ALTAN DELİORMAN’DA TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ VE TÜRKÇÜLÜK ALGISI - 2

24 Temmuz 2015 18:57 Oktay ÜNAL
Okunma
6168
ALTAN DELİORMANDA TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ VE TÜRKÇÜLÜK ALGISI - 2

 
 
 
1.5. Altan Deliorman’a Göre Ülkü ve Millî Ülkü
Altan Deliorman ülküyü, “Bir insanın veya topluluğun yüksek amaçları ve hedefleriyle ilgili değerlerin bütünüdür.” diye tanımlamıştır. Böylelikle ülkü, eski Türkçülerin kullandığı “mefkûre” sözcüğü ile Batılı aydınların kullandığı “ideal” kavramıyla aynı anlamdadır. Altan Deliorman’a göre ülkü, ulaşılması büyük çaba isteyen, uğrunda her türlü fedakârlığa katlanılan bir inanış ve bir emeldir. Ülkü bir millete ait ise ona “millî ülkü” denilmektedir (Deliorman, 2009d: 110).
Altan Deliorman’a göre, bir millete has olan bütün değerlerin sistemleşmiş şekli “millî” kelimesini ifade etmektedir. Milletin dini, dili, kıyafeti, hukuku, aile yapısı, gelenekleri, zevki, estetiği, sanatı millî mahiyettedir. Ülkü yalnız düşüncede var olan gerçekle çok sıkı ilgisi olmasa da insan düşüncesinin ürettiği son sınıra kadar ulaşabilen düşüncedir. Milletlerin kendi aralarındaki çatışmaları, bir anlamda ideallerin çarpışmasıdır. Milliyetçilik ise millî ülkünün kaynağını teşkil eder. Millî ülkü, millete şahsiyet kazandırır, birlik duygusu verir, yaşama gücü sağlar, o milleti itibarlı kılar (Deliorman, 2003: 11-12, 23-25).
Ülküsüz milletler ise sönük kalmaktan, sömürülmekten ve yok olma tehlikesi içinde bulunmaktan başka bir şey yapamazlar (Deliorman, 2009d: 111). 
Altan Deliorman’a göre Yahudiler, Babiller ve Roma dönemlerinde yurtlarından sürülmüş olmalarına rağmen inançlarını kaybetmemişlerdir. Sonradan bağımsızlıklarını gerçekleştirerek, devletlerini kurmuşlardır (Deliorman, 2003: 15).
Altan Deliorman, İrlandalıların sekiz yüz yıl sonra bağımsızlıklarını Büyük Britanya’nın elinden almalarının, Yunanlıların bağımsız olmalarının, ancak ülkü sahibi olmalarıyla elde edilen bir durum olduğunu vurgulamaktadır. Yunanlılar “megali idea”[1]yı bugüne kadar sürdürmüşlerdir. Hâlen Ege Adaları’nda hak iddia etmeleri de Kıbrıs Meselesi’ndeki tutumları da bu idealin sonuçlarıdır. Japonlar da ağır savaş yenilgisinden sonra ülküleri sayesinde bugünkü durumlarına ulaşmışlardır. Yahudiler, Irak, Yemen, Habeş ve Sovyetler Birliği’ndeki soydaşlarını uçaklarla İsrail’e taşıyarak birliklerini sağlamışlardır. Altan Deliorman’a göre, Türk millî ülküsü, bağımsızlık, birlik ve fütuhat aşamalarından geçerek gelmiştir. Türklerin bin yıllık süreçte bağımsız olmadıkları süre yok gibidir. Son iki asırdır bir kısım Türkler yabancı hâkimiyeti altında kalmıştır. Bugün için Türk dünyasının büyük bölümü bağımsızdır ancak parçalı bir hâldedir. Türk milletinin Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra karşılaştığı tehlike, millî ülkünün değerini anlamış olan başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere, kurmay subayların önderliğindeki mücadele ile atlatılmıştır (Deliorman, 2009d: 112). 
Altan Deliorman’a göre Hitler, “Pangermenizm” yani bütün Almanların birleşme idealini sağlamaya çalışmıştır. Ancak Hitler, İkinci Dünya Savaşı’nda yenilince başarılı olamamıştır. Berlin duvarı yıkıldığında iki Almanya’nın birleşmesi ile bütün dünyanın gözü önünde, “Alman birliği” bir ölçüde gerçekleşmiştir. Ancak “Türk birliği” söz konusu olduğunda, dünyanın bu duruma bakışı olumsuzdur (Deliorman, 2003: 16).
Altan Deliorman ülküyü, “gerçekleşmesi büyük gayretlere, kahramanlıklara, alın teri ve bazen gözyaşı dökülmesine ihtiyaç gösteren, gerçekle hayalin karışımından doğmuş uzak bir hedef” olarak tanımlamıştır. Ülkünün gerçekleşmesi için iradeye sahip olunması gerektiğini şu cümlelerle ifade etmiştir: “Doğaya sürüngenler değil aslanlar, kartallar, bozkurtlar hâkimdir. Tarihi de korkaklar değil, çelikten iradeler şekillendirir. Bir gün büyük Türk milleti, bağımsızlığını sağlayıp millî birliğini mutlaka kurarak, dünyanın en güçlü devletine sahip olacak ve sonsuza dek yaşayacaktır.” (Deliorman, 2009d: 113). 
Altan Deliorman’a göre bir ülkü olan “fütuhat” bir emperyalizm anlayışı değil, Türk hükümdarlarına Tanrı tarafından verildiğine inanılmış bir vazifedir (Deliorman, 2003: 22).
 
 Cihan Hâkimiyeti Ülküsü
Altan Deliorman’a göre bu ülkü, Türk töresinin dünyada geçerli kılınmasını ifade etmektedir. İlk izlerine destanlarda rastlanan bu görevin hükümdara Tanrı tarafından verildiğine inanılır. Oğuz Kağan Destanı’nda “Güneş bayrağımız, gökyüzü otağımız.” deniliyordu. Burada güneş, gökyüzünün altındaki bütün dünyayı ifade etmektedir. Avrupa Hun hükümdarı Uldız, Bizans valisine “Güneşin battığı yere kadar her yeri fethedebilirim.” diye seslenmiştir. Uygur Destanı’nda, destanın kahramanı için ilahî olarak gönderilen bir kız, destanın kahramanına şöyle sesleniyordu: Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar her yer senin emrine girecektir. Çabala.” Batı Göktürk hakanının Bizans’a gönderdiği bir mektupta “Yedi iklimin ve yedi ırkın hükümdarından Roma imparatoruna”, hitabı bulunmaktaydı. Şehname’de Efrasiyab olarak geçen Türk hükümdarı Alper Tunga’nın unvanı “Acun Bey”, “dünya hükümdarı” anlamına geliyordu. Bütün bu örnekler Türklerde cihan hâkimiyeti ülküsünün göstergeleridir. Türklerde hükümdarlar görevlerini “Tanrı” adına yapmışlardır. Kutadgu Bilig’de hakanlara milleti aç bırakmadan yaşatmaları, dağınık olarak yaşayan boyları birleştirmeleri öğüdü verilmiştir. Buna dayanarak eski Türk devletlerinde “bir dünya devleti olma ideali” mevcuttur. Bu anlayış, biraz farklılaşarak Türk-İslam devletlerinde de devam etmiştir (Deliorman, 2010b: 17-18).
İktisadi istikrar, asayişin sağlanması Tanrı adına görev yapan hükümdarların görevleri arasında yer almıştır. Türk hükümdarları, millet doyurulmazsa isyan çıkacağını iyi biliyorlardı (Deliorman, 2003: 19).
 
Kızılelma Ülküsü
Hüseyin Nihal Atsız tarafından Türklüğe ait bir ülkü olarak görülen Kızılelma ülküsü, önce halk arasında doğmuştur. Sonra aydınlar arasında dillendirilmiştir. Kaynağı destanlara kadar uzanmaktadır. Atsız’a göre, Türkler fetihlerden sonra büyük ve üstün devletler kurarak bu devlet içinde bolluk ve mutluluğa kavuşacaktır. Atsız’ın ifadelerine göre, Kızılelma ülküsü Osmanlıların parlak çağlarında iyice belirip şekillenmiş ve konak konak Türk büyüklüğünün, yükseklik fikrinin timsali hâline gelmiştir. Atsız’a göre, Kızılelma olmasaydı, Türkler, dört kıta üzerinde dünya çapında büyük bir devlet kurup (Atsız’a göre dördüncüsü Okyanusya’dır.) teşkilat ve medeniyet şaheseri yaratamazdı (Atsız, 1992: 11-12).
Osman Turan, Macar Şarkiyatçı Hasluck’a dayanarak verdiği bilgilere göre, Osmanlı padişahlarının Hristiyan dünyasını ele geçirmeyi hedefledikleri bir Kızılelma düşüncesine sahip olduklarını ifade etmektedir. Turan’a göre Kızılelma efsanesi yeniçeriler arasında da bilinmektedir. Yeniçeriler talimlerinde, “Testiye kurşun atar, keçeye kılıç çalar, Kızılelma’ya dek gideriz.” diye bağırmaktaydılar. Turan’a göre, “millî İslami mefkûre,” İstanbul’un Fethi’ne kadar etkili olmuştur. İstanbul kapılarına gelindiğinde Kızılelma, cihan hâkimiyeti mefkûresi, İslam davası, Hz. Muhammed’in tebşirleri[2] (müjde) manevi kuvvet oluşturmuştur (Turan, 1969: 40-41).
Altan Deliorman, Kızılelma ülküsünün, hükümdarın görevlerinin halk tarafından nasıl algılandığı ile ilgili bir durum olduğunu ifade etmektedir. Ona göre Rum Kızılelma’sı, Horasan ve İran’dan başlayarak batıya doğru Anadolu’nun fethedilmesidir.  Bu hedef gerçekleştirilmiştir. Malazgirt’ten on yıl sonra Türk sancakları Marmara’da dalgalanmıştır. Bu, Konstantiniyye Kızılelması’nı doğurmuştur. Konstantiniyye Kızılelma’sı İstanbul’un fethedilmesi anlamına gelmektedir.  Fatih Sultan Mehmet Han gerçekleştirmiştir. Haçlı Seferleri ve Bizans entrikaları sonucunda, dört yüz yıl sürmüş ve adım adım gerçekleşmiştir. Roma’nın fethini ifade eden eski Roma ve Rimpapa Kızılelma’sı, Konstaniyye Kızılelma’sının doğurduğu bir sonuçtur. Otranto’nun fethi bu hedefe ulaşmak için atılmış bir adımdır. Roma ve Rimpapa Kızılelma’sı, Fatih’in hedefi idi, ancak bunu gerçekleştirmeye ömrü kâfi gelmemiştir. Sonra da bu Kızılelma’dan vazgeçilmiştir. Yerine, Beç Kızılelma’sı konulmuştur. Bu Viyana’nın fethini ifade etmekteydi. Viyana’ya ulaşılması için iki yüz yıl geçmesi lazım gelmiştir. Kanuni bu hedefe yönelmiş, Birinci Viyana Kuşatması (1529), bu hedef için yapılmış ama gerçekleşmemiştir. İkinci Viyana Kuşatması da (1683) başarılı olamamıştır. Bu olaydan sonra Kızılelmalar unutulmuş, Osmanlı can derdine düşmüştür. Bugünkü Kızılelma, büyük Türk milletinin tek bayrak altında, dünyanın en ileri ve en müreffeh devleti olarak sonsuza kadar yaşatılması ülküsüdür. Türkçülerin vazgeçilmez rüyası, bu hedefe mutlaka ulaşılmasıdır (Deliorman, Orkun, Sayı: 41, Temmuz 2001: 8-9).
İslami bir motif olan “i'la-yı kelimetullah” anlayışına göre Osmanlı hükümdarının vazifesi, Allah’ın ismini yüceltmek, dünyaya yaymak ve kabul ettirmekti. Bu anlayış, sultanın vazgeçemeyeceği, ihmal edemeyeceği, gerçekleştirmek için canını bile feda edebileceği bir ideal olarak algılanmıştır. Fatih, Trabzon’un Fethi’ne giderken annesi kendisine “Bu zahmet niye? Değer mi?” dediğinde ona “Ana bu Allah’ın emridir. Vazgeçemem.” demiştir. Bu anlayış bütün Osmanlı hükümdarlarında vardır (Deliorman, 2010b: 19).
 
1.6. Türklerde Bozkurt Anlayışı ve Altan Deliorman’ın Duruma Bakışı 
Türklerin kültür hayatında önemli bir yere sahip olan “bozkurt” sembolü, birçok araştırmacı için bir merak konusu olmuştur. Bozkurt nedir? Neyi ifade etmektedir? Niçin sembol olmuştur? Ya da neden Türklerin kendisiyle özdeşleşmiştir? Birçok derneğin hatta siyasi partinin simgesi hâline gelen bozkurt neden bu kadar önemlidir? Tarih araştırmacıları, bu soruların cevabını makalelerinde, yazmış oldukları kitaplarda belirtmişlerdir.
Bu araştırmacılardan birisi olan Emel Esin, bu konuyla ilgili bir makalesinde, Türeyiş Efsanesi’nden hareketle, Türklerin hürriyetinin tehlikeye düştüğü bir durumda boyunduruğa girmeyen bir yaratılışın timsali olan “böri” yani kurdu işaret etmektedir. Esin, Şimalî Chou (MÖ 556-581) devri Çin tarihinin konuyu şöyle anlattığını ifade eder: “Rivayetler muhteliftir fakat hepsi şu noktada birleşir: Göktürkler bir dişi böriden türemiştir.”  Makaleye göre, Sui devri tarihi ise,“Ashina” nın hikâyesini anlatmıştır. Buna göre Göktürklerin ataları P’ing-Liang’da yaşayan Hu (Çin aslından gelmeyen) bir boydur. Bu boyun adı Ashina’dır. Efsaneye göre Türklerin düşmanları, yalnız bir oğlan çocuğu dışında, Türklerin hepsini öldürmüştür. Çocuğun ayakları ve elleri kesilerek orada bulunan büyük bataklığa atılmıştır. O sırada bataklıkta bulunan dişi bir böri çocuğu et ve yiyeceklerle besleyerek büyütmüştür. Efsaneye göre çocuk dişi böri ile çiftleşmiştir. Dişi böri gebe kalmış, ancak çocuğun bulunduğu yeri haber alan düşmanlar çocuğu bularak öldürmüşlerdir. Böri ise Altay Dağları’na kaçıp oradaki bir mağarada on çocuk dünyaya getirmiştir. Bu on çocuktan birinin adı Ashina’dır. Sonradan hakan seçilmiştir. Bayrağında böri başı tasviri vardır. 8. yy.de Uygur hakanlarının da bayrak direği üzerinde “böri” başı tasviri bulunmakta idi. Çin tarihi, bu bayrağa merasim ile saygı gösterildiğini kayıt etmektedir (Esin, Bozkurt, 3 Mayıs 1972: 8-12).
Diğer bir araştırmacı H. Fethi Gözler ise bir makalesinde Türklerin kurdu bir totem gibi görüp ona taptıklarını, nesillerini de kurda bağlayıp buna inandıklarını düşünmektedir. Gözler’e göre kurt, destanlarda olağanüstü bir varlıktır. Oğuz Destanı’nda Oğuz’un (Mete Han) her başarılı işi bozkurdun rehberliğine bağlanmıştır. Göktürklerin Bozkurt Destanı, Türklerin bozkurt soyundan geldiğini anlatmaktadır. Ergenekon Destanı da aynı konuyu işlemektedir. Uygurların Türeyiş Destanı’nda da kurt bir totem ve ata olarak gösterilmiştir.  Destanlardan başka kurt motifine Orhun Yazıtları’nda da rastlanmaktadır. Yazıtta “Babam Kağan’ın askeri kurt gibiymiş, düşmanları koyun gibiymiş.” ifadeleri vardır (Gözler, Türk Dünyası, Sayı: 1, Şubat 1955: 26-29).
Kafesoğlu, kurtla ilgili olarak,  Bozkurt ve Kutludağ efsanelerinde kurdun ata ve kurtarıcı rehber olarak ortaya çıktığını, dişi kurttan doğduklarına inanan Göktürklerin her yıl ata mağarası önünde resmî törenler yapıp hakanlık sembolü tuğun (sancağın) tepesine altından bir kurt başı koyduklarını iddia eder. Kafesoğlu’na göre, Eski Roma’daki Romus-Romulus Kardeşler ve dişi kurt efsanesi de doğu yani Türk kökenlidir (Kafesoğlu, 2008: 78).
Altan Deliorman’a göre, eski kaynaklarda, kurttan türeyenlerin Türkler olarak tanımlandığı ifade edilmektedir. Türklerin kurttan türediklerine ait inançlar Çin kaynaklarında da geçmektedir. Kurttan türeme, sadece Göktürklerde değil,  bütün Türk boylarında vardır. Türklerin bütün destanlarında bozkurt; ata, rehber ve kurtarıcı olarak rol oynamıştır. Kurttan türeme, Türklere gurur, emniyet ve geleceğe güvenle bakma duygusu vermiştir. Bazen ana bazen baba gibi milletin sıkıntıya düştüğü zamanlarda, kurt ortaya çıkıp Türklüğü kurtararak devamlılığı sağlamıştır. Ergenekon Destanı ve Kurt Dağı efsanelerinde bozkurt, millî bir kılavuzdur (Deliorman, Türk Kültürü, Sayı: 55, Mayıs 1967: 470-475).
Altan Deliorman’a göre, Bozkurt Efsanesi’nde Ashina ailesinin ceddi kurt olarak gösterilmektedir. Hanedanın, Ashina ailesinden gelmesine dikkat edilmiştir. Kurt böylece siyasi bir nitelik kazanmıştır. Ashina soyu, Göktürklerin kurulmasında rol oynamıştır. Ashina adı, kız çocuklarına da konmuştur. Ashina ailesi Metehan’ın mensubu olduğu “Tuku” ailesinin de bir kolu olarak soy birliğini göstermektedir. Kurt, Türk Ashina zinciri, Ashina’nın babasına verilen “Türk” unvanından dolayı Göktürk Devleti adını alması muhtemeldir. Kurttan türeme, MÖ 2. yy.de canlanmıştır. Göktürk Yazıtları’nda kurt “Böri”, Reşidüddün’ün eseri Camiü’t-Tevarih’te ve Şecere-i Türk’te,[3]  Börtçene (bozkurt) olarak geçmektedir. Ancak burada yaratılış Hz. Âdem’e dayandırılmıştır. Türk destanlarında bozkurt sembol olarak bulunmaktadır. Bozkurt Ergenekon’dan çıkışta yol gösterici rolündedir. Bozkurt Türk neslinin devamını da sağlamakta Türk’ü çeşitli felaketlerden kurtarmaktadır (Deliorman, 2009d: 31-33). Oğuzname’de bozkurt, “Kök Börü” diye geçmektedir. Türk topluluklarında kurt başı bayraklar bulunmaktadır  (Deliorman, 2009d: 64).
Altan Deliorman’a göre, Türk destanlarında “ışık,” “kutlu dağ” gibi, bozkurt da bir motiftir. Bozkurt; hayatiyetin, millî rehberin, kurtuluşun yani hür ve bağımsız yaşamanın sembolü olmuştur. Eski Türklerde millî kahramanların çoğu bozkurt sembolü ile temsil edilmiştir. Ashina’nın hem bozkurt anlamına gelmesi hem de Hun ve Göktürk hükümdarlık ailesinin adı olması tesadüf değildir (Deliorman, 2010b: 13).
Altan Deliorman’a göre bozkurt, Türklere has bir semboldür. Bozkurt ile sembolize edilen fikir, “Türk birliği”ni, Türklerin huzur güven içinde yaşamalarını,  genişleyip büyümelerini sağlayan fikirdir. Türklük, Türkçülük, bozkurt üçgeni böylece meydana gelmiştir. Bozkurdun Şamanizm ve totemizm ile ilgisi bulunmamaktadır. Bozkurt dinî değil, millî karakterde bir semboldür. Bozkurtun Gök Tanrı dininden başka Müslüman Türkler ve hatta Hristiyan Gagavuzlara kadar çeşitli dinlere mensup Türk topluluklarında etkili olması, onun din dışı bir karaktere sahip olduğunu göstermektedir. Bozkurdun millî ülkünün sembolü olması siyasetle de ilgisinin olmadığını göstermektedir. Bozkurt, Türk milliyetçiliğinin sembolü seçilmiştir. Türklüğün bugün bulunduğu tehlikelerden kurtulması, Türk milliyetçiliğine sarılmakla mümkün olabilir. Millî şuuru, millî gururu, millî kültürü, millî heyecanı olmayan milletler millet değil, ancak halk yığını olabilirler (Deliorman, Türk Kültürü, Sayı: 55, Mayıs 1967: 470-475).
Bunları bağımsızlık, hâkimiyet ve hukuki nitelik taşıyan birer sembol olarak gören Altan Deliorman, bozkurdun totem olamayacağını savunmaktadır. Ona göre totem, geri toplumların ürünüdür. Totemde ana hukuku görülürken, Türklerde baba hukuku vardır. Türkler yerin göğün sahibi tek bir Tanrı’ya inanmışlardır. Bunların dışında Türklerde bozkurdun Anadolu’da inanış ve izleri de çoktur. Mesela çoğu yerde kurdu avlamak uğurlu sayılmamaktadır (Deliorman, 2009d: 72-73). 
Altan Deliorman’ın Türk tarihinde ifade ettiği bozkurt hassasiyeti Cumhuriyet Dönemi’nde Atatürk’ün bazı faaliyetlerinde de önemli bir unsur olmuştur. Mesela Namık İsmail Bey’in hazırladığı “bozkurtlu arma” 30 Haziran 1926’da devlet arması olarak birinci seçilmiştir. Yine Cumhuriyet’in dördüncü yılında Resimli Gazete’nin kapağı Türk bayrağı, yaprak ve bozkurt amblemi ortasında Atatürk’ün fotoğrafı konularak basılmıştır. Atatürk’ün isteği ile ünlü Ressam İbrahim Çallı tarafından yapılan “Ergenekon-1” adlı tabloda da bozkurt motifi işlenmiştir. Atatürk’ün emriyle Kahramanmaraş’ta da bayrak tutan bozkurt heykeli yapılmıştır. Bu ve buna benzer durumları çoğaltmak mümkündür (bk. Candan, 2007: 219-274).
 
1.7. Altan Deliorman’ın Vatan Anlayışı 
Altan Deliorman’a göre, milletler, Allah’ın kendilerine biçtiği kaderi yaşayarak gelişme göstermektedirler. Milletlere yeryüzünün belli bir toprak parçası Allah tarafından verilmiştir. Can ve kan verilerek kazanılmış olan toprak, milleti ve onun fertlerini barındırır, tehlikelerden korur, tabii zenginlikleriyle doyurur, giydirir, çoğaltır ve devamlılığını sağlar. Bu sebeple toprak bir bakıma ana baba gibidir. Milletin zevkini yansıtan sanat, mimari bayındırlık eserleri de vatan toprağı üzerinde bulunmaktadır. Milletin tarihî serüveni de vatan toprakları üzerinde geçmektedir. Bu da vatanı kutsallaştırmaktadır. Altan Deliorman’a göre, tarihte Türklerin iki ana vatanı olmuştur. Birincisi Türkistan’dır. İkincisi ise bugünkü Türkiye Cumhuriyeti topraklarıdır. Türkler vatan olarak yaşadığı bölgeleri yapmış oldukları göçlerle değiştirmişlerdir. Türklerin bilinen ilk vatanlarında “Afanasyevo kültürü” hâkim olmuş, onu Andronova kültürü takip etmiştir. MÖ 7. yy.de Türkler, Altaylar’da görülmüşler, Yakutlar Sibirya’ya Çuvaşlar, Ural Dağları güneyine yerleşmişlerdir. Hindistan ve İndus bölgesine göçler, MÖ’ki yıllarda gerçekleşmiştir. 11. yy.e kadar süren Türk göçlerinde Hunlar, Avarlar, Bulgarlar, Oğuzlar, Peçenekler, Kumanlar, Uzlar, Macarlarla birlikte, Orta Avrupa’ya Balkanlar’a göç etmişlerdir. 11. yy.de Türkler Kansu’ya Ordos bölgesine oradan da Türkistan’a yerleşmişlerdir. Böylelikle Oğuzların göçü büyük tarihî sonuçlar doğurmuş, Türkler, Irak, Suriye, Azerbaycan ve Anadolu’ya yerleşerek buraları vatan yapmışlardır. Büyük Selçukluları kuran Oğuzlar, Selçuklu Atabeyliklerini, Anadolu Beyliklerini, Azerbaycan Hanlıklarını ve Osmanlıyı da kurarak Balkanlar ve Orta Avrupa’ya yayılmışlar, Rumeli’yi bir Türk ülkesi yapmışlardır. Buralara daha çok yönetici tabakayı yerleştirip, köleci bir anlayış gütmeden, hak ve adaletli bir yönetim kurmuşlardır. Altan Deliorman’a göre, büyük ana vatanımız Türkistan, uzun yıllar düşman işgali altında kalmıştır. Doğu Türkistan hâlen Çin işgali altında bulunmaktadır. Oğuzlar, Anadolu’yu “Türk boyu” kimliği ile vatan hâline getirmişlerdir. Yoksa buradaki halklarla kaynaşıp yeni bir millet meydana getirmiş değillerdir. Altan Deliorman’a göre vatan atadan kalan kutsal bir emanettir. Kökeni Oğuzlara dayanan Anadolu Türkleri gibi diğer Türk boylarının mensupları da tarihî zaruretlerin meydana getirdiği çifte vatan gerçeğinin, bir gün, “büyük vatan” hâline dönüşeceği inancını kaybetmemelidir. Büyük Türk birliği, büyük Türk vatanında hayalden hakikate dönüşecektir  (Deliorman, Orkun, Sayı: 37, Mart 2001: 11-13).
 
1.8. Altan Deliorman’ın Demokrasi Anlayışı
Halkın kendi kendisini yönetmesi anlamına gelen demokrasi, nüfusu az olan eski Yunan sitelerinde uygulanmıştır. Yunan sitesinde halk “Agora”da toplanarak kararları doğrudan doğruya alabilmiştir. Günümüz toplumunda ise böyle bir uygulama söz konusu olamamaktadır.
Altan Deliorman’a göre günümüzde uygulanan temsilî demokrasi de ise demokrasiyi yozlaştırma, kendi çıkarına göre yorumlama ve yönlendirme girişimleri ortaya çıkmaktadır. 1946’dan itibaren demokrasinin filizlenmesi ve bozulması birbirine paralel gitmiş, 1960, 1971, 1980 askerî darbeleri bu bozulmanın göstergeleri olmuştur. Türk toplumu, kendine uygun bir demokrasi anlayışı oluşturamamış, bir “Türk demokrasisi” anlayışı ortaya konamamıştır. Kendine demokratım diyenler ise demokrasiyi araç olarak kullanabilmektedirler. Asıl olan öncelik, vatan topraklarının bölünmemesi ve bağımsızlığın kaybedilmemesidir. Geri kalan her şey bu öncelik göz önüne alınarak değerlendirilmelidir. Altan Deliorman, demokrasi olmadan da vatanın bütünlüğünün sağlanabileceğini ancak vatan kaybedildiği takdirde demokrasinin bir anlam ifade etmeyeceği kanaatindedir. Ona göre demokrasinin de kaybedilebileceği ihtimali göz ardı edilmemelidir. Demokrasiye inanmakla ve katılmakla beraber, onun kötü niyetlilerin mekanizması hâline gelmesine de karşı durulmalıdır. Altan Deliorman’a göre demokrasi  “açık rejim” olmakla beraber, “sütten çıkmış ak kaşık” da değildir. Dünyada hâlen krallıklar,  meşruti rejimler ve diktatörlükler bulunmaktadır. Diktatörlük ile yönetilen halk demokrasileri bile kendilerini gerçek demokrasi olarak tanımlamaktadırlar. Bu anlamda demokrasiyi her ülke kendi rejimine göre yorumlamaktadır. Devlet başkanlığı sembolik bir anlam ifade eden Avrupa kraliyetlerinde ise demokrasiye engel olunmadığı kanısı yaygındır (Deliorman, Demokrasi Her Derde Deva mı? 115. sayı, Orkun Türkçü İnternet dergisi, Sayı: 175, http://www.orkun.com.tr/28.05.2013).
Altan Deliorman’a göre demokrasiyi nizam ve hürriyet fikirleri oluşturmaktadır. Demokrasi, bütün milletin huzur, refah ve mutluluğunu gerçekleştirmeyi hedefler. Demokraside hürriyetler sınırlandırılabilir. Bu anlamda toplumsal akıl ve adalete dayanılması koşuluyla fikir hürriyeti değil ama ifade hürriyeti sınırlandırılabilir. Çünkü ifade hürriyetinin suiistimal edilmesi daha kolaydır (Deliorman, Dünden Gelen Sesler: Otorite ve Demokrasi 149. sayı, Orkun Türkçü İnternet dergisi, Sayı: 175, http://www.orkun.com.tr/ 20.05.2013).
 Altan Deliorman’ın tespitlerine göre insanların doğuştan eşit ve hür olduklarının kabulü, demokrasinin değişmez ve evrensel ilkelerinin başında gelmektedir. Toplumu yöneten otoritenin dayanağı toplumun bütün fertleridir. Ancak yönetilenler de eşitliği ve hürriyeti mutlaka korumaları gerekmektedir. Fertlerin demokratik ilkelere saygılı bir iktidara bağlanmalarıyla yönetenlerle yönetilenler özdeşleşmiş olacaklardır. Altan Deliorman’a göre demokrasi, yüzyıllar boyunca yaşanan büyük zorluklardan sonra kurulabilmiştir. Tarih boyunca mutlakiyetçi rejimler iktidarlarını bırakmak istemeyerek gelişen demokrasilere engel olmuşlardır.  Kurdukları rejimleri “halk demokrasisi” olarak gören Marksizm ise insanlar arasında eşitlik olmadıkça, gerçek bir hürriyetin, sadece biçimden ibaret kalacağını öne sürmüştür. Buna dayanarak Marksizm, mülkiyeti elinde bulunduran burjuvazinin ortadan kalkmasını sınıflar arasındaki karşıtlıkların son bulması açısından önemli görmüştür. İktidar yarışının son bulması için tek parti uygulamasına gidilmiştir. Fakat uygulamada egemenlik, tek siyasi parti üst yönetiminin eline geçmiş olduğundan demokrasi yerine, yeni tip bir oligarşi ortaya çıkmıştır (Deliorman, Orkun, Sayı: 45, Kasım 2001: 10-12). 
Altan Deliorman’a göre, Türk demokrasisinin tehlikeye düştüğü zamanlar da yaşanmıştır. Bu tehlikelere karşı milletçe hep beraber uyanık olunmalı, birliğimizi beraberliğimizi bozmaya çalışanlara asla fırsat verilmemesi gerekmektedir. Türk nesilleri, devamlı kayıplar, sosyal ve iktisadi krizler, kültür ve medeniyet buhranları sonunda bugünkü hâle düşmüştür. 1980 sonbaharında başımıza gelen hâllerin kökeninde, devlete, vatana milliyete olan bağlılığın sarsılması yatmaktadır. Altan Deliorman tehlike dönemlerinde kurtuluşun hangi yönde olacağını kestirebilmenin tarih şuuruna sımsıkı sarılmakla mümkün olabileceğini savunmuştur (Deliorman, Toplum Cinneti ve Tarih Şuuru, 159. sayı, Orkun Türkçü İnternet Dergi Sayı:175, http://www.orkun.com.tr/13.05.2013).
 
1.9. Altan Deliorman’da Devlet Anlayışı
Altan Deliorman’a göre Türk devlet geleneğinde,  halkın güvenliğini sağlamak, vatandaşlarını refah içerisinde yaşatmak, kanunları adaletle uygulamak, Türk soyundan olanları birleştirmek gibi evrensel ilkeler mevcuttur. Ancak Türklerin tek bayrak altında birleşmelerini sağlamak ilkesi günümüz devletinde bulunmamaktadır. Türkçülüğün temel dinamiklerinden birisi olan bu ideal için uzun vadeli devlet politikaları da mevcut değildir. Tek parti döneminde Anayasa’ya girmiş olan devletçilik, özel teşebbüsün yapamayacağı ölçüdeki işlerin ve yatırımların devlet tarafından gerçekleştirilmesini hedeflemiştir. Ancak sonraki dönemlerde devlet teşekkülleri birer arpalık hâline gelmiş, devletçilik, genel gidişe ters düşmüştür. Altan Deliorman’a göre Türkçüler devleti kutsal sayan gelenekçi anlayışın savunucusudurlar. Türkçülere göre devlet zayıfladığı ve zevale sürüklendiği zaman millî varlığımız da heba olmaktadır. Bu bakımdan devlete yönelen hain saldırıların arkasındaki niyetlerin isabetle teşhis edilip bunlarla amansız bir şekilde mücadele edilmesi “millî beka” için şarttır. Yer altı ve yer üstü servetleri korunmalı, yabancılara peşkeş çekilmemelidir. Devletin küçülmesi anlayışı da yanlıştır. Altan Deliorman’a göre vatandaşın devlete karşı, kanunlara saygılı olmak, devlet giderlerine katılıp vergisini vermek, askerlik borcunu ödemek gibi görevleri bulunmaktadır.  Ona göre Anayasa, devletin vatandaşa, vatandaşın devlete karşı olan görevlerini belirten siyasi, sosyal, kültürel bir sözleşmedir. Anayasa devlet ve vatandaş arasında güvenlik içerisinde ahenkli işlerse otorite sarsılmayacaktır. Ancak belli bir şahsın elinde diktatörlüğe, bir grubun lehine istismar edildiği zaman da oligarşiye dönüşebilmektedir. Altan Deliorman’a göre devlet millî bağımsızlığın teminatıdır ve sonsuza dek yaşatılması şarttır. Bu yüzden devletin, sağlam bir temelde yeniden yapılandırılması gerekmektedir. Bununla beraber, devletin bölünmezliğine yönelik yurt içinden ve dışından gelebilecek, tehlike ve tehditlere karşı tedbirli olunması lazımdır. Devletin asli görev alanları savunma, güvenlik, adalet, maliye, dış politika ve bayındırlıktır. Devletin eğitim, kültür, ulaştırma ve ekonomi alanlarında paylaşımcı ve sınırlı bir faaliyet göstermesi gerekmektedir. Millî serveti çekinmeden israf eden bürokrasinin de ıslah edilmesi şarttır. Devletin yönetici kadrosunun, Türk kültürüne, anlayışına, millî çıkarlara, hedeflere aykırı eğilimlerdeki kimselerden oluşmaması için istihdamın buna göre yapılması, hizmete alınacakların lekesiz, şaibesiz, ihtirassız, dürüst, faziletli, çalışkan ve becerikli kimselerden oluşmasına dikkat edilmesi gerekmektedir. Altan Deliorman, devletin bu önerileri gerçekleştirmesi hâlinde, devlete olan güven duygusu artacaktır. Bugünkü vatandaş-devlet ilişkilerinde karşılıklı güven duygusunun kalmayışı bir tehlikedir. Bugünkü devletin hukuk sisteminde ciddi aksamalar görülmektedir. Türk mahkemelerinde hâkimler, binlerce dosyanın altında ezilerek sağlıklı karar verememektedirler. Toplum yapısına aykırı düzenlenen kanunlar, mağduru daha da mağdur yapmaktadır. Suçluların cezasız kalması durumunda, bu sefer de insanlar hakkını çetelere yönelerek sağlama yoluna gitmektedirler. Sağlık sistemi de sorunludur. Devlet dairelerinde vatandaşlar işini haraç ve rüşvet ödemeden çözemez hâle gelmiştir. Bu durumda vatandaşın devlete olan güveni kalmamaktadır. Altan Deliorman bunun sebebini beceriksiz siyasi iktidarlara bağlamaktadır. Diğer yandan siyasi iktidarların devlet kontrolündeki iktisadi işletmelere kendi kadrolarını yerleştirmeleri de yakışıksız bir durumdur (Deliorman, Orkun, Sayı: 39, Nisan 2001: 13-15).
Altan Deliorman’ın devletin durumu ile ilgili yaptığı bu tespitler, 2000’li yılların başında devlet vatandaş ilişkilerinin ne durumda olduğunu gözler önüne sermektedir. Ancak 2000’li yıllardan bugünlere geldiğimizde devlet-vatandaş ilişkileri, ekonomi ve siyasette yaşanan istikrar ortamına ve teknolojik gelişmelere paralel olarak olumlu yönde köklü değişime uğradığı söylenebilir. Altan Deliorman’ın vurgulamaya çalıştığı nokta, devletin toplumun derdine deva olması, onu huzurlu yaşatması için hukukunu, eğitimini, politikasını, milletin iradesi doğrultusunda oluşturmasıdır. Türk devlet felsefesinin temelinde var olan “Milleti yaşat ki, devlet yaşasın.” anlayışı mutlaka uygulanmalıdır.
 
1.10. Türk Milliyetçiliğine Yönelik Eleştiriler ve Altan Deliorman’ın Duruma Bakışı
Altan Deliorman, 2000’li yıllarda kaleme aldığı bir makalesinde,  milliyetçiliğin çok geniş ve çeşitli yorumlara açık bir kavram olduğunu vurgulamaktadır. Ona göre bazı aydınların, azınlıkların başkaldırı teşebbüslerini dahi makbul milliyetçilikler kategorisine koymaları esef verici bir tutumdur. Türk milliyetçiliğini kısaca “Türkçülük” olarak tanımlayan Altan Deliorman Türkçülüğü, bir fikir sistemi ve inanç meselesi olarak görmektedir. Ona göre bu fikir sisteminin doğru, isabetli ve uygulanabilir olduğuna inananlara “Türkçü” denmektedir. Türkçülüğü incelemiş olan yerli ve yabancı yazarların bir kısmı Türkçülüğe ön yargılı olarak yaklaşmış, dolayısıyla yanlış hükümlere varmışlardır. Buna dayanarak bu Türkologların hepsine Türkçü denilemez. Türkçülük hakkında en doğru yargıya varmanın yolu, öncelikle Türkçülerin kaleminden çıkmış eserlerin, yazıların, araştırma ve incelemelerin okunup anlaşılmasından geçmektedir. Altan Deliorman milleti, kültürel unsurlarla tanımlayıp bunun üzerinden milliyetçilik yapmanın etnik ayrımcılığı getireceğini düşünmektedir. Karşısına “mozaikçi”[4] anlayış çıkarıldığında, etnik başkaldırı hız kazanacak, kendilerini Türk saymayan gruplar, Türk devletine karşı silahlı mücadeleye girişecektir. Bir kısım çevrelerce dile getirilen “Birlikte yaşama iradesi, aynı kaderi paylaşma, vatandaşlık bağına bağlı ortak hukukun getirdiği dayanışma ancak siyasi milliyetçilikle gelişir.” iddiası karşısında, Türk milliyetçileri siyasi bir milliyetçilik anlayışına sıcak bakmamaktadırlar. Altan Deliorman’ın tespitlerine göre “soy birliği”ne göre yapılan millet tarifi etnik gruplar içinde ayrımcılığa yol açacaktır. Altan Deliorman’a göre bazı çevreler, kültür milliyetçiliğini dahi tehlikeli bulmaktadırlar. Siyasi Kürtçülüğe karşı çıkarak, getireceği tehlikelere kamuoyunun dikkatini çekmek isteyen kişiler ise bazı kalemlerce bölücülüğü kışkırtmakla suçlanmaktadırlar. Geçmişte, Atsız’ın l967’deki makalelerinde yapmış olduğu ikazlar da bölücülük olarak görülmüştür. Türkçülük, bölücülüğün her çeşidine karşıdır ve önde gelen ilkesi bütünü savunmaktır. Bu anlamda Türkçülük, Türkiye ölçeğinde ülke bütünlüğünü esas alır, bu bütünlüğe yönelmiş dolaylı veya dolaysız bütün tehditlerin de kesin olarak karşısındadır. Altan Deliorman’a göre Türkçülüğü bölücülükle suçlayanlar, Türkçülüğü istemeyen ve kendilerini Türk hissetmedikleri için Türkçülüğü hazmedemeyenlerdir. Bu çevrelerin bir kısmı milliyetçiliği zayıflatmak isteyen “küreselci” görüşün etkisindedirler. Bir kısmı ise bölücülerle iş birliği içerisinde çalışanlardır. Altan Deliorman’a göre Türkçülüğe yapılan her saldırı bölücülüğe destek anlamına gelecektir. Türkçülere düşen görev, bütün güçleriyle ülkü yolunda ilerlemeye devam etmeleridir (Deliorman, Gerçek Bölücüler Kim? Sayı: 87, Orkun Türkçü İnternet dergisi, Sayı: 175, http://www.orkun.com.tr/ 27.08.2013).
Altan Deliorman, milletini sevmek, millî değerleri özümsemek, diline, dinine, kültürüne sahip çıkmak ve korumak anlamına gelen milliyetçiliği neden gerekli gördüğünü bir makalesinde şöyle açıklamaktadır: Birinci neden, millî şuur, millî irade, millî azim içerisinde Türk milliyetçiliğinin benimsenmesi, küçük büyük bütün meselelerin çözümünde zaruri olmasıdır. İkinci neden, komünizmin bertaraf edilmesi için milliyetçilik gereklidir. Üçüncü neden, topyekûn kalkınmanın sihirli anahtarı olarak kabul edilen millî şahlanışın temini için tek formül milliyetçiliktir. Dördüncü neden, bütün Türklerin hür ve bağımsız yaşamaları için milliyetçilik gereklidir. Beşinci neden ise milliyetçiliğe yönelik eleştirilere cevap verebilmek için milliyetçilik şarttır. Milliyetçilik genel olarak zararlı, kötü, hayalci, memleket menfaatlerine aykırı bir cereyan olarak gösterilmek istenmektedir. Altan Deliorman’a göre milliyetçiler, Türk milliyetçiliğinin yüce bir duygu, medeni ve modern bir anlayışa sahip, her Türk’e şeref verecek bir düşünce sistemi olduğuna inanmışlardır. Ahlak şeref, namus, doğruluk, haysiyet gibi yüce değerler milliyetçilik anlayışının içinde saklıdır. Buna rağmen milliyetçilik aşırılıkla suçlanmıştır. Altan Deliorman’a göre milliyetçiliğin ülkeyi maceralara sürükleyeceği iddiası gerçeklere aykırıdır. Çünkü milliyetçilik, akılcı gerçekçi ve temeli ilim zihniyetine dayanan bir görüştür. Türk birliğini isteyen bir anlayışın Türkleri maceraya sürüklemesi anlamsızdır. Altan Deliorman, milliyetçiliğin hayalci olduğu, memleketin sorunlarına, çözüm yolları getirmede âciz olduğu iddiası karşısında, Türk milliyetçiliğinin, maziden gelen ve istikbale yönelen bir fikir akımı olduğunu, Türklüğün tarihini ve geleceğini çