TÜRK RUHU

18 Mayıs 2016 10:46 Orhan DÜNDAR
Okunma
6906
TÜRK RUHU

 


Roma kilisesi ile Bizans kilisesi Hunlardan beri bütün Türk kavimlerini Hristiyan yapmak için her türlü yolu denemişlerdir. Eğer Türkler Hristiyan yapılırsa, hem kiliseleri kurtulur hem bütün dünyaya hükümran olurlar hem de sonsuza kadar yaşarlardı.
Nitekim Bizans bunu denemiş; para, makam, toprak, gibi dünyevi şeyler ile Türk gücünü elde ederek kullanmıştır. Bu sayede Türk gücünü yalnız Roma kilisesine karşı değil, Türklere karşı da kullanarak ayakta kalmayı başarmıştır.
Roma kilisesi, Haçlı Seferleri’ni başlatırken kâmilen olmasa da kısmen Türkleri Hristiyanlaştırmayı amaçlıyordu. Türklerin Hristiyanlaştırılması, Roma kilisesine hem büyük bir itibar hem de sonsuz bir güç sağlayacaktı. Çünkü onlara göre Türkler, şeytanın yeryüzü temsilcileriydiler; onların Hristiyanlaşması demek, şeytanın yenilmesi demekti. O zaman kilise zafer kazanmış olacak ve yeryüzünde Tanrı’nın (kilise) devletini kuracaktı.
Ne var ki Haçlı Seferleri, Türkler tarafından hem dünyevi alanda hem de uhrevi alanda bozguna uğratılarak kiliseyi kökünden sarstı. Roma kilisesinin sağlamaya çalıştığı "öte dünyacı" birlik, paramparça oldu. IV. Haçlı Seferi sonunda nasıl Bizans ve Roma kiliseleri birbirlerinden ayrıldıysa, Batı Hristiyanlığı da kendi içinde parçalara ayrıldı. Bununla Batı Hristiyanlığını oluşturan Kimera toplulukları, kendi antisistemlerinin etrafında toplanmaya başladılar.
Bu ayrım, edebiyat alanında kendini göstererek gelişip yaygınlaştı. Roma kilisesinin Hristiyanlık adı ile birleştirmeye çalıştığı Kimeralar, kendi edebiyatları ile kendi kimliklerini buldular, güçlendiler.
Cluny Reformu ile doğan dinsel edebiyat, kilise karşıtı edebiyat türlerinin oluşmasına yol açtı. Haçlı Seferlerleri, dışarıda olduğu gibi içeride de bozguna uğramış oldu. Yine bu bozguna da aynı zihniyet kaynaklık etti. Zihniyetin dünyevi alandaki etkisi uhrevi alanda da sürdü.
Haçlı zihniyetini dünyevi ve uhrevi alanlarda bozguna uğratan gücün kaynağı tekti. Bu güç; kaynağını, "oğul İsa'nın ruhu"ndan değil, "Türk ruhu"ndan alıyordu. Türk ruhu Haçlıları nasıl Kudüs yolunda dünyevi yenilgiye uğratmışsa, Avrupa’da da uhrevi yenilgiye uğratmıştı. Bu yenilgi, tarih boyunca sürüp gidecekti.
Kilise de bunu çok iyi biliyordu. Bunun için Türkleri Hristiyanlaştırmak istiyorlardı. Çünkü Türkler "putperest ırk" olarak kaldıkça "şeytanın yeryüzü krallığı" sürüp gidecekti. Türkler, şeytan krallığının yeryüzündeki gerçek hükümranları olarak hep Tanrı (kilise) devletinin düşmanı kalacaklardı.
Hun Hükümdarı Attila, bu gerçekliği, Roma kilisesinin temelleri arasına yerleştirmişti.
Kilise; Hun Hükümdarı Attila, Roma kapılarına dayandığı zaman papaz Augustinus'un “Tanrı devleti" fantesizinin gerçekliğine iman etmişti. Çünkü Attila Tanrı tarafından gönderilmiş ilahî uyarıcıydı; o, "Tanrı’nın kırbacı”ydı.
"Attila’nın ünlü Katalaunum Seferi’nde yolu üzerinde teslim olmamakta sonuna kadar direnen Troyes şehrinin başpiskoposu bir hayalete bakarcasına çaresizlik ve dehşet içinde:
- Taçları deviren, memleketleri yakıp yıkan, kavimleri ezip geçen; sen kimsin? Dünyanın altını üstüne getirmek vazifesini sana kim verdi? Kimsin sen? diye bağırır.
Attila da Latince şu cevabı verir:
- Ego sum Attila, flagellum Dei! (Ben Attila'yım, Tanrı’nın kırbacı!)[1] 
 Troyes şehri Attila'nın önünde gök bir ekin tarlası gibi eğiliverecektir.
Başpiskoposun imanı, Attila'nın Tanrı'nın kırbacı olduğuna kesinlikle inanmasını emreder. Troyes şehri ile birlikte bütün Hristiyanların Attila'nın önünde eğilmesinin asıl sebebi de budur.
 
TANRI’NIN KAMÇISI
Bazı efsaneler, Attila’nın Tanrı tarafından gönderildiği konusunu işler. Bu Batı kaynaklı efsanelere göre Attila, "Tanrı’nın kamçısı”dır. Günahlara saplanan Hristiyanları cezalandırması için Allah tarafından gönderilmiştir. Gerçekte Hunlarda ve Attila’nın kendisinde de Tanrı tarafından gönderildiğine dair bir inanç vardır. Onlara göre Attila’nın elindeki kılıç, Tanrı tarafından gönderilen kutsal bir kılıçtır. Bu konuda Priskus bize bilgi verir. Priskus’un bir gün Roma Elçisi Constantiulus’tan işittiğine göre Attila, kendisine “reis” denmesine kızarmış. Çünkü onda Tanrı’nın dünya hâkimiyetini ona bağladığı inancı varmış. Roma Elçisi Priskus'a bir zamanlar İskit krallarının kutsal saydıkları ve orduyu denetlemekle görevli kişilere verilen “Ares” kılıcını Attila’nın elinde gördüğünü söyler. Uzun zaman nerede olduğu bilinmeyen bu kılıç, bir ineğin yardımıyla bulunmuştur. Jordanes de şunları söyler: “Bu kutsal kılıç, yaralı bir düveyi kan izleri üzerinden giderek arayan bir çoban tarafından bulunmuştur. Çoban, kılıcı bulunca koşarak Attila’ya götürmüştür.”[2]
Hristiyan kilisesinin haşmetli hükümdarı Papa Leo; Attila'nın önünde diz çöküp ağladığında, bu gerçeklik artık bütün Hristiyanlar tarafından da kabul edilmiş oluyordu. Bununla birlikte Augustinus'un, Hristiyanlık teolojisi de kilisenin resmi öğretisi olarak kabul ediliyordu. Ancak bundan sonra, Attila "Tanrı’nın kırbacı" değil, şeytanın hizmetçisi” olarak değişime uğramaya başlayacaktı.
Haçlı Seferleri başladığında, Attila ile birlikte bütün Türkler artık şeytan olarak görülüyordu. Haçlı Seferleri de "şeytan Türkler"e karşı yapılıyordu. Asıl amaç da Türkleri Hristiyanlaştırarak yeryüzündeki şeytan krallığını ortadan kaldırmaktı. O, zaman "İsa yeryüzüne inip krallığını kurmasa” bile kilise, krallığını çoktan kurmuş olacaktı. Çünkü kilise, Tanrı’nın güç yetiremediği şeytanı  yenmiş olacak, gücünü kanıtlayacaktı. İsa'ya gerek kalmadan kendi krallığını kuracaktı. Haçlı Seferlerini başlatan kilisenin asıl amacı da buydu: Evrensel kilise devleti...
Aslında II. Urbanus'u, Haçlı Seferleri'ne çağrıda bulunduğu Clermont'da (1095) halkın ihtidasından bahsetmediği için eleştirenler de vardır[3] fakat ima ile de olsa, Papa'nın hitabında, Türklerin Hristiyanlaştırılmasındaki başarısızlıktan bahsedilmektedir[4]. Clermont'taki hitapta hazır bulunduğunu iddia eden ve duyduklarını 1110'da kaleme alan Baudri of Dol ise Papa'nın; Türklerin Hristiyanlaştırılmasının mümkün olmadığını, zira bir zihin körlüğünün onları hâkimiyetine aldığını, ifade ettiğine değinmektedir[5].  Yine Clermont'taki hitabı 1122’de yazan başka bir Kronik Tarihçisi Robert the Monk ise Papa'nın; Türklerin, Tanrı'ya yabancılaşmış bir millet olduğundan bahsettiğini aktarmaktadır. Başka tarihçiler, sözü edilen "yabancılaşma" kelimesi yerine "Hristiyanlaşmamış" ve "pagan" kelimelerini yerleştirmektedir.
Hitapta bunların yer alması, Haçlı Seferleri’nin temel hedefinin Müslümanların Hristiyanlaştırılması olduğu anlamına gelmez. Fakat Papa'nın zihninde, en azından bu seferlerin sonunda, Müslümanların Hristiyanlığa geçmeleri, Greklerin de Latin Hristiyanlığını kabul etmeleri gibi bir ümit; hedef olmaktan çıkacaktı. Doğu Sorunu’nun hâlâ en şiddetli hâliyle varlığını devam ettirmesini, Türklerin silah ya da ikna yoluyla Hristiyanlaştırılmamasına verenlerin sayısı hiç de az değildi[6].
İstanbul'dan Kudüs'e doğru yol alan Haçlı ordusunun tarihini kaleme alan anonim Gesta Franconum'da, “Şayet Hristiyan olsalardı Türkler, dünyanın en iyi ırkı olurlardı." tespitinde bulunulmaktadır[7]. Dorylaeum Muharebesi (Temmuz 1097) sırasında Türklerle karşılaşıp daha önce Papa'nın çizdiği putperest ve her türlü sefahati kendinde taşıyan insan tipolojisinin aksini gözlemleyen kronikler (o dönemin vaka tarihçiliğini yapan eserler), Türklerin Hristiyanlaştırılmasının hem Hristiyanlık için bir kazanç olacağını hem de Doğu Sorunu'nu çözeceğini vurgulamaya başlamışlardı. Özellikle Müslümanların yaşadığı Güney İtalya ve Sicilya'dan Haçlı Seferleri'ne katılan İtalyanlar, Müslüman Türklerin Hristiyanlaştırılmasının, bütün Orta Doğu'nun tekrar Hristiyanlaştırılması konusunda sağlayacağı kolaylığı sürekli vurguluyordu.
Haçlı Seferleri'ne katılan birçok kişi, Türkleri Greklere tercih etmekteydi. Odo of Deuil, II. Haçlı Seferi'nin başarısızlığından Bizans’ı sorumlu tutarak belalar okurken Türklere şöyle atıfta bulunmaktadır: "Adalia yakınındaki savaşın arkasından Türkler muharebe meydanına geri döndüler, yaralılara yardımda bulundular. Oysa Grekler kendilerinden daha güçlü olan Frankları kendilerine hizmete zorlamaktan başka bir şey yapmamışlardır."[8]
Haçlı Seferleri'nin ortaya çıkardığı en önemli gerçeklik de budur. Bütün "öte dünyacı" din anlayışları ile Türklerin "bu dünyacı" anlayışı, herkesin göreceği kadar açık bir şekilde ortaya çıkar. Hristiyanların "şövalye ruhu"na bağlamaya çalıştıkları bu "insani" özellik, "Türk ruhu"nun bir yansımasıydı. İleride göreceğimiz gibi şövalyeciliğin kökeninde de "Türk ruhu" yatıyordu. Kilisenin içine "İsa'nın ruhu"nu yerleştirerek "öte dünyacı" yaptığı şövalyelik, Haçlı Seferleri'nin dünyevi gücünü oluşturuyordu.
Ne var ki şövalyelik, taklit ettiği "bu dünyacı" Türklerin karşısında bozguna uğramaktan kurtulamadı. Her Haçlı Seferi'nden sonra da kilisenin ve Hristiyanların gözünden düştü. Ama kiliseye asıl bundan sonra daha yararlı olmaya başladı. Kilisenin, Cluny Reformu ile başlattığı "öte dünyacı" edebiyatın işlenmesinin; mucize, kehanet ve hurafelerin yaratılmasının ilhamı oldu. Şövalyelik, edebiyat alanında "kutsal görev”ini sürdürmeye devam etti.
Böylece kilise, dünyevi alanda değil ama uhrevi alanda doludizgin yol aldı. Şövalyeliği "İsa'nın ruhu" ile birleştirerek hem Haçlı askerlerini motive etmek hem de Hristiyanların desteğini almak için kehanetlere sığındı. Kilise, I. Haçlı Seferleri sırasında ortaya atılan "Kırık Mızrak"[9]  kehanetine sarılarak kendi edebiyatını başlattı.
Haçlı askerlerinin üzerinde büyük etki yapan bu söylenti, Antakya'daki Haçlıları kuşatan Türk komutan Kürboğa'nın yenilmesi üzerine ortaya atılmıştı (Haziran 1098). Antakya Kuşatması sırasında bir köylü, kutsal mızrağın St. Peter Katedrali'nde gömülü olduğunu St. Andrew'nun kendisine bildirdiğini söyledi. Bu da Haçlı askerlerinin kıyamet senaryosuna olan inançlarım besledi, kutsal görevlerine onları motive etti. Haçlı Seferleri’nin bozguna uğramasıyla da iyice "öte dünyacı" kimliğe bürünerek dinsel edebiyatla sürdü. Böylece dinsel edebiyat "Haçlı Seferleri" düşüncesinin canlı tutulmasını sağlayan en etkili araç oldu.
Aynı sırada kilise, bu "öte dünyacı" edebiyatın etkisiyle Cermen kavimlerini de hükmü altına almak istiyordu. Kilise, bütün batı Avrupa'yı Hristiyanlaştırmış ama Alanya’da "dünyevi" bir direnç ile karşılaşmıştı. Cermenler, "bu dünya"yı bırakıp "öte dünyacı" olmak istemiyorlardı. Bunun için Kilise Cluny Reformu ile birlikte Cermen topluluklarım etkilemek için dinsel edebiyata önem vermeye başlamıştı. Bu dönemde efsanelerin yerini saz şairlerinin söyledikleri destan biçiminde şövalye hikâyeleri almıştı.
Ama bu "destan modası" kilisenin yanı sıra şövalyelerin ve halk ozanlarının arasında da yayılmaya başlamıştı. Onların edebiyatı kilisenin "öte dünyacı"lığı dışında gelişerek çeşitlilik oluşturdu. XII. yüzyılın başlarında "öte dünyacı", dinsel içerikli eserlerin yanı sıra artık "bu dünya"ya yönelik eğlenceli, egzotik ve tarihî konulara önem veren "gezginci ozanlar edebiyatı" da yaygınlaşmıştı.
Bu edebiyat türünün en önemli ilk örneği, "Nibelungen" adlı kahramanlık destanıdır. Cermen halk ozanlarının çeşitli biçimlerde ele aldıkları bu destanın en önemli ve en yaygın şekline, Avusturyalı bir ozan tarafından XII. yüzyılda yazılan Nibelungen türküsünde rastlanır.
Bu destan, Hristiyan dininin "öte dünyacı" etkisini taşımaz. Aksine "bu dünyacı" bir toplumun destan anlayışının en gelişmiş türünün örneğini oluşturur. Böylece ortaya Cluny Reformu’nun doğurduğu edebiyatın zıddı olan yeni bir edebiyat türü çıkar. Haçlı Seferleri’ni dışarıda olduğu gibi içeride de bozguna uğratacak zihniyetin temellerini atar. Yani İsa'nın ruhuna karşı "Türk ruhu"nu canlandırır. "Türk ruhu", Cermen destanı "Nibelungen" ile Avrupa'yı sarar ve "bu dünyacı"lığı onlara miras bırakır.
Artık kilisenin "öte dünyacı" egemenliğine sömürüsüne, yok ediciliğine ve yarattığı kaosa karşı olan her Avrupalı "Türk ruhu"na sarılacaktır. Bunun için kendi geleneklerini, inançlarını dünya görüşlerini Hristiyanlığın "öte dünyacı"lığına değil; Türklerin "bu dünyacı"lığına göre yeniden düzenleyip biçimlendirecektir.
Nibelungen Destanı bunların temelini oluşturdu. Cermen destanlarında "bu dünyacı" aşk, aile, sadakat, arkadaşlık ve kahramanlık duygularının oluşmasını ve gelişmesini sağladı.
Daha önceki Cermen Tanrı ve kahramanları, "öte dünyacı" bir geleneğe bağlı olarak çeşitli efsaneler hâlinde yaşatılıyordu. Bunların en önemlisi Nibelungen Efsaneleri diye adlandırılan efsane topluluğuydu.
Bu destanlar içinde ışık kahramanı Siegfried'in, karanlıklar hâkimi Nibelungenleri mağlup ederek onların hazinelerini alması hikâye ediliyordu. Alman saz şairleri; kuvvetli bir ihtimale göre, Attila Hunlarının ananesine uyarak bu destan türkülerini coşturucu söyleyişler hâlinde terennüm ediyorlardı. Destanlar; kahraman Siegfried'le karısı Kriemhild'in yararlıkları, Siegfried'in öldürülüşü, karısının intikam alışı etrafında söyleniyordu. Esasen aşk, aile, sadakat, arkadaşlık ve kahramanlık duyguları Alman destanının karakteristiğini teşkil ediyordu. Vakaların bir kısmı Attila’nın sarayında geçiyor ve mühim bir çizgi hâlinde Hun destan geleneğiyle birleşiyordu.
Destanlar ikişer ikişer kafiyelenen mısralarla ve ritmik bir vezinle söyleniyordu. İşte, tanrılar, kahramanlar, cüceler ve türlü sevgi ve faziletler için söylenerek Cermen ruhunu aksettiren bu destanlar; Türk Dede Korkut Hikâyeleri gibi, daha XII. asırda ve halk şairlerinin söyleyişleri hâlinde yazıya geçirilmiş, böylelikle Cermen destanlarının ismi bilinen büyük bir Alman destan şairi tarafından yazılmasına lüzum ve ihtiyaç kalmamıştır.[10]
Nibelungen Destanı ile Cermen Tanrı ve kahramanları geçek kişilerle özdeşleştirilerek, "bu dünyalı" yapılarak "insan" kimliğine kavuşturulmuşlardır. Bu dönüşüm, Attila'nın sarayındaki gerçekçi Türk ruhunun yapısına uygun olarak tanzim edilmiştir. Nibelungen Destanı ile birlikte bütün Avrupa'ya yayılan gerçekçi Türk ruhu, birçok milletin edebiyatını da etkisi altına almıştır.
"O kadar ki Potanin ve Van Gennep gibi tarafsız Avrupalı âlimler, İslavların, Cermenlerin, Finlerin, Fransızların eski halk edebiyatlarındaki destan unsurlarının Türklerden alınmış olduğuna dikkati çekmişlerdir.[11] Bu tetkiklere göre, Orta Avrupa milletlerine ait destani halk edebiyatının temeli, eski Attila-Hun destanlarına dayanıyor.[12]
Avrupa milletlerinin edebiyatı iki zıt dünya görüşünün temelleri üzerine kurulur ve gelişir. “Bu dünyacı” Türk görüşü, kilisenin temellerindeki varlığını edebiyat alanında da sürdürür. Kilise, Türkleri Hristiyanlaştırıp "öte dünyacı" yapamaz ama Türk ruhu Avrupa edebiyatına yansıyarak Cluny Reformu’nun önünü keser. Buna göre; Türk ruhu İsa ruhunun, Attila Papa’nın, saray kilisenin, bu dünya öte dünyanın yerini alır. Destanlara geçirilen bu tablo, gerçek hayatı da belirleyen resmi oluşturur.
Türk ruhu; Hunlardan sonra Avarlar, Oğuzlar, Bulgarlar, Macarlar, Peçenekler, Uzlar ve Kumanlar ile Avrupa'daki hayatiyetini devam ettirmiş ve etkisini sürdürmüştür. Kilisenin "öte dünyacı"lığı karşısında Avrupalıların "bu dünyacı"lığını canlı tutmuştur. Avrupalıları bu dünyaya bağlayan her şey, Türk ruhunun yarattığı eserlerden alınmıştır.
Avrupalıları bu dünyaya bağlayan ruhu ve bilgileri nereden aldıklarını Fransız Tarihçi ve Coğrafyacı Fernand Grenard örnekleriyle birlikte ortaya koyuyor. Şu değerlendirmeyi yapıyor:
"O zamana kadar Avrupalıların meçhulü olan iç çamaşırı, at koşumları ve Türklerin atlarını eyerleme usulleri, askerliğe ve süvariliğe dair birçok husus birçok coğrafya ismi ve mefhumu... Yunan, Romalı, Got ve Cermenlerin meçhulü olan ve Türk atlısına emsalsiz bir üstünlük veren at donatımına ait birçok hususlar; Hunlardan iktibas edilmiştir. Batı Roma'nın son imparatoru olan Romulus'un adına Batı İmparatorluğu'nu idare eden babası Oreste, Attila'nın eski bir subayı idi ve askerî terbiyesini Türklerden almıştı. İtalya'ya hâkim olan meşhur Odoacre da Attila'nın nazırlarından birisinin oğluydu."[13]
Macar Türkolog Gyula Németh şöyle demektedir:
"476'da Batı Roma İmparatorluğu’na ve dolayısıyla ilk Çağ'a son veren Odovakac, Attila'nın yakın adamlarından Edekon'un oğludur. Orta Çağ Avrupa şövalyelik hayatının kurucusu da Attila'dır..."[14] 
Şövalyelik hayatının olduğu gibi Avrupa ordularının dünyevi sisteme ve bilgilere göre kurucuları da Türkler olmuştu. Avrupalılar dünyevi her şeyde olduğu gibi askerî alanda da Türkleri örnek almışlardı[15]. XI. yüzyıla gelindiğinde bütün Avrupa orduları Türk sistemine göre yapılanmış durumdaydı.
Batı'daki Roma İmparatorluğu’nun mirasını paylaşan Gotlar, Vandallar vb. Germen kavimleri; daha önceleri özellikle Hunlar karşısında askerî kuvvetlerini bozkır tipine uydurmak zorunda kalmışlardı. Bu hareket durmadı. Onlar da Doğu Avrupa'daki İran asıllı topluluklar (Alanlar vb.) ve Roma, Bizans İmparatorlukları gibi, Orta Çağ’ın ilk yarısında reformlarını sürdürmüşlerdi. Fakat ordularında okçu süvari birliklerin üstün duruma yükselmesi, VI. yüzyılda görüldü. VII. yüzyıldan itibaren hafif teçhizatlı, müstakil okçu süvari birlikleri teşkil eden Frankların askerî zaferleri (Poitiers'de Araplara ve o zaman hayli zayıflamış Avarlara karşı), bu derin reform hareketleri ile izah edilmektedir. Franklar, IX. yüzyıl ortalarında artık ordularını tamamıyla süvariliğe çevirmişlerdi (Dazlak Karol, Henrik, Otto Reformları). Böylece gelecek Alman orduları Turan taktiğinin özelliklerini benimsemiş oluyor, dolayısıyla bütün Batı Avrupa silahlı kuvvetleri XI. yüzyıla doğru bozkır Türk sistemine girmiş bulunuyordu[16].
İşte Nibelungen Destanı XII. yüzyılda yazıldığı sırada Avrupa'nın tek dünyevi gerçeği buydu. Kilisenin bütün Avrupa'yı öte dünyacı yapmak için Cluny Reformu’na sarıldığı sırada, "bu dün- ya"sını kurtarmak isteyenler de Türk sistemine sarılmışlardı. Bunların başında da Cermenler geliyordu. Cermen kralları, Katolik kilisesi ile giriştikleri savaşta İsa'nın ruhuna değil "Attila'nın ruhuna sığmıyorlardı ve onun gibi kiliseye diz çöktürmeye çalışıyorlardı. Şövalye kökenli "bu dünyacı" edebiyat türü de eski Cermen inançlarına bağlı olarak kralların kilise ile giriştikleri savaşlara eşlik ediyordu.
Ne var ki kiliseye karşı olan krallar gibi, kilisenin güdümünde olan krallar da İsa ruhçuluğu ile Türk sistemini alarak ordular kurmuşlardı. Bu orduları da Cluny Reformu ile öte dünyacı yaparak yok edici hayaletlere dönüştürmüşlerdi. Kilisenin emrine vererek Haçlı Seferleri’ne göndermiş, taklit ettikleri Türk sistemi ile karşı karşıya getirmişlerdi. Sonuçta üzerlerine sefer düzenledikleri Türklerin karşısında yenilerek kilisenin yine diz çözmesine sebep olmuşlardı.
Kilisenin; şövalyeleri de "öte dünyacı" yapması bir işe yaramamış, ne papalığı ne Hristiyanlığı ne de Kudüs’ü kurtarabilmişlerdi. İçeride ise Türk ruhunun yansıtıldığı Nibelungen Destanı’nın etkisiyle ikinci bir darbe daha almıştı. İsa'nın ruhu, Attila'nın ruhu karşısında yenilgiye uğramıştı. Mesih yeryüzüne inememiş ve krallığını kuramamıştı. Ama Türkler yeryüzünün hâkimi olarak kalmışlardı. Kilise “şeytan”ı yenememişti.
Türkler, VII. Gregorius'un "Tanrı devleti"nin kurulması için başlattığı Haçlı Seferleri'nin temel dayanağını köklerinden yıkmışlardı. Papaların ve onlarla birlikte kralların kurmak istedikleri "Tanrı devleti"nin boş bir hayal olduğunu herkese göstermişlerdi. Bu da Papa ile imparatorun ortaklaşa evrensel otoritelerine dayandırdıkları "öte dünyacı" antisistemin yıkılmasını sağlamıştı. Artık "öte dünyacı" birliktelik sona ermişti. Krallar, imparatorun olduğu gibi Papa'nın dünyevi otoritesinden de kurtulmaya çalışıyorlardı.
Böylece Hristiyan birliği ile kilisenin güdümü altında toplanmak istenen Kimera toplulukları da kendi özgürlüklerine kavuşuyorlardı. Her biri, dünyevi güçten yoksun kalan kilise için yıkıcı bir tehdit oluşturuyordu. Tek sapkınlar, Katharlar ya da Albililer değildi; yoksulluk, dünya mallarından el çekme ülküsü seçkin Hristiyanların arasında çekiciliğini hep koruyordu. Dünyadan tam bir kopuşu arayan "öte dünyacı" dinî topluluklar karşısında Cluny Reformu bile geri kalmıştı.
Her şeye rağmen kilise en büyük darbeyi "kıyamet senaryosu"nun dayanağı olan tarih teolojisinin uğradığı yıkım ile yedi. Bu dönemde o zamana kadar Katolik Hristiyan felsefesinin temel dayanağı olan Augustinuscu teoloji, değişime uğradı. Fioreli Gioachino'nun yazdığı yeni tarih teolojisi ile Hristiyan felsefesi yeni bir misyon yüklendi.
Fioreli Gioachino (1135-1202), Corazzo Benedikten Manastırı’nda başrahip olmuştu. 1192’de San Giovannidi Fiore'de yeni bir misyon kurmuştu. Mircea Eliade'nin verdiği bilgilere göre kısaca yaptıkları ve kurduğu yeni tarih teolojisi şöyleydi: Gioachino çağının en büyükleriyle ilişki içindeydi; üç papa ile görüşmeleri oldu (Hepsi de onu kehanetlerini yazmaya teşvik etti.) ve Aslan Yürekli Richard’la buluştu. (Ona başka kehanetlerin yanı sıra Deccal'in doğduğunu da haber verdi.) Gioachino'ya göre, evrensel tarihin çağlarına iki sayı -2 ve 3- hükmeder ve onların ayırt edici niteliklerini belirler[17].  İki Ahit, Tann tarafından seçilmiş iki halk (Yahudiler ve Grekler) ve Teslis'in üç kişiliği. Birinci döneme (Status terimini kullanır.) yani eski Ahit çağına Baba Tann hükmeder ve onun dininin ayırt edici niteliği yasanın mutlak otoritesinin uyandırdığı korkudur. Oğulun yön verdiği ikinci dönem, yeni Ahit ve Tanrı lütfuyla kutsanmış kilise çağıdır. Onun dininin özgül niteliği imandır.
Bu dönem, her biri yaklaşık 30’ar yıllık 42 kuşak boyunca sürecektir. (Matta'ya göre 1: 1-17 İbrahim ile İsa Mesih arasında 42 kuşak gelip geçmesi gibi.) Gioachino'nun hesaplarına göre, ikinci dönem 1260'ta, üçüncü çağın şafağı sökerken sona erecek ve Kutsal Ruh'un egemenliğindeki üçüncü çağda dinsel yaşam; aşkın, sevincin ve ruhsal özgürlüğün doluluğuyla tanışacaktır. Ama üçüncü Status kurulmadan önce, Deccal üç buçuk yıl hüküm sürecek ve müminler en son ve en korkunç sınavlardan geçecektir[18]. Çok aziz bir papa ve Viri Spirituales -iki din adamı grubu, vaizler ve mütefekkirler- saldırıya direnecektir. Birinci çağ evli adamların, ikinci çağ kilise büyüklerinin ege- menliğindeydi; üçüncü çağa ruhanî keşişler yön verecektir. İlk çağda öncelik çalışmaktaydı; İkincisinde bilim ve disipline geçti; üçüncü Status, en büyük ödülü tefekküre verecektir.
Dolayısıyla Hristiyan mükemmelliği önümüzde, tarihsel gelecekte durmaktadır. (Hiçbir Ortodoks teoloğun kabullenmeyeceği bir düşüncedir bu.) Gerçekten de söz konusu olan eskatoloji değil, tarihtir; diğer verilerin yanı sıra, üçüncü çağın da bir yozlaşmaya uğrayıp gerileme ve yıkımla noktalanacak olması, bunu kanıtlamaktadır. Çünkü bozulmayan tek mükemmellik hâli, son yargının ardından açığa çıkacaktır.
Bu rolün içinde özellikle papaların işlevi ve gücü azaltılmıştır. Rahipler ise yok olmayacak ama kilise yönetimi kesişlerin, Viri Spirituales'in eline geçecektir. Gioachino'ya göre, İsa'nın eseri üçüncü çağda Kutsal Ruh’un yönetiminde tamamlanacaktır.
Gioachino'nun; geleceğin kilisesinde ruhani yönün kurumlar karşısındaki üstünlüğüne verdiği önem, XIII. yüzyılda zaferi kazanmış güçlere açıkça karşıttı. Bu açıdan Gioachino'nun anlayışı çağının kilisesine yönelik köklü bir eleştiri oluşturuyordu. "Daha sonraları; XVI. yüzyıl sonu ve XVII. yüzyıl başına doğru ilk Cizvit kuşakları, Gioachinocu üçüncü Status anlayışının önemini keşfettiler. Nitekim onlar zamanlarının dramını, (Martin Luther'le özdeşleştirilen) kötülüğe karşı verilecek nihai kavganın yakınlaştığını hissediyorlardı[19].  Calaloriallı kâhinin düşüncelerinin bazı beklenmedik uzantılarına Ferdinand Lessing'de de rastlanır. Bu filozof; “İnsan Soyunun Eğitimi” adlı eserinde, üçüncü bir çağda tamamlanacak sürekli ve giderek gelişen vahiy tezini işler[20].  Lessing'in düşünceleri büyük yankı uyandırmıştı; Saint Simoncular aracılığıyla muhtemelen Auguste Comte'u ve onun üç sınıf öğretisini de etkilemişti. Fichte, Hegel, Schelling de farklı nedenlerle bile olsa, tarihi yenileyecek ve tamamlayacak eli kulağındaki bir üçüncü çağı dile getiren Gioachinocu düşünceden etkilenmişlerdi[21]
Başrahip Gioachino'nun Augustinus'un teolojisine karşı ortaya koyduğu yeni tarih teolojisi, özellikle Katolik kilisesine karşı olan Kimeralara kaynaklık eder. Orta Çağ’ın keşişleriyle şövalyelerinin yerini alan tarihçi, bilim adamı ve düşünürler; bu tarih teolojisinin takipçisi olurlar. Hepsinin tarihî bilgileri Orta Çağ’da yazılan şövalye destanlarına dayanır. Haçlı Seferleri’nden beslenen bu "öte dünyacı" destanlar, tarihî gerçekler olarak kabul görürler. Aslında çeşitli Kimera topluluklarının inançlarını yansıtan bu destanlardan, çeşitli tarih görüşleri doğar. Bunlardan da geçmişte olduğu gibi birbirlerinin karşıtı olan tarihler yaratılır ve yazılır.
Bu tarih yazımlarının temelini Augustinus'un ve Gioachino'nun tarih teolojileri (kehanetleri) oluşturur. Bilgilerini ise Haçlı Seferleri’nin şövalye destanları ve Hristiyan hurafelerinden alırlar. Böylece her Kimera topluluğunun kendi öte dünyacı inancına göre kurguladığı kehanetlere dayalı bir tarihi yazılmış olur. Avrupa'nın gerçek tarihi, bu Kimera tarihleri arasında kaybolur gider.
Bu tarih yazımları içinde hepsinin önünde eğildiği ve etkilendiği, Avrupa tarihinin olmazsa olmazı "bu dünyacı" Türk tarihine değinilmemiştir bile. Avrupa’yı şekillendiren Türk tarihi; bütün gerçekliğine, varlığına, etkinliğine rağmen "öte dünyacı"lığın binbir çeşit kehanete dayalı uyduruk hurafeleri arasında eritilmeye çalışılmıştır. Avrupa’nın bu dünyayı reddeden "öte dünyacı" teolojisi, Hristiyanlık ile beslenerek tarih boyunca sürmüştür. Bu dünyaya olan düşmanlıkları, Türkler ile özdeşleşmiş ve Türkleri ebedî düşmanları olarak görmüşlerdir. Türklerin "bu dünyacı" özelliklerini, şeytanlığın yeryüzündeki kanıtları olarak kabul etmişlerdir. Türklerin her şeyi, Hristiyan ideolojisine göre değerlendirilmiş ve Avrupa tarihine yazılmıştır. Bunun için; onların dünyevilikleri gibi, kendileri de lanetlenmiştir.
Ne var ki Türklerin gücü karşısında onlar da yavaş yavaş şeytanlaşmaya (dünyevileşme) başlamışlardır. Bunu yaparken de şeytana bile rahmet okutmuşlardır. Aslında Hristiyanlığın Türklerin karşısında hiçbir işe yaramadığını görünce şeytanın ancak kendi silahlarıyla yenilebileceğine karar vermişlerdir. Yani Türkleri "öte dünyacı" yapamamışlardı ama Avrupalılar, onlar gibi "bu dünyacı" olmak zorunda kalmışlardır.
Kısacası; İsa'nın ruhu yerine şeytan ruhunu tercih etmişlerdi. Aslında bu Augustinus’un felsefesi ile başlamış, Haçlı Seferleri ile ortaya çıkmıştı. Haçlı Seferleri’nin kökeninde hiç şüphesiz “şeytan ruhu" yatıyordu; bu "Haçlı ruhu" ile kanıtlanmıştı.
 


[1] Geza Radonyi, Attila, 2000, s. 363-370, Turan Yayıncılık.

[2] Nurettin Koç, İslamlıktan Önce Türk Dili Edebiyatı, 2002, s. 43, İnkılap Kitabevi.

[3] P. A. Throop, Criticism of the Crusade, Amsterdam, 1940, s. 123.

[4] Papa’nın hitabını 1101’de kaleme alan Fulcher of Chartres ve 1109’da yazıma geçiren Guibert of Nogent, bunun altını çizmektedirler.

[5] Allan Cutler, “The First Crusade and the Idea of Conversion”, Muslim World, LVIII (January 1968), no. 1, s. 59.

[6] Ş. Ali Düzgün, “İki Dünyanın Karşılaşması: Haçlı Seferleri Döneminde Müslüman ve Latin Batı Arasındaki İlişkiler”, Türkler Ansiklopedisi, 2001, C. 6, s. 671.

[7] Allan Cutler, agm., s. 63; D.C. Munro, "The Western Attitude Toward Islam During the Crusades", Speculum, VI (1931), s. 3345. Gesta Francorum'da geçen ifadenin benzerini “Chanson de Roland"da da görüyoruz: "Saracen (Müslüman/Türk) Hristiyan olsaydı ne muhteşem şövalye olurdu." Ayrıca bk. W.W. Comfort, "The Literary Rôle of the Saracens in the French Epic", Puplications of the Moden Language Association of America, LV (1940), s. 633.

[8] Ş. Ali Düzgün, agm., s. 673.

[9] Çarmıha gerili olduğuna inanılan İsa’nın göğsüne saplandığı söylenen mızrak. Bu mızraklama olayı, onun ölümüne yol açtığı ve üç gün sonra da haber verilen bir kehanetin gerçekleşmesine hizmet ettiği için Longinus’un mızrağı kutsal ilan edilmiştir. Ş. Ali Düzgün, agm., s. 679.

[10] Nihat Sami Banarlı, Resimli Türk edebiyatı Tarihi, 1971, s. 10, MEB Yayınları.

[11] bk. Prof. Dr. Fuad Köprülü, Türk Dili ve Edebiyatı Hakkında Araştırmalar, İstanbul, 1934, s. 23 ve Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1928, s. 75-76; Prof. Dr. Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, s. 12, İstanbul 1946.

[12] Banarlı, age., s. 11.

[13] Grandeur et Décadence de L'Asie, s. 113’ten aktaran Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, 1983, C. 1., s. 183, Ötüken Yayınları.

[14] Gyula Nemeth, Attila, s. 6’dan aktaran Yılmaz Öztuna, age., s. 189.

[15] Ayrıntılı bilgi için bk. İbrahim Kafesoğlu, age., s. 288-292.

[16] İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, 2000, s. 291, Ötüken Yayınevi.

[17] Marjor Reeves, The İnfluence of Propecy int the Later Middle Ages: A Study of Joachimism, 1993, s. 711.

[18] Yahudi ve Hristiyan kıyamet kitaplarının en iyi bilinen senaryosu söz konusudur.

[19] Reeves, age., s. 274 vd.

[20]Gerçi Lessing bu üçüncü çağı, eğitim sayesinde kazanılacak zafer diye algılıyordu. Ama bu ona göre yine de Hristiyan vahyinin tamamlanışıydı.

[21] Mircea Eliade, Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi, 2003, C. 3, s. 128-131, Kabalcı Yayınları.