BAŞKANLIK SİSTEMİ, ATATÜRK VE ALPARSLAN TÜRKEŞ

07 Nisan 2016 12:44 Prof. Dr.E. Semih YALÇIN
Okunma
21324
BAŞKANLIK SİSTEMİ, ATATÜRK VE ALPARSLAN TÜRKEŞ


 
ALPARSLAN TÜRKEŞ VE BAŞKANLIK SİSTEMİ
AKP, 2002 ve 2007 Seçim Bildirgelerinde “parlamenter sistem”in devamından yana olduğunu ilan ederken sonradan başkanlık sistemini tartışmaya açmıştır. Yeni Anayasa’nın yazımıyla ilgili ilk çalışmalar sırasında da öne çıkan en önemli konuların başında rejim tartışmaları gelmiştir. AKP sözcüleri tarafından başkanlık sisteminin Türkiye’nin sorunlarına çözüm getireceğine dair iddialar ortaya atılmış, kamuoyu rejim değişikliğine alıştırılmaya çalışılmıştır. Rejim değişikliğini savunanlar, daha önceki dönemlerde de aynı tartışmaların yaşanmasını ve Alparslan Türkeş başta olmak üzere bazı siyasi liderlerin başkanlık modelini savunmasını gerekçe göstererek Türkiye’nin ancak başkanlık modeliyle rahatlayacağı iddiasını ileri sürmüşlerdir.
AKP sözcülerinin ve bilhassa Erdoğan’ın başbakanken söylediklerinden, iktidar partisinin ve liderinin konjonktür rüzgârının sarhoşluğuna düşerek tek adamlık hevesine kapıldığı anlaşılmaktadır. Burada amaç üzüm yemek değil, bağcıyı dövmektir. Hatta bağcıyı kovup bağı rejimin ve üniter yapının düşmanlarına taksim etmektir.
Siyasi liderler arasında Alparslan Türkeş, Turgut Özal ve Süleyman Demirel’in de vaktiyle başkanlık modeli üzerinde durdukları doğrudur. Lakin bu liderlerin başkanlık sistemini istediği yıllar, Türkiye’nin koalisyonlar yüzünden hükûmet krizleri yaşadığı, zaman zaman sistemin tıkandığı dönemlerdir.
Bu dönemlerin siyasi iktidarları, mevcut tıkanıklıkları aşmak ve kendi erklerini güçlendirmek için hangi sistemin çıkarlarına uygun olduğunu araştırmışlar, başkanlık modelini tartışmaya açmışlardır. Ellerinde tuttukları siyasi erke hizmet edeceğini düşündükleri bu rejim tarzını halka benimsetmeye ve empoze etmeye çalışmışlar, ancak ortaya attıkları tezler, sathi söylemlerden ve öze inemeyen kısır tartışmalardan ibaret kalmıştır.
MHP’nin kurucu lideri Alparslan Türkeş’in başkanlık sistemini savunması meselesi ise diğerlerinden ayrı değerlendirilmelidir.
Tayyip Erdoğan, halkın aklını karıştırmak, kamuoyuna ve kitlelere hedeflerini benimsetmek için her yolu denemekte, Makyavelizmin her türlüsünü sergilemekten kaçınmamaktadır. Erdoğan’ın zaman zaman başvurduğu yollardan biri de Milliyetçi-Ülkücü Hareketin değerlerini istismar etmektir. Erdoğan, ne vakit başı sıkışsa ne vakit dara düşse, MHP’nin ve Ülkücü Hareketin birikimini istismar etmektedir. Ancak Erdoğan’ın 2014 yılında henüz başbakanken başkanlık sistemi konusunda temel aldığı argüman, öncekilere rahmet okutmuştur. Tayyip Erdoğan; başbakanlığı döneminde yaptığı bir açıklamada, Alparslan Türkeş’in başkanlık sisteminden yana olduğunu ve bu hususun Dokuz Işık’ta belirtildiğini söyleyerek dikta heveskârlığına 9 Işık’ı vasıta kılmaya çalışmıştır. Onun bu gayreti, artık istismar ustalığını pişkince ve yüzü kızarmadan icra ettiğinin delilidir.
Tayyip Erdoğan’ın başkanlık sistemi için örnek verdiği merhum Alpaslan Türkeş’in kitabında yer alan anlayış,  Türk devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü, millî ve üniter devlet yapısını esas almaktadır. MHP’nin siyasi görüşü, Türkiye’nin Türklere ait ve bir Türk devleti olduğu gerçeğine dayanmaktadır.
Erdoğan’ın, başkanlık sistemini getirmek için inanmadığı 9 Işık doktrininden dayanak bulmaya çalışma garabeti, dikta ve padişahlık ihtirasları oldukça kabarmış ve tek adamlık hevesi dayanılmaz bir hâl aldığını göstermiştir. Bugün cumhurbaşkanlığı yetkilerini Anayasa ihlalleriyle aşarak fiilen başkan gibi davranmasına rağmen, nefsinin hâlâ tatmin olmadığı ve bunu anayasal statüye kavuşturmadan da teskin olmayacağı anlaşılmıştır.
9 Işık doktrininde başkanlık sistemiyle ilgili değerlendirmeler varsa da bu, gayrimillî kimliği, etnik ayrımcılığı ve kimliksizliği Türkiye’de yerleştirme gayretindeki Tayyip Erdoğan’a uygun bir gömlek değildir. Erdoğan’ın, kendisine 5 numara bol gelecek bu gömleği giyebilmesi için, millî bütünlüğü omuzlayan ve ulus devlet olgusunu realite olarak kabul edip sırtlayacak sağlam bir cüsseye sahip olması gereklidir. Ne yazık ki bu açıdan hem AKP lideri hem de onun yandaşları cılız ve sıskadır. Böyle hâllerde atalarımızın dediği gibi, bu terazinin bu sıkleti çekmesi mümkün değildir.
Erdoğan’ın; hareketimizin ve fikriyatımızın pusulası niteliğindeki bir eserde “tek başkan-tek Meclis sistemi”nin izah edildiği bölüme dar, kısır, maksatlı ve çapsız bir zihniyetle yaklaşması; Dokuz Işık’ı layıkıyla anlamadığına delil teşkil etmektedir. Başkanlık sistemi, Dokuz Işık’ta tarih ve töremiz bağlamında, millî ve üniter devlet çatısı altında savunulup tavsiye edilmiştir. Bu modelin Türkiye’de hayata geçirilebilmesi için onun şartlarının, ortamının, siyasi ve toplumsal iklimin oluşup olgunlaşması şarttır. Otoriter heveslerin, dikta özlemlerinin terk edilmesi, üstelik Türk milletinin birlik ve bütünlüğü konusundaki tüm kaygıların giderilmesi bir zorunluluktur. Türkiye’nin ulus devlet sürecini tamamlamaması için iç ve dış düşmanların el ele verdiği bir dönemde böyle bir sistemin uygulanması parçalanmaya vesile olacaktır. 
Başkanlık tartışmaları vesilesiyle bir gerçek ortaya çıkmıştır. Tayyip Erdoğan, başbakanlığı döneminde bir yandan başkanlık tartışmalarını ortaya atarken diğer yandan da Milliyetçi Hareket Partisiyle ilgili bilgi sahibi olmak için partimizin fikir babası merhum Alparslan Türkeş’in 9 Işık adlı kitabını okumuştur. Nitekim başkanlık modeli hakkında partimizin olumsuz tutumuna karşılık bu kitapta yazılanları arzularına dayanak göstermiştir. Lakin Erdoğan, Türk milliyetçilerinin temel fikir kaynaklarından biri olan bu eserin işine geldiği yerlerinden alıntı yapmıştır. 9 Işık’ı başkanlık sistemi için referans göstermesi, MHP’yi ziyadesiyle memnun etmiştir. Ancak Tayyip Erdoğan; 9 Işık’tan başkanlık hayallerine uyan kısmını almış, geri kalan onca değerli bilgiyi ise görmezden gelmiştir.
Âdemoğlunun birine sormuşlar, “Neden namaz kılmıyorsun?” diye… O da” A sultanım.” demiş, “Nisa suresinin 43. ayetinde “La takrabussalah…”(yani “Namaza yaklaşmayın…”), yazıyor. O zaman kardeşim, demişler. “Ayetin devamını da okusan olmaz mı? Devamında “Ve entum sukara.” yani içkili iken, diyor. Adam, “Canım ben o kadar da hafız değilim!” diye karşılık vermiş. Tayyip Erdoğan’ınki de bu darbımesele benzemektedir.   
9 Işık’ta milliyetçilik de tarif edilmektedir. Dokuz Işık'ın temel kaynaklarından birisi budur: Türklük şuuru, İslam imanı, İslam ahlak ve fazileti...”  
Bu kitapta, merhum Başbuğ Alparslan Türkeş şöyle demiştir:  
“Türk milleti olarak, bizim millî karakterimizin bir hususiyeti vardır. Biz Türkler ne başkalarına uşaklık etmeyi, ne de başkalarını uşak olarak kullanmayı kabul etmeyiz. İnsanlık haysiyetine saygı duymayan, Türk insanına karşı gönlünde sevgi taşımayan, Türk milletini, Türk halkını hor gören zihniyete karşıyız. Dokuz Işıkçılar olarak bizler, Türk halkını, Türk insanını Allah'ın mukaddes bir emaneti telakki etmekteyiz. İdareci ve aydınların milletimizin bütün fertlerine bu anlayış içinde hizmet etmeleri, hangi mevkide olurlarsa olsunlar, mevki farkı, zenginlik farkı gözetmeksizin herkesin hakkına, hukukuna riayetkâr olmaları, ancak gönüllerinin insan sevgisi ve insan haysiyetine sonsuz saygı ile dolu olmasına bağlıdır.”
Erdoğan’ın başkanlık sistemi için örnek verdiği bir kitabı yazan anlayış,  Türk devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü, millî ve üniter devlet yapısını esas almaktadır. MHP’nin siyasi görüşü, Türkiye’nin Türklere ait ve bir Türk devleti olduğu gerçeğine dayanmaktadır.
MHP olarak Erdoğan’ın 9 Işık’tan işine gelen yerleri kullanmakla yetinmeyip onun ruhuna vâkıf olmasını temenni ediyoruz.
Merhum Türkeş Bey, “milliyetçi toplumculuk” derken ve “6 sosyal dilim” tezini açıklarken partisini ileride “merkez sağ” olarak tanımlayabileceği bir yolun arayışı içindeydi. Onun için asıl amaç Türk milliyetçiliği eksenli bir “merkez sağ” oluşumunun gerçekleşmesiydi.
Olaylara tarihî şartları içinde bakıldığında Alpaslan Türkeş’in başkanlık sistemini savunmasının 1960’ların sonuna tekabül ettiği görülür. Dokuz Işık’ta yer alan başkanlık sistemi lehindeki açıklamanın temelinde “Senatonun kaldırılması” talebi ve “tek Meclis”li bir sistem istenilmiş olması yer alır. 1980’de Senato zaten kaldırılmış, Türkiye “tek Meclis”e dönmüştür. Merhum Türkeş de 1997’deki vefatına kadar bir defa olsun “başkanlık sistemi” dememiştir. Daha da önemlisi Demirel ve Özal’ın kendi iktidar dönemlerinde konjonktürel sebeplerle dile getirdikleri başkanlık sistemi lehindeki isteklerine karşı çıkmış, destek vermemiştir. A. Türkeş, siyasi hayatının sonuna kadar başkanlık sistemini ağzına almamış, bu tür çıkışlara iltifat etmemiştir.
Alpaslan Türkeş’in Dokuz Işık Doktrinini şekillendirdiği dönemde başkanlık sistemi lehine ifadeleri de konjonktürün sonucudur. Onun bu dönemdeki ilk fikirleri, Türkiye’de marjinal ve radikal fikirlerin çarpıştığı bir dönemde ve ideolojik fırtınaların estiği bir konjonktürde şekillenmiştir. 
Alparslan Türkeş’in sistemle ilgili ilk fikirleri, hem ideolojik ayrışma ve parçalanmaların siyasi bunalımları tetiklediği hem de Türkiye’de radikalizm fırtınalarının estiği bir konjonktürde ortaya çıkmıştır. Türkeş’in başkanlık modelini ortaya attığı 1960’lı yıllar ve o yılların kendine özgü şartları hayli geride kalmıştır. Alparslan Türkeş’in o dönemde başkanlık modelini savunmasının altında, 1961 Anayasa’sıyla millî hâkimiyetin parçalanarak siyasi ağa ve dayılara, anayasal kimlik kazandırılan bürokratik kurumlara taksim edilmesi yatmaktadır. Nitekim Dokuz Işık’ta “Senatonun kaldırılması” savunulmakta, “Tek Meclis” istenilmektedir. 1980’de Senato zaten kaldırılmış, Türkiye “tek Meclis”li parlamenter sisteme dönmüştür. Yani merhum Alparslan Türkeş’in maksadı hâsıl olmuştur.
Alparslan Türkeş’in bu husustaki fikirlerinin değişmesinde, o dönemde giderek büyüyen bölücülük tehlikesi karşısında demokratik parlamenter sistemin ve çoğulculuğun, birlik ve bütünlüğün devamı açısından elzem olduğunun ortaya çıkması etken olmuştur. Alparslan Türkeş, piyasa ekonomisinin ön plana çıktığı 1985 sonrasında partisini “merkez sağ” olarak tanımlamıştır. Bundan sonra Türkeş başkanlık sistemini ağzına almamış, fakat Dokuz Işık kitabının yeni baskılarında eski fikirleri yer almaya devam etmiştir.
Buna mukabil Alpaslan Türkeş’in 1977 yılı basımlı "Gönül Seferberliği" adlı kitabında "Milliyetçi Hareket Partisinin yolu hukukun üstünlüğünü esas alan, çok partili, demokratik, parlamenter, hürriyetçi nizamdır." denmektedir.
Bütün bunlar göstermektedir ki Türkiye’de siyasi rejim tam oturmadığı için, siyasi liderler konjonktüre göre sistem tartışması yapmışlardır. Bu tartışmaların bir türlü bitmemesinde demokrasiyi inkıtaa uğratan askerî darbelerin rolü büyüktür. Buna rağmen yıllar içinde Türk siyasetinin edindiği birikim, ideolojik parçalanmışlıkların aşılmasına katkıda bulunmuştur. Böylece Türkiye’de sağın ve solun parçalanmışlığı aşılmış, rejimin taşları yerine oturmuştur.
Diğer taraftan, telafisi mümkün bazı eksikleriyle birlikte çok partili parlamenter demokrasi, artık Türkiye’nin toplumsal yapısına ve siyasi geleneklerine en uygun sistem olarak yerleşmiştir. Demokratik parlamenter sistemin kendi dinamiklerine kavuşma süreci, askerî darbelerle gelen inkıtalara rağmen 2000’li yılların başına kadar devam etmiştir. Ancak AKP iktidarı bu süreci durdurmak üzere kurgulanmıştır.
Parlamenter demokrasinin yerleşmesinde, Osmanlı Devleti’nin 1877’de açılan ilk parlamentosundan itibaren Millî Mücadele Dönemi’nde kurulan Birinci TBMM’ye kadar uzanan yasama dönemlerinde kazanılan tecrübelerin büyük payı vardır. Yani çok partili parlamenter sistem, sadece Cumhuriyet’le birlikte ortaya atılmış değildir. Çok partili hayatın denemeleri Osmanlı parlamentosunda da yapılmış; milletimizin örf ve âdetlerine, inançlarına en uygun sistem olduğu görülmüştür.
