ulaşılacağını söylüyor ve tek amacını şöyle açıklıyor; “İslam topluluğuna bağlı insanlara, özellikle Türklere ister dindar, ister dinsiz olsunlar, İslam bilimlerinin gerçeğini tanıtmak, onları benlik duygularını hırpalayan yanlış yargılardan kurtarmak ve onlara ferdin yaratıcılığına olan inancı kazandırmaktır.” Sezgin, İslam uygarlığının, uygarlığın bayrağını taşıyacak ardılı kendisinin geliştirdiğini, bu ardılın başarısı önünde aşağılık ve yabancılık duygusuna kapılmadan ondan hızla öğrenmek ve ona ulaşmak zorunda olduğumuzu söylüyor. İşte, bunları yapmak da başta Türkler olmak üzere bütün Müslümanların asıl görevidir. İslam dünyası ancak bu şekilde Ortaçağ’ın karanlığından çıkıp, bu çağın yolunu bulur ve beş yüz yıl önce kaybettikleri akla ve bilime kavuşabilirler. Bu da ancak ve ancak Batı’ya giden “bilimsel zihniyet”in köklerini bularak tohumlarını bu coğrafyaya ekmekle gerçekleşecektir. Her şeye rağmen bu kökler hâlâ İslam medeniyetinin içinde canlılığını korumaktadır. Akılcı İslam ekolünün temsilcileri bu köklerin taşıyıcısıdırlar, ama yalnız değillerdir.
Bilimsel zihniyetin kökleri Orta Asya coğrafyasının kendi kozmolojisinin (evrenbilimi) bir yansıması olarak hâlâ varlığını ve canlılığını korumaktadır. İslam medeniyetinin içinde gösterilen akıl ve bilimin kaynağı gerçekte Tük kozmolojisinin bir eseridir. Türkler İslamiyet’e girdikten sonra kendi kozmolojilerinden doğan kültürlerini korumak ve girdikleri dine damgalarını vurmak için “akıl” yolunu seçmişlerdir. Bu da İslam dinini Arapların kabile dini olmaktan kurtararak evrensel din olmasını sağlamıştır. Böylece Türklerle birlikte ilk defa dünyevileşerek rasyonelleşen din, bilim, felsefe, siyaset, hukuk, sanat Orta Asya’dan bütün Müslüman coğrafyasına ve sonra da Avrupa’ya yayılmıştır. Gerçekte İslam medeniyetinin içinde ayrı bir Türk damarı vardır ve bu damar Avrupa Medeniyetinin içinde ta Hunlardan beri sürüp gelmektedir. Avrupalılar, Hunlardan, Avarlardan öğrendikleri süvarilik, okçuluk, ordu düzeni, ceket, pantolon ve pulluk gibi buluşlardan sonra, rasyonel düşünceyi ve modern bilimi de Türklerden öğrenmişlerdir. Ama Türk damarının İslam coğrafyasında yarattığı “modern”lik fazla devam etmemiştir. Çünkü Türklerin “akılcı İslam” anlayışı, 12. yüzyıldan itibaren siyaset, ırkçılık, mezhep, tasavvuf ve bağnazlık gibi nedenlerle ortadan kaldırılmıştır. Böylece bütün Müslümanlar Ortaçağın karanlığına mahkûm edilerek, gelecekleri, şerefleri, varlıkları ve dinleri ayaklar altına atılmıştır. Dünyaları cehenneme çevrilmiş, emperyalizme ve sömürüye kurban edilmişlerdir. Şimdi onların tarihe gömdükleri akıl ve bilim sahibi Müslümanlar eserleri ile birlikte canlanarak karşılarına dikilmiştir. Onlar ikinci dincilerin maskelerini düşürmek, gerçek yüzlerini ortaya çıkarmak ve Müslümanları yeniden hayata ve bu dünyaya döndürmek için geri dönmüşlerdir. Fuat Sezgin “kaderci, öte dünyacı” Müslümanların attığı bilimin kaynaklarını Avrupa’da bulmuş ve bütün ihtişamı ile ortaya çıkartmıştır. Bilimin yeniden bu coğrafyada hayat bulması için çalışmaktadır. Başta Türkler olmak üzere bütün Müslümanlara, aklın, bilimin ve teknolojinin kapılarını ardına kadar açmıştır. Onlara yeni bir dünya görüşü ve medeniyeti kurma olanağını sunmuştur. Artık yalnız gelecek nesillerin değil, bizim de özgürlüğümüz, şerefimiz, varlığımız, dinimiz ve vatanımız ancak kuracağımız “yeni medeniyet” ile kurtulacaktır. Bu da ancak “akılcı İslam”ın ve bu ekolün bilim temsilcilerini tanımak, eserlerini öğrenmek ve açtıkları yoldan gitmekle gerçekleşecektir. Akılcı İslam’ın ve yeni medeniyeti yaratacak zihniyetin anahtar ismi ise Türk din bilgini Maturidî’dir.
 
ATATÜRK VE MATÜRİDÎ
Atatürk, yaptığı inkılaplarla Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerine “akılcı İslam”ı yerleştirir. Tarihin karanlığına gömülmüş olan aklın, bilimin yükselttiği medeniyetin kökünü ortaya çıkartır. Türkiye’nin ilerlemesini, kalkınmasını, gelişmesini sağlayacak “bilimsel zihniyet”in tohumlarını atar. Türk milletini beş yüz yıldır Ortaçağın karanlığına mahkûm eden “kaderci din”i yıkarak, topluma yeni çağın, aydınlığın yolunu açar. Kaderci dinin tekrar canlanmaması, İslamiyet’i kirletmemesi ve Müslümanların imanını bozmaması için, dini bilimin ellerine teslim eder. Atatürk akılcı İslam’ın tahkiki imana dayanan eğitim sistemini uygulamaya koyar. Bunu şöyle açıklar:
“Bizim dinimiz en makul ve en tabii dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, bilime ve mantığa uyması lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur. Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir miyar (ölçüt) vardır. Bu miyar ile hangi şeyin bu dine muvafık olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey akla, mantığa menfaati ammeye muvafıktır; bizim dinimize de muvafıktır. Bir şey akıl ve mantığa, milletin menfaatine, İslam’ın menfaatine muvafıksa kimseye sormayın, o şey dinidir. Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın tetabuk ettiği bir din olmasaydı ekmel olmazdı, ahir din olmazdı.”
Atatürk bu düşüncesiyle akılcı İslam’ın din ve iman anlayışını dile getirmiştir. Bu gerçeği tespit eden ve bu coğrafyada uygulamaya koyan tek devlet adamı Atatürk olmuştur. O bu din anlayışının yine her alanda olduğu gibi bilimsel çalışmalarla ortaya çıkartılmasını ve öğretilmesini istiyor ve şöyle diyordu:
“Fakat nasıl ki, her hususta yüksek meslek ve ihtisas sahipleri yetiştirmek lazımsa, dinimizin felsefi gerçeğini tetkik, tetabuk bakımından ilmî ve fennî kudrete sahip olacak güzide ve hakiki ulema yetiştirecek yüksek müesseselere malik olmayız.”
Atatürk, Türk müslümanlığının yeniden silkinme hamlesini, akılcı İslam ekolünün temsilcisi Türk din bilgini Maturidî’nin metodu ile gerçekleştirecekti. Bu da Maturidî’nin toplum tarafından iyi bilinmesi öğretilmesi ve dini anlama metodunun kavranması ile mümkün olacaktı. Maturidî, her şey için anahtar isimdi. Onun akılcı metodu ile toplumun dünya görüşü değişecek, bilimsel zihniyet sahibi olacak ve yeni medeniyetin yaratılmasına başlanacaktı. Akılcı, ilimci deneyi ve gözlemi esas alan Maturidî metodu yalnız geçmişi değil, geleceği de aydınlatacak olan çağlar üstü bir anlayışa sahipti. Ebu Mansur el-Maturidî (asıl adı Muhammed b. Muhammed b. Mahmud), bugünkü Özbekistan Cumhuriyeti’nin Semerkant şehrinin Maturid mahallesinde doğmuştur. Maturidî, kendi bölgesindeki Hanefi ekolüne bağlı bilginlerden ders almıştır. Ebu Hanife’nin düşünce sistemini öğrenmiş, onun akılcı yorum metotlarının yardımıyla “akılcı İslam”ın inanç sistemini kurmuştur. Maturidî, Türk bilim muhitinin yetiştirdiği, kendi kültürü, kimliği ve aklı ile yoğurmuş olduğu gerçek bir bilim adamıdır. Kelam, Tefsir, Mezhepler Tarihi, Fıkıh Usulünde derin bilgi sahibidir. Türkler, Maturidî’nin sistemleştirdiği “akılcı İslam” anlayışına dayalı olarak “modern(dünyevi) bilimleri ve icatları” ortaya koymuşlar, bunları yine dünyevi yaşam için önce Müslümanların, sonra da bütün insanlığın hizmetine sunmuşladır.
Atatürk, Maturidî’nin dini anlama metoduna başlangıç olmak üzere, Elmalılı Hamdi Yazır’dan, onun anlayışına göre bir Kur’an tefsiri yapmasını istemiştir. Ne var ki, Hamdi Yazır, Maturidî ekolüne göre değil, tam aksine Eş’arî ekolüne göre bir tefsir yapmıştır. Bu da “kader”cilere yaramıştır. Fakat Atatürk’ün istediği akla ve bilime dayanan İslam anlayışını iyi bilen ve bu konuda çalışmalar yapan gerçek bilim adamları da vardı. Bu âlimler Cumhuriyet döneminde Maturidî hakkında bazı çalışmalar yaptılar. Bu konuda İsmail Hakkı İzmirli’nin araştırmalarından sonra Prof. Dr. Yusuf Ziya Yörükan’ın yayınları oldu. Prof. Dr. Muhammed Tawit Tanci ve Prof. Dr. Hüseyin Atay, Maturidî ekolünü yaymaya çalıştılar. Atay’ın şu satırları Atatürk’ün yerleştirmek istediği İslam anlayışının özünü ve amacını izah etmektedir:
“Kelamda Maturidî, insan iradesine önem vermiş, insanın gerçek anlamda işinde, düşüncesinde özgür olarak sorumlu olması kuralını öğretmiştir. Bilginin oluşması ve düşüncenin gelişmesi için Maturidî gibi büyük düşünce adamlarının fikirlerinden faydalanmak doğru yoldur... Kelam âlimleri arasında birinciler safında önder olan İmam Maturidî incelenmeye ve öğrenilmeye en yaraşır olan kelamcılardan biridir. İslam dünyası, onu ihmal etmesiyle kültürde, düşüncede ve bilimde üreticiliğini yitirmiş ve muhtelif düşünceleri yok sayıldığı için, İslam dünyasında fikrî donuklaşma başlamıştır. Bu düşünce tebliği taklide, ezbere, tekrara götürmüştür. Türkiye ve İslam dünyası bu taklidi, tekrarı, ezberi henüz aşamamıştır...”
 
ATATÜRK’ÜN ATTIĞI TEMELLER YIKILDI
 Fakat Atatürk’ün Türk Müslümanlığı hayali gerçekleşmedi. Kaderci ve öte dünyacı din anlayışı, İslam kimliği altında varlığını ve etkinliğini sürdürdü. Osmanlı Devleti gibi Türkiye Cumhuriyeti’ni de içerden çürütmeye ve karanlığa sürüklemeye devam etti. Çünkü Atatürk’ün ölümünden sonra onun gittiği yol terk edildi. Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü(1938-1950) Atatürk’ün temellerini attığı her şeyi köklerinden yıktı. Bunun başında yeni medeniyet gelir. İnönü, medenileşmek(!) Adına yaptırdığı “kültür devrimi”nin esası olan “hümanizm” düşüncesi(!) ile her şeyi ters yüz ettirdi. Hümanizm; eski Mısır dini hermesciliğin bilgin seviyesindeki felsefi söylemidir. İnsanı gerçeklerden ayırır köleleştirmekten başka hiçbir işe yaramaz. Kaderci dincilerin kaynağı olan mistisizm(tasavvuf) ise hermesciliğin avam(halk) seviyesindeki söylemidir. İnönü’nün medeniyet projesi sayesinde Türkiye Cumhuriyeti, eski Mısır dini olan Hermesciliğe teslim edildi. Kaderci dincilerin İslami(!) kimliği de tescillenerek varlığını sürdürdü. Böylece Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerine yerleştirdiği “bilimsel zihniyet” tamamen ortadan kaldırıldı. Hermesciliğin maddi ve manevi öğretileri ile kıskaca alınan Türkler, kendi aklına, kimliğine felsefesine, dünya görüşüne yabancı kılınmış oldu. Atatürk’ün ölümü ile sahipsiz kalan akıl, bilim ve “akılcı İslam”da ortadan kaldırıldı. Yeni medeniyetin temellerinden iz bile kalmadı. Böylece Cumhuriyet tarihinde büyük bir makas değiştirme olayı yaşandı. Atatürk’ün akıl ve bilimin üzerine oturttuğu Cumhuriyet’in temelleri köklerinden yıkıldı. Akıl ve bilimin yerine hümanist kültür, yani Hermes felsefesi “akılcı İslam”ın yerine de “kaderci, öte dünyacı din”, yani Bizans-Emevi dini yerleştirildi. Böylece Türkiye Cumhuriyeti “Bizans ve Araplılaştırılarak” Batı medeniyetine sokulmuş oldu. Türk toplumu kendi aklından, kimliğinden tarihinden, dininden, kültüründen kopartılarak sanal bir dünyada yaşar hale getirildi. Gerçekte ise kendilerini ve Türkiye’yi küresel güçlerin ve onların emperyalist amaçlarına uygun hale getirmekten başka bir şey yapmadılar. Bugün ise hizmet ettikleri küresel gücün, Türkiye’yi Yeni Osmanlıcılık ve ılımlı İslam projesi adı altında, resmen Bizans ve Araplılaştırmasını bekliyorlar. Bu “Bizans oyunu” nu bozmak için, emperyalizmden kurtulmak için, yeniden dirilip yükselmek için, Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerine yerleştirdiği dünya görüşünü ve modern medeniyet anlayışını ortaya çıkartıp uygulamaya geçmekten başka çare yoktur. O zaman kokuşmuş olan bu “Bizans sistemi” köklerinden yıkılacaktır. Aklına, kimliğine, benliğine kavuşan Türkler kendilerini ‘dünyevi güç” yapacak olan iç dinamiklerine yeniden kavuşacaklardır. Bununla kendilerinin ve insanlığın kurtuluşunu sağlayacaklardır.
 
KAYNAKLAR:
Orhan Dündar, Türkiye Cumhuriyetini Kuran Atatürk Aklı, Alp Yayınları, Ankara, 2006.
Orhan Dündar, Avrupa’nın Dünyevilik Oyunu(Laiklik, Sekülerlik ve Modernlik), Akasya Kitap, Ankara, 2007.
Orhan Dündar, Avrupa Türkleşirken, Kıyametin Türkleri, Alp Yayınevi, Ankara, 2006. Orhan Dündar, Medeniyetlerin Aşil Topuğu, Ankara, 2003.