Millî Mücadele’den sonra toplumsal birlikteliğin perçinlenmesi bakımından demokratik parlamenter sisteme geçişin elzem olduğu görülmüştür. Nitekim Cumhuriyet kurulduktan sonra Mustafa Kemal Atatürk de Kurtuluş Savaşı’nın olağanüstü şartlarının bir yansıması olan Meclis hükûmeti sisteminden, yasama yürütme ve yargı erklerinin birbirinden ayrıldığı demokratik parlamenter modele geçilmesi için çaba sarf etmiştir.
 
ATATÜRK BAŞKANLIK SİSTEMİNİ İSTEMİŞ MİYDİ?
Tayyip Erdoğan’ı başkan yapmak isteyen çevrelerde buna gerekçe ve karineler hazırlanırken “Atatürk de Erdoğan da aynı düşünüyor.” tezi ortaya atılmıştır. Buna bağlı olarak Atatürk’ün başkanlık sistemine karşı olmadığı fakat kişisel diktatörlükten korkan yakınlarına bunu telkin etmediği yolunda iddialar gündeme getirilmiştir. Daha da ileri gidilerek Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulduğu yıllarla “yeni Türkiye”nin inşa edildiği öne sürülen AKP dönemi arasında büyük bir benzerlik söz konusu olduğu iddia edilmiştir. Buradan yola çıkılarak o zaman Atatürk'e yakıştırılmaya çalışılan “diktatör” yaftasının bugün Tayyip Erdoğan'a yakıştırılmaya çalışıldığı ileri sürülmüş, böylece Erdoğan temize çıkarılmaya çalışılmıştır. Oysa asıl yeni Türkiye, Cumhuriyet’in kurulmasıyla başlamış, bu tabiri de ilk olarak Mustafa Kemal Atatürk kullanmıştır.
Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, "Atatürk dönemi bana göre fiilen başkanlık dönemidir. Atatürk hayattayken bu ülkede başbakanlık yapanların isimlerini hatırlayan var mı? Kimler? İnönü hariç.” demiştir. Tarih bilgisinden yoksun olan Bozdağ, Erdoğan uğruna meseleyi saptırmakta beis görmemiştir. Cumhurbaşkanı seçildikten sonra Atatürk’ün üç başbakanı vardır: Ali Fethi Okyar, İsmet İnönü ve Celal Bayar. Bugün bunlardan ismi hatırlanmayan var mıdır? Bu üç isim de yakın tarihimizin en önemli simaları arasındadır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün diktatör mü yoksa demokrat bir lider mi olup olmadığını anlamak için öncelikle Birinci TBMM yıllarındaki tutumuna bakmak icap eder. Birinci TBMM Dönemi, olağanüstü şartları haizdir. Millî Mücadele yıllarında Birinci Meclis’te uygulanan Meclis hükûmeti sistemi bir ilktir. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi,  “kurucu” nitelikte bir meclistir ve başkanı da bu hususiyetine uygun yetkilerle donatılmıştır.  O bakımdan, kendi içinde değerlendirmeye gerektirir.
Kurtuluş Savaşı yıllarına denk gelen Birinci TBMM Dönemi’nde bile olağan dışı şartlara ve Meclis hükûmeti sisteminin uygulanmasına rağmen parlamentoda güçlü bir muhalefet yer almış, hem Mustafa Kemal Paşa’yı hem de Meclis hükûmetini de denetlemiştir. Muhalif İkinci Grubun girişimleriyle hem Meclis Başkanı hem başkumandan hem de hükûmetin doğal başkanı olan Mustafa Kemal Paşa’nın olağanüstü yetkileri kısıtlanmıştır. Birinci Meclis; İcra Vekilleri Heyeti Başkanının yani Başbakanın sembolik konumda, Meclis Başkanının gölgesinde kalmaması için savaş şartlarında bile fiilen başkanlık sistemi uygulanmasına izin vermemiştir. 
Birinci Büyük Millet Meclisinde iki ana siyasi grup teşekkül etmiştir. Bunlardan biri dönemin şartlarında bunlara parti denilmese de bu iki grup, iki siyasi parti gibi mücadele vermiştir. Bunlar, Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğindeki Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubuyla parlamenter muhalefet konumundaki İkinci Gruptur. İkinci Grup; eski İttihatçılar, Batıcılar, halifelik taraftarları ve şahsi sebeplerle Mustafa Kemal Paşa’ya karşı çıkanlardan oluşmuştur. Muhalif grubun açıklanan amacı, otokrasiyi önlemek, kişisel yönetime karşılık hukuk hâkimiyetini getirmek ve Mecliste herhangi bir grubun değil, bütününün iktidar olmasını sağlamaktır. İkinci Gruptakiler; vatana ihanet edenlerin yargılanması için kurulan İstiklal Mahkemelerinin iptal edilmesini, seçim kanunlarının liberalleştirilmesini, Meclis Başkanıyla vekillerin herhangi bir gruba bağlı olmalarını önleyen hükümler getirilmesini istemişlerdir.
İkinci Grup, 8 Temmuz 1922’de Birinci Büyük Millet Meclisinde ekseriyeti sağladığı bir sırada, Mustafa Kemal Paşa’nın Vekiller Heyetine yani Bakanlar Kuruluna aday gösterme ve Meclisin onayına sunma hakkını ortadan kaldıran bir kanunun kabulünü sağlamıştır. Hâlbuki Büyük Millet Meclisi Başkanına bu hakkı veren Kanun, Millî Mücadele’ye zarar verici faaliyetleri sabit olanların hükûmet üyesi olmasını engellemek gayesiyle çıkarılmıştır. Kabine üyeleri, adayların milletvekili oylarına teker teker sunulması suretiyle seçilirken tecrübelerle bu usulde aksaklıklar görüldüğünden, Birinci Gruba mensup milletvekilleri tarafından yeni bir yasa tasarısı hazırlanmıştır. Yeni tasarıya göre Büyük Millet Meclisi Başkanı, Başkan Vekilleri, Komisyon Başkanları ve Başbakandan mürekkep bir heyet her bakanlık için üç aday tespit edecek ve Meclis bunlardan birini seçecektir. Fakat bu tasarı etrafında 7 Temmuz 1922’de cereyan eden hararetli tartışmalar sonunda, o sırada Mecliste çoğunlukta bulunan muhalifler, tasarının yasalaşmasına mâni olmuşlardır. 
Ertesi gün Meclis İkinci Başkanı Rauf Bey’in başkanlığında toplanan Büyük Millet Meclisinde, bu defa da İkinci Grup tarafından hazırlanan ve başbakanla hükûmet üyelerinin Mecliste doğrudan gizli oyla seçilmesi hakkındaki yasa teklifi görüşülmüş ve kabul edilmiştir. Mustafa Kemal Paşa; bu suretle kabinenin doğal başkanlığından bilfiil uzaklaştırılmış olduğu gibi, bakanların kendi göstereceği adaylar arasından seçileceğine dair hüküm de kaldırılmıştır.
Daha 1922 yılının Mayıs ayında Başkomutanlık Kanunu’nun kabulü tartışmalarının son gününde, tartışma öylesine kızışmıştır ki Mustafa Kemal Paşa’yla kendisine husumetini gizlemeyen Rize Mebusu Ziya Hurşit, bir an ellerini tabancalarına götürmüşlerdir. Muhalifler, iktidarın parlamenter hükûmet şeklinden tek kudretli adamın şahsî idaresine doğru kaymasından korktukları için hep müteyakkız davranmışlardır. 8 Temmuz’da bu endişeyle Meclisten çıkardıkları Kanun, iktidarla parlamento arasındaki dengeyi sağlamak için başvurdukları bir tedbirdir. 
Muhalefetin hazırladığı bu kanun teklifinin Mecliste kabul edilmesi üzerine, Fevzi Paşa’nın başkanlığındaki hükûmet yeni Bakanlar Kurulunun seçilmesi için 10 Temmuz’da istifa etmiştir. Ertesi gün Müdafaa-i Hukuk Grubu Yönetim Kurulu Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığında olağanüstü bir toplantı yaparak kabine meselesini görüşmüştür. İkinci Grup ise Mustafa Kemal Paşa’dan henüz ayrılmamakla birlikte muhalefetle sıcak diyalog hâlindeki Büyük Millet Meclisi İkinci Başkanı Rauf Bey’in Başbakan olması ve hükûmeti kurması için teşebbüse geçmişlerdir. Üstelik Birinci Grubun toplantısı sonunda da hemen bütün milletvekilleri Rauf Bey’in hükûmeti kurmasından yana vaziyet almışlardır. Mustafa Kemal Paşa bu durum karşısında inisiyatifi elden bırakmamak ve muhaliflere daha fazla hamle imkânı bırakmamak için Rauf Bey’e kendisi de destek vermeyi uygun görmüştür. Ancak Rauf Bey bir türlü görevi kabule yanaşmamış, Ali Fuat Paşa’nın Başbakan seçilmesini istemiştir.
13 Temmuz’da Mustafa Kemal Paşa Rauf Bey’i Meclisteki odasına davet ederek şöyle demiştir:
- Rauf kardeşim, niçin istinkaf ediyorsun? Görüyorsun ki Meclis senin üzerinde duruyor. Başka birini seçmek istemiyor. Anarşi olacak. Kabul etmeyişinin sebebi ne?
  Rauf Bey de şu cevabı vermiştir:
- Söyleyeyim Paşam. Ben bu vazifeyi kabul edersem, sen yine benim işime karışacaksın. Ben de buna tahammül edemeyeceğim ve çekilmek zorunda kalacağım. Hâlbuki benim imanım, bu orduların başında, bu milleti senin kurtaracağın merkezindedir. Bu yüzden seninle ihtilafa düşmeyi katiyen kabul edemem.
Mustafa Kemal Paşa son derece samimi bir tavırla:
- Kardeşim ben namussuz muyum? diye sorunca, Rauf Bey hayret ederek:
- Ben öyle bir şey söylemedim, karşılığını vermiştir.
Mustafa Kemal Paşa, bundan sonra hükûmeti kurması hâlinde hiçbir işine karışmayacağına dair Rauf Bey’e söz vermiştir. Gerçekten de hükûmeti kurmayı kabul edip vazifeye başladıktan sonra Rauf Bey’in işlerine müdahalede bulunmamıştır. Verdiği sözü tutmakta dikkat gösteren Mustafa Kemal Paşa, bundan sonra çağırılmadıkça kabine toplantılarına bile katılmamıştır. Bununla birlikte ehemmiyetli bir karar almak gerektiği her seferinde çağırılmıştır. Fakat kabine ayrı kişiliğini ve birleşik hâlini korumuştur.
Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa, hâlâ Mecliste çoğunluğu elinde tutan Müdafaa-i Hukuk Grubunun başkanıdır. Burada da birtakım tavizler vermiştir. Moskova’da artık önemli bir elçi bulundurmaya ihtiyaç kalmadığına hükmederek Ali Fuat Paşa’yı çağırmış ve onu grubun başına geçirmiştir. Kendisi de grubun tarafsız koruyucusu durumunda kalmıştır. 
Atatürk’ün partili cumhurbaşkanı olması meselesi de bugün kamuoyuna yanlış aktarılmakta, buradan Tayyip Erdoğan’a fayda devşirilmek istenmektedir. Oysa Atatürk; Cumhurbaşkanıyken yaptığı bazı açıklamalarda, CHP’nin fiilî genel başkanı olsa da kurulabilecek ikinci bir siyasi parti karşısında tarafsız kalmaya özen göstereceğini belirmiştir.
Ayrıca onun yerine başbakanlığı ve partinin genel başkanlığını yürüten İsmet İnönü; Atatürk’ün talimatlarını kayıtsız şartsız yerine getiren sıradan bir emirber ve bir emanetçi değil, güçlü bir kabine reisi olmuştur. Üstelik İnönü; bazı tasarruflarına karşı çıktığı için Atatürk’le ters düşmüş, onun isteği üzerine 1937’de istifa ederek yerini Celal Bayar’a bırakmıştır.
Atatürk, daima demokratik parlamenter sistemin teşekkülünden yana olmuştur. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası denemesi, İzmir Suikastı ve Şeyh Said İsyanı gibi önemli hadiselerden sonra rejim içine kapanmasına rağmen bundan vazgeçmemiştir. Taşlar yeniden yerine oturmaya başlayınca çok partili hayata geçiş için girişimlerde bulunmuştur. Atatürk’le mutabakata varan Ali Fethi Okyar –ki Atatürk Cumhurbaşkanı olduktan sonraki ilk Başbakandır- Serbest Cumhuriyet Fırkasını kurmuştur. Ali Fethi Bey, partisinin kuruluş çalışmaları sırasında Cumhurbaşkanı Atatürk’ten kendi partisine karşı tarafsız bir tutum izleyeceği noktasında güvence istemiştir. Atatürk’ün Halk Fırkasının doğal başkanı sıfatıyla bu teminatı vermesi, Fethi Bey’in partisinin hayatiyeti için büyük önem taşımaktadır. Atatürk de onun isteğine kayıtsız kalmayarak kamuoyunu bilgilendirmek üzere Cumhuriyet gazetesinde aşağıdaki açıklamayı yayımlatmıştır:
“...Malumdur ki resmî vazifem dolayısıyla ben bugün Cumhuriyet Halk Fırkasının umumi reisliğini fiilen ifa etmemekteyim. Fiilî riyaset İsmet Paşa tarafından ifa olunmaktadır. Reisicumhurluk vazifesinin hitamında, bizzat teşkil ettiğim Cumhuriyet Halk Fırkası reisliğini fiilen ifa edeceğim tabiîdir...
Memnuniyetle tekrar görüyorum ki laik Cumhuriyet esasında beraberiz. Zaten benim siyasi hayatta bir taraflı olarak daima aradığım ve arayacağım temel budur. Binaenaleyh Büyük Mecliste aynı temele istinat eden yeni bir fırkanın faaliyete geçerek millet işlerini serbest münakaşa etmesini Cumhuriyet’in esaslarından sayarım. Bu itibarla, noktainazarlarımızı takip için siyasi mücadeleye girmenizi bittabi hüsnütelakki ettim. Reisicumhur bulunduğum müddetçe; reisicumhurluğun uhdeme tevdi eylediği yüksek ve kanuni vazifeleri, hükûmette olan ve olmayan fırkalara karşı adilane ve bitarafane ifa edeceğime ve laik Cumhuriyet esası dâhilinde fırkanızın her nevi siyasî faaliyet cereyanlarının bir mâniaya uğramayacağına emniyet edebilirsiniz efendim.” 
Ancak Serbest Cumhuriyet Fırkasının lideri Fethi Okyar 4 Eylül 1930’da İzmir’e gittiğinde yapılan karşılama nümayişleri sırasında bazı taşkınlar yüzünden kanlı olaylar çıkmıştır. İki kişinin ölümü ve birçoğunun yaralanmasıyla sonuçlanan olaylar, yeni partinin imajını daha başından sarsmıştır. Olayların yurt çapında yaygınlaşmaya başlaması üzerine Ali Fethi Bey genel başkanlıktan istifa etmiş ve mesele partisinin kapatılmasına kadar gitmiştir.
Bu arada kamuoyunda; bazı Serbest Cumhuriyet Fırkasının taraftarlarının, Atatürk’ün de kendilerini desteklediği yolunda dedikodular yaydıkları konuşulmaya başlanmıştır. Dedikoduların büyümesi üzerine Cumhurbaşkanı Atatürk bir açıklama yapma ihtiyacı duymuştur. Onun, olup bitenlere tepkisini ortaya koyan beyanatında bile tarafsızlık vurgusu vardır:
“Cumhuriyet gazetesinde bana hitaben yayımlanan açık mektubu okudum. Bu mektupta son günlerde İzmir’de vukua gelen hâdiseler işaret olunarak beni Cumhuriyet Halk Fırkasından başka fırkaların kendilerine mal etmeğe çalıştıkları görüldüğünden bahis ve vaziyetin tavzihi namına hakikatihâlin ifadesi talep olunuyor. Bu nokta üzerinde diğer bazı gazetelerdeki yazıları da okudum. Her yerde halk arasında da bu hususta şayialar tereddütler olduğunu işitiyorum. Hakikatihâli Fethi Beyefendi’ye yazdığım mektupta sarahaten ifade ettiğimi zannediyorum. Kendilerince hakikî vaziyetin tamamen bilinmekte olduğuna şüphe yoktur. Ancak umumiyetle suitefehhümler ve suitelakkiler olduğu anlaşılıyor. Hakikatihâli bir daha ifade ve tashih edeyim: Ben, Cumhuriyet Halk Fırkasının umumi reisiyim. Cumhuriyet Halk Fırkası, Anadolu’ya ilk ayak bastığım andan itibaren teşekkül edip benimle çalışan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin mevlüdüdür. Bu teşekküle tarihen bağlıyım. Bu bağı çözmek için hiçbir sebep ve icap yoktur ve olamaz. Resmî vazifemin hitamında Cumhuriyet Halk Fırkasının başında fiilen çalışacağım. Bu noktada tereddüde mahal yoktur. Benim bu esasî vaziyetim, bir sene nihayetinde hitam bulacak olan bugünkü muvakkat resmî vazifemin bana tahmil ettiği bitaraflığı ihlal edemez.”
Ali Fethi Okyar; anılarına yer verdiği Üç Devirde Bir adam adlı eserde, o sancılı günlerde Mustafa Kemal Atatürk’ün ülkede her şeye hâkimken parlamenter sistemden vazgeçmediğini anlatmıştır. Okyar; Serbest Cumhuriyet Fırkasının kapanmasından sonra onun, Meclis Başkanı Kâzım Özalp Paşa’ya bir yemekte şöyle sitem ettiğini belirtmiştir:
  “Siz Meclis Reisi olarak halkla daha yakından temasta idiniz. Bilhassa inkılâp kanunlarının günlük hayata ne derece yerleşmiş olduğunu siz benden daha yakından bilmek imkânına sahiptiniz. Benim eskiden beri parlamenter sistemin bütün müesseseleriyle kurulması fikrinde olduğumu bilirsiniz. Beni daha açık şekilde ikaz etmeniz icap etmez miydi?”
Atatürk döneminde, Cumhurbaşkanı sıfatıyla fiilen başbakanlık görevini de üstüne alması gerektiği yolunda tartışmalar da yapılmıştır. Ama o günlerde Atatürk, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’a bu konuda şunları söylemiştir:
“Şaşarım o efendilerin aklı perişanına. Hep biliyoruz ki memleketimizin başına gelen felaketlerin çoğu şahsi idareden gelmiştir. Bu kadar geri kalmamızın başlıca amillerinden biri budur. Biz öteden beri, böyle bir idareyi bertaraf etmek için mücadele ettik. Şimdi nasıl olur da benim aynı yola gitmekliğim, yeniden devlet hayatında tarafımdan böyle bir çığır açılması istenebilir.”
Atatürk, 27 Eylül 1930'daki bir konuşmasında da şöyle demiştir:
“Amerikan sistemini memleketimizde tatbik etmeyi hiç hatırıma getirmedim; sistemsiz ve kanunsuz tarzda, reisicumhurlukla başvekâleti birleştirmeyi düşünmedim ve düşünecek adam olmadığım bütün milletçe malumdur zannederim.”
Bütün bu tarihî gerçeklerin ışığında denilebilir ki Atatürk sahip olduğu güce rağmen başkan olmaya, tek adamlığa asla tevessül etmemiş; Türkiye’de demokratik parlamenter sistemin yerleşmesi için elinden geleni yapmıştır. Başkanlık sistemini hayata geçirmeyi reddetmiş, diktatörlüğü elinin tersiyle itmiştir. Bugünkü demokratik parlamenter sistemin temelleri onun sağduyusu ve feraseti sayesinde atılmıştır. Hâl böyleyken Atatürk üzerinden Tayyip Erdoğan’a başkanlık icazeti vermek ve başkanlık sistemine Atatürk’le geçerlilik kazandırmak mümkün değildir.
Hâl böyleyken bugün bazı yandaş yazar ve akademisyenler Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başkanlık hayallerini okşarcasına Cumhuriyet’in ilk yıllarında başkanlık sistemine geçilmesi için şartların uygun olduğunu ama Atatürk’ün bunu yapmayarak hata ettiğini iddia etmektedir. Bu büyük bir aymazlık ve saptırmadır. Atatürk, demokratik parlamenter sistemi bilerek ve isteyerek hayata geçirmeye gayret etmiştir. Gücünün zirvesinde ve halkın da desteği arkasında olmasına rağmen, asla totaliter bir rejim kurmaya tevessül etmemiştir. Milletimizin refah ve mutluluğunun, toplumsal bütünlüğün sağlanması ve üniter yapının korunması için daima, erdemlerini iyi bildiği parlamenter demokratik nizamı yeğlemiştir.
Ne yazık ki bugünkü Tayyip Erdoğan daha başbakan olduğu günlerde şiddetli bir başkanlık hevesine kapılmış ve Türkiye’de yerleşik rejimi değiştirmek için çaba göstermeye başlamıştır. Anlı şanlı Anayasa profesörlerinden, akademisyen ve yazarçizerlerden kendine şıracılar, alkışçılar tutmuştur. Yandaş medya, yandaş aydınlar ve sanatçılar, sözde akillerden oluşturduğu koro da hep bir ağızdan başkanlık şarkıları söylemeye başlamışlardır. İşte biz bu nedenle Kuzey Kore Devlet Başkanına baktıkça Tayyip Erdoğan’ı görüyoruz.
AKP iktidara gelinceye kadar ve hatta iktidarının ilk yıllarında mevcut sistem tıkır tıkır işlerken birdenbire Erdoğan’ın tutulduğu tek adamlık krizi, sistem sorununa dönüşmüştür. Başkanlık modelinin tercih edilmesine de sistemde birtakım aksaklık ve tıkanıklıkların olması gibi sudan gerekçeler gösterilmiştir.
Oysa aynı Erdoğan daha Refah Partisi İstanbul il başkanı iken gazetecilere başkanlık sistemi aleyhinde açıklamalarda bulunmuştur. Başkanlık sistemini Amerikan emperyalizminin istediğini ve bunun bir özentiden ibaret olduğunu ifade etmiştir. Ne var ki hasbelkader oturduğu koltuk zamanla öylesine sıcak ve tatlı gelmiştir ki bu, kendisinin ihtiraslarını tatmine yeterli olmamaya başlamıştır. Bu yüzden de daha fazlasını istemeye başlamıştır. Önceki görüşlerinden çark ederek başkanlık sitemini savunmaya başlamıştır. Etrafındaki tufeyli takımına da hep bir ağızdan başkanlık şarkıları söylemeleri talimatını vermiştir.
Tayyip Erdoğan, cumhurbaşkanlığı görevinin gereklerini bir tarafa bırakıp siyasi partilere laf yetiştirmeyi sürdürmektedir. Başkanlık modeli konusunda içini kemiren çılgınca ihtiras onu sürekli yanlışa sevk etmektedir. Bu hususta iki üç gün önce yaptığı açıklamayla yine partimize çatan Erdoğan, merhum Başbuğ Alparslan Türkeş’ten medet ummaya çalışmıştır. Milliyetçiliğin her türlüsünü ayaklar altına aldığını söyleyen ve Türklük aleyhtarı olan birinin Alparslan Türkeş’i misal göstermesi manidar ve hazindir. Anlaşılan Tayyip Erdoğan’ın, Alparslan Türkeş’in başkanlık sistemi hakkında vefatından önceki görüşlerinden de haberi yoktur. Kaçak Saray’da hayal ürünü kıyafetler giydirilmiş kişileri Malkoçoğlu filmlerindeki gibi merdivenlere dizerek müsamere oynatmak suretiyle Türk devletleri temsil edilemeyeceği gibi, Türkeş’in fikriyatını sevip kabul etmeden siyasi tutumu da örnek alınamaz. Her şeyden önce samimi olmak ve Türk milletini gönülden sevmek lazımdır. Oysa Erdoğan’ı destekleyen yandaş televizyon kanallarında boy gösteren uzman müsveddeleri, “Türk” kavramının uydurulmuş olduğunu, hatta tarihte böyle bir milletin olmadığı yalanını büyük bir aymazlıkla anlatıp durmaktadır. Bu durumda cumhurbaşkanının samimiyetine inanmak imkânsızdır.
Gerçek şudur ki başkanlık sistemi, bütün kurum ve kurallarıyla oturmuş, yerleşmiş çoğulcu demokrasilerde; ekonomik, sosyal ve psikolojik tekâmülünü tamamlamış bir ulus devlet olgusu içinde düşünülebilecek yönetim tarzıdır. Bölücü terörün içeride millî bütünlüğümüzü açıkça tehdit ettiği, global güçlerin bölgesel gelişmeleri bahane ederek Türkiye üzerindeki sinsi planlarını adım adım uygulamaya koyduğu bir dönemde, başkanlık tartışmaları siyasî intihardır. Hele de bölücü teröre taviz üstüne taviz veren, bölücü örgütün siyaset, sokak ve sığınak temsilcileriyle masaya oturmaktan ar etmeyen, onları cesaretlendiren bir yönetimin elindeki başkanlık sistemi, Türkiye’yi yok etmek isteyenlerin oyuncağı olacaktır.
  Tayyip Erdoğan, yetiştiği zihniyetin öteden beri diktatörlükle suçladığı Atatürk’e özenmektedir. Oysa AKP kurmaylarının fikirlerine hiç katılmadıkları, dünyaya bakışını ve temellerini attığı Cumhuriyet’i benimseyemedikleri Atatürk’ün tek adamlığı diktaya değil, demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla yerleştirilmesine ve ulus devlet anlayışının yerleştirilmesine adanmıştır. Atatürk, daha Kurtuluş Savaşı yıllarında, henüz Meclis açılmamışken gazeteci Yunus Nadi’ye, “Önce Meclis, sonra ordu!” diyerek, istiklal mücadelesini başarmak için silaha veya güce değil, millete dayanmak gerektiğini vurgulamıştır. Atatürk daima millî iradeye ve millî hâkimiyete önem vermiştir. Nitekim savaştan sonra da kuvvetler ayrılığı ilkesine dayalı güçlü bir demokratik sistemin temelleri atılmaya çalışılmıştır.
Ancak Türkiye’nin demokrasi kulvarında ilerlerken alacağı çok daha mesafe ve katedeceği sayısız etap bulunmaktadır. Türk demokrasisi olgunlaşmadan Anayasa’da değişiklik yapılarak başkanlık sisteminin getirilmek istenmesi, demokrasi kervanın önüne çıkarılacak ciddi bir engel olacaktır. Tayyip Erdoğan’ın dikta ve sultanlık hevesleri, hiçbir demokratik endişe ve gerekçeyle allanıp pullanamaz. Günümüzün ağır şartlarında Türkiye’nin; başkanlık sistemine değil, kuvvetler ayrılığına dayalı çoğulcu demokrasinin kâmilen yerleştirilmesine ihtiyacı vardır. 
 
YÖNETİM MODELLERİNİN BAŞARI ENDEKSLERİ
Nitekim GLOBAL Politika ve Strateji isimli bir düşünce kuruluşu tarafından ülkelerin yönetim modelleri konusunda geçtiğimiz yıl yapılan kapsamlı bir bilimsel araştırmada, bu gerçeği ortaya koyan sonuçlar elde edilmiştir. Ülkelerin yönetim modelleri hakkında çok çarpıcı veriler sunan bu araştırma neticesinde; ABD istisna olmak üzere başkanlık sistemi uygulayan birçok ülkenin gerek demokrasi gerek ekonomi gerekse hak ve özgürlükler gibi birçok gelişmişlik göstergelerinin, dünya sıralamasında gerilerde kaldığı ortaya çıkmıştır.
Mesela bütün demokratik ve ekonomik gelişmişlik göstergelerinde dünya sıralamalarının sonlarında yer alan Orta ve Güney Afrika ülkelerinin büyük çoğunluğu başkanlık sistemi ile yönetilmektedir. Buna karşılık dünya sıralamalarında Norveç, Hollanda ve Avustralya gibi ilk sıralarda yer alan Avrupa ve Asya Pasifik ülkelerinin çoğunluğu parlamenter sistemle yönetilmektedir. Dolayısıyla, başkanlık sistemi uygulayan ülkeler genel olarak dünya sıralamalarında geridedir. ABD örneği buna istisna teşkil etmektedir. Dünya genelinde parlamenter sisteme sahip ülkelerin bütün gelişmişlik göstergeleri açısından daha başarılı oldukları tespit edilmiştir.
Dünya genelinde ekonomik siyasi iş birliklerine dayanan uluslararası ve ulusüstü örgütlere üye olan ülkelerin yönetim sistemleri değerlendirildiğinde; NATO, G-8, G-20 ve AB gibi güçlü birlikleri oluşturan ülkelerin büyük çoğunluğunun parlamenter sistemle yönetildikleri görülmektedir.
Dünya ölçeğindeki indekslere bakıldığında, parlamenter sistemle yönetilen ülkelerde demokrasi ve hukuk anlayışının başkanlık sistemi ile yönetilen ülkelere göre çok daha ileri seviyede olduğu görülmektedir. 
Söz konusu araştırma çerçevesinde analiz edilen hukukun üstünlüğü, demokratik gelişmişlik,  bireysel özgürlük ve basın özgürlüğü indekslerinde de parlamenter sisteme sahip ülkeler dünya genelinde daha başarılıdır.
Ülkeler, ekonomik gelişmişlik yönüyle değerlendirildiğinde de benzer bir tablo ortaya çıkmaktadır.
Ülkelerin refah düzeyleri ve ekonomik gelişmişlik indekslerinin analizleri; parlamenter sisteme sahip ülkelerin ekonomik gelişmişlik seviyelerinin, başkanlık sistemine sahip olan ülkelere göre çok daha iyi durumda olduklarını göstermiştir.
Özellikle ekonomik yönde ciddi zorluklar içerisinde bulunan Orta ve Güney Afrika ülkeleri başta olmak üzere dünya genelinde başkanlık sistemiyle yönetilen ülkelerin büyük çoğunluğu ekonomik gelişmişlik açısından dünya sıralamasında çok gerilerde kalmaktadır.
Ülkelerde yaşayan insanların yaşam kalitesini belirleyen faktörlerden birisi de sosyal hayat düzenidir. Araştırma kapsamında incelenen insani gelişmişlik,  toplumsal gelişmişlik ve sosyal sermaye indekslerine göre parlamenter sisteme sahip ülkelerde yaşayan insanlar, başkanlık sistemiyle yönetilen ülkelerde yaşayan insanlara göre daha iyi imkânlara sahiptir.
 Eğitim düzeyi,  sağlık hizmetleri ve güvenlik indekslerinin analiz sonuçlarında yine parlamenter sistemle yönetilen ülkelerin bariz üstünlüğü görülmektedir.
Bu sonuç; parlamenter sisteme sahip ülkelerde vatandaşlara sağlanan sağlık,  eğitim ve güvenlik hizmetlerinin kalitelerinin başkanlık sistemine sahip olan ülkelerdekine göre çok daha yüksek olduğunu ortaya koymaktadır.
Ülkelerin iyi yönetim ilkeleriyle yönetilmeleri ve siyasi istikrara sahip olmaları da ülke başarısını gösteren diğer önemli faktörler arasında yer almaktadır. 
Araştırma çerçevesinde analiz edilen iyi yönetim ve ülke kırılganlık indeksi verileri, parlamenter sisteme sahip ülkelerin başkanlık sistemine göre çok daha iyi konumda bulunduğunu göstermiştir.
Parlamenter sisteme sahip olan ülke yönetimlerinin büyük çoğunluğunun siyasi ve politik istikrara sahip oldukları ve ülkelerin iyi yönetim ilkeleriyle yönetildiği görülmüştür.
Buna karşılık başkanlık sistemiyle yönetilen ülkelerin büyük çoğunluğunun siyasi ve politik istikrarsızlık içinde bulundukları ve ülke yönetimlerinin de büyük sorunlarla karşı karşıya oldukları ortaya çıkmaktadır.
 
AKP BAŞKANLIK SİSTEMİ İLE AMERİKAN BAŞKANLIK SİSTEMİNİN KARŞILAŞTIRILMASI
AKP’nin geçmişte önerdiği başkanlık sistemi ile Amerikan başkanlık sistemi arasında derin farklar mevcuttur. Amerikan başkanlık sisteminin düzgün çalışmasının nedenlerinden biri olan başkan ile yasama organı arasındaki denge ve denetim mekanizmaları AKP’nin önerdiği başkanlık sisteminde yer almamaktadır.
AKP hayalindeki otoriter, tek kişiye endeksli dikta rejimini gerçekleştirebilmek için bugüne kadar ağzına almaktan özellikle kaçındığı Türk kelimesine sığınmış, “Türk tipi başkanlık sistemi” olarak adlandırmıştır.
AKP, başkanlık sisteminin olumsuzluklarını bilmesine rağmen, otoriter eğilimini ve tek kişi yönetim anlayışını gizleyebilmek için Türk kelimesi ile süsleyerek milletimizi aldatmaya ve kandırmaya çalışmaktadır.
AKP’nin Türk adını vererek Türklük değerlerinin hayâsızca diktatörlükle birlikte anılması sonucunu doğuran başkanlık sistemi, diktatörlüklere dönüşen başkanlık sistemlerinin de ötesine geçen garabetler içermektedir.
  AKP’nin teklifi, klasik başkanlık sistemine aykırı olarak başkana süper yetkiler vermektedir;
AKP’nin başkanlık sistemi teklifinde, başkana;
•  Meclisi fesih,
•  Ülkeyi kararnamelerle yönetme,
•  Bakanlar dâhil olmak üzere üst düzey kamu görevlilerini, büyükelçileri Meclisin onayı olmaksızın atama,
•  Temyiz Mahkemesinin üyelerinin dörtte birini atama HSYK’nin yedi üyesini atama, 
•  Anayasa Mahkemesinin sekiz üyesini seçme yetkisi vermektedir
AKP teklifinde bu yetkilere sahip olan başkanın, başkanlık sistemi ile hiçbir alakası yoktur.
AKP’nin bu teklifi süper yetkilerle donatılmış tek kişilik dikta karakterli ve hiçbir demokratik değeri ve örneği bulunmayan başkancı bir ucubedir. Yani, nevi şahsına münhasır bir diktatörlüktür.
AKP teklifine göre başkan Meclisi vesayeti altına almaktadır; 
Başkanlık sisteminde çift meclis vardır. Meclisin her iki kanadı kendi aralarında ve başkana karşı denge ve denetim yetkileri ile donatılmıştır. Başkan seçiminden farklı bir tarihte Senato ve Temsilciler Meclisinin üyeleri dar bölge çoğunluk esasına göre seçilir.
AKP teklifine göre Başkan ve Meclis üyelerinin seçimi aynı tarihte yapılacaktır. Yani başkanı seçen çoğunluk Mecliste de çoğunluğu ele geçirecek ve başkanın Meclis tarafından dengelenmesi ve denetlenmesi fiilen imkânsız hâle gelecektir.
Amerikan sisteminde denge ve denetimi etkin kılan şartlar, siyasi teamül, gelenek ve tecrübedir. Türkiye’de ise bu saydıklarımız 140 yıllık bir tarihi olan parlamenter sisteme göre oluşması nedeniyle başkanın, Meclisteki çoğunluk milletvekilleri üzerinde vesayet sahibi olacağını söylemenin yanlış olmayacağı kanısındayız.
AKP bununla da yetinmemekte,  vesayeti güçlendirmek için başkana, kanunlarla düzenlenmemiş her konuda tek kişinin iradesinden ibaret başkanlık fermanı ile Meclisi ve toplumu baskı altına alma kudretini ihsan etmektedir.
AKP Teklifine göre başkan ve Meclis çoğunluğu yargıyı vesayeti altına almaktadır. 
Teklife göre;
HSYK’nin başkanı, devlet başkanının atadığı bakan olacak, üyelerinden birisi bakanın atadığı müsteşar olacak, yedi üyeyi başkan atayacak,  diğer yedi üye ise başkan tarafından aday gösterilerek milletvekili seçilen ve başkanın kontrolü dışına çıkamayan Meclis çoğunluğu tarafından seçilecektir.
Böylece kurulun 22 üyesinden 16’sı başkanın belirlediği isimler olacaktır ve bunun doğal sonucu olarak kurul, başkanın kontrolüne girecektir.
Başkanın bu derecede etkin olduğu, vesayeti altına aldığı yargının kalbi olan HSYK nasıl bağımsız olacak, yürütme organına karşı nasıl denge ve denetim görevini yerine getirebilecektir.
Anayasa Mahkemesinin on yedi üyesinin sekizini başkan, kalan dokuzunu muhtemelen başkanın listeye yazdığı için milletvekili seçilen ve başkanın kontrolü dışına çıkamayan Meclis çoğunluğu seçecektir.
Böylece Anayasa Mahkemesinin üyelerinin tamamı başkanın kontrolünde olacaktır.
Başkanın bu derecede etkin olduğu, vesayeti altına aldığı Anayasa Mahkemesi nasıl bağımsız olacak, yürütme ve yasama organına karşı nasıl denge ve denetim görevini yerine getirebilecek, Anayasa yargısını nasıl oluşturabilecektir.
Yargıtay ve Danıştay kaldırılacak, bunların yerine Temyiz Mahkemesi kurulacak, sayısı belli olmayan üyelerinin dörtte üçünü Hâkimler ve Savcılar Kurulu, dörtte birini başkan seçecektir.
Yargıtay ve Danıştay ortadan kaldırılarak kurulacak Temyiz Mahkemesinin üyelerinden ¾’ü HSYK’nin başkan yanlısı 16 üyesinin çoğunluğu ile kalan ¼’ü ise başkan tarafından atanacak.
Tamamı başkan kontrolü altına giren temyiz mahkemesi nasıl bağımsız olacak, nasıl tarafsız kalacak.
Bu sorunun cevabı Anayasa Mahkemesi varlığını sürdürürken Danıştayın ve Yargıtayın varlığına hangi sebeple son veriliyor sorusuna verilecek cevap ile netleşmiş oluyor.
Cevap; kılı kırk yararak, her türlü ihtimal dikkate alınarak yargı üzerinde AKP, tam bir vesayet sistemi oluşturmaktadır.
AKP teklifinde; yasama, yürütme ve yargı gücü başkanın elinde toplanmaktadır.
Başkanlık sisteminde katı kuvvetler ayrılığı ilkesi esas olmasına rağmen AKP teklifinde kuvvetlerin başkanda birleşmesi gibi sakat bir anlayış hâkimdir.
AKP teklifi başkanlık sistemi açısından değerlendirildiğinde tam bir denetimsizlik ve tam bir dengesizlik yaratmaktadır. Yukarıda açıkça izah edildiği şekilde AKP teklifine göre;
•  Yürütme gücü tek başına başkanın elindedir.
•  Yasama gücü başkanın vesayeti altındadır.
•  Yargı gücü başkanın vesayeti altındadır.
Böylece tek kişilik yürütme gücü yasama ve yargıyı kontrol etmekte, buna karşı başkan fiilen yasama ve yargının denetimi dışında kalmaktadır. Başkan denetimsiz bir güç olarak karşımıza çıkmaktadır.
Denetimsiz gücün adı; güç değil diktatörlüktür.
Böylece Tayyip Erdoğan’ın zaman zaman kuvvetler ayrılığı ilkesinden şikâyet etmesinin sebebi de anlaşılmıştır. Onun, başkanlık sistemi yutturmacası ile ülkemizi tam bir diktatör olarak yönetmek istediği açıkça ortadadır.
Tayyip Erdoğan, Meksika tipi başkanlık sistemini istediğini 25 Şubat 2015’te yaptığı muhtarlar toplantısında açıklamıştır. Meksika'daki başkanlık modelinde başbakan yoktur. Başkan yardımcısı da yoktur. Bütün yetkiler başkanda toplanmaktadır. Tek turlu seçimle en çok oyu alarak altı yıllığına seçilen başkan, bakanları da Anayasa Mahkemesi hâkimlerini de başsavcıyı da atamaktadır. Resmî adı Birleşik Meksika Devletleri olan ve eyaletlerden meydana gelen ülkede, federal yapı vardır. Meksika istikrarsız ve güçsüz bir Güney Amerika ülkesidir. Kötü bir misaldir ve Türkiye gibi güçlü bir ülke için emsal teşkil etmemelidir.
Akademisyenlere ve siyasi gözlemcilere göre Meksika'daki mevcut başkanlık sistemi, başkanın çok güçlü yetkileri nedeniyle "emperyal başkanlık" olarak nitelendirilmektedir. Özetle Erdoğan’ın istediği Meksika tipi başkanlık, mükemmel bir diktatörlüktür.
Cumhurbaşkanlığıyla başbakanlığın yetkilerini şahsında toplamayı ve bütün erkleri kendine bağlamayı aklına koyan Sayın Erdoğan, rejim değişikliği çabalarını başkanlık sistemi üzerinden gerçekleştirmeyi planlamaktadır.
Seçmen AKP’ye hükûmet etme yetkisini verirken, AKP’nin taahhüdüne uygun olarak, parlamenter sistemle ülkeyi yönetsin, Anayasa değişikliği yapılacak ise parlamenter sistem esas alınsın diyerek oy vermiştir.
Seçmenden parlamenter sisteme sadık kalacağı taahhüdü ile oy alan ve halkın iradesini değiştirebileceği seçimlerin hiçbirinde başkanlık sistemini ağzına dahi almayan AKP’nin başkanlık sistemi dayatması halkı aldatması ve kandırması ile izah edilebilir.
AKP’nin parlamenter sistemi savunarak halktan oy aldıktan sonra, Anayasa yapım sürecinde başkanlık sistemini dayatmasının demokratik meşruiyeti yoktur.
Türkiye'de rejimin esas sorunu, ülkenin güçlü bir başkan tarafından yönetilmemesi değil, iktidar partilerinin manipülasyonları yüzünden yasamanın görevlerini tam anlamıyla yerine getirememesidir. Başkanlık sistemi yasamanın sorunlarını çözmeyeceği gibi, Türkiye gibi ülkelerde sadece yürütmeyi güçlendirecek, parlamentoyu etkisizleştirecektir. Millî egemenliğin yerini, parti ve çıkar gruplarının, cemaatlerin ve ideolojik kutupların hâkimiyeti alacaktır.
Hiçbir ülke, Anayasa’sını yaparken başka bir ülkenin sistemini aynen kopya etmemelidir. Hem, her sistem içinde ülkeden ülkeye farklar bulunmaktadır. Ayrıca başkanlık sistemi arayışları, Türkiye'nin parlamenter rejimle edindiği deneyimleri ve ödediği bedelleri yok saymaktadır. Zaten kamuoyunda da bu yönde bir olumsuz algı mevcuttur. Başkanlıkla padişahlığın pek de farkı olmadığını düşünenlerin sayısı bir hayli fazladır. Başkanlık modelini isteyen Tayyip Erdoğan’ın gerçekteki niyetinin bu model üzerinden padişahlık sistemine geri dönmek olduğu aşikârdır.
 
SONUÇ 
Türkiye’nin 140 yıldır süregelen demokrasi kulvarında ilerlerken alacağı daha çok mesafe ve katedeceği sayısız etap bulunmaktadır. Türk demokrasisi olgunlaşmadan Anayasa’da değişiklik yapılarak başkanlık sisteminin getirilmek istenmesi, demokrasi kervanın önüne çıkarılacak ciddi bir engel olacaktır. Tayyip Erdoğan’ın dikta ve sultanlık hevesleri, hiçbir demokratik endişe ve gerekçeyle allanıp pullanamaz. Günümüzün ağır şartlarında Türkiye’nin; başkanlık sistemine değil, kuvvetler ayrılığına dayalı çoğulcu demokrasinin kâmilen yerleştirilmesine ihtiyacı vardır.
Bölücü terörün içeride millî bütünlüğümüzü açıkça tehdit ettiği, global güçlerin bölgesel gelişmeleri bahane ederek Türkiye üzerindeki sinsi planlarını adım adım uygulamaya koyduğu bir dönemde, başkanlık tartışmaları siyasi intihardır. Hele de bölücü teröre taviz üstüne taviz veren, bölücü örgütün siyaset, sokak ve sığınak temsilcileriyle masaya oturmaktan ar etmeyen, onları cesaretlendiren bir yönetimin elindeki başkanlık sistemi, Türkiye’yi yok etmek isteyenlerin oyuncağı olacaktır.
AKP, Türksüz bir Türkiye inşa etme yolunda ilerlemektedir. Bu hedefe varmanın yolu, rejim değişikliğinden geçmektedir. AKP’nin başkanlık sistemini getirme isteğinin gayesi, millî ve üniter devlet yapısını, yani rejimi değiştirme çabalarının önünü açmaktır. Böylece Türk milletinin egemenlik haklarını ortadan kaldırmak ve bölünme sürecini tamamlamak için gerekli siyasi zemin hazırlanmış olacaktır. AKP iktidarının adım adım Türkiye’yi dönüştürmeye, federasyonlara bölmeye çalıştığı bir ortamda Başkanlık sistemi, Cumhuriyet’in sağladığı birlik ve bütünlüğü yok edecek, ayrışmayı hızlandıracaktır.
Daha güçlü ve daha az kusurlu demokrasiler kurmak rejim değişikliğiyle değil, demokrasinin bütün kurum ve kuruluşlarıyla yerleştirilmesi ve özümsenmesiyle mümkündür. O hâlde tartışılması gereken yönetim modeli değil, demokrasimizi güçlendirmenin çarelerini aramaktır. Türkiye’de parlamenter sistem tıkanmamıştır. Sistemin reforma ihtiyacı vardır. Tıkanıklıklar parlamenter sistemden değil, parti disiplini uygulayan iktidarların uygulamalarından kaynaklanmaktadır.
Yüz kırk yılı bulan sancılı bir sürecin sonunda kurulan çok partili demokratik parlamenter sistemi kaldırıp atmak yanlıştır; rejimi daha iyi işletecek çözümler bulunmalıdır. Bu istikamette yapılacak iş, sistemi değiştirmek değil, onarmak ve iyileştirmek olmalıdır. Var olan Parlamenter demokratik sistemin eksikleri giderilirse başkanlık sistemine ihtiyaç kalmayacaktır. Bunun için; kuvvetler ayrılığı güçlendirilmeli, yargı bağımsızlığı tam anlamıyla sağlanmalıdır. Siyasi Partiler Kanunu’nda değişiklikler yapılarak partilerin daha demokratik bir yapıya kavuşmaları sağlanmalıdır. Dokunulmazlıklar kaldırılmalı, seçilenlerin seçenler kadar denetime tabi olduğu bir sistem oturtulmalıdır. Avrupa Birliği, Gümrük Birliği veya yabancı askerî kuvvetlerin konuşlandırılması gibi egemenlikle ilgili konularda referandum şartı getirilmelidir. Nitekim AB ülkeleri de bu yolu kullanmaktadır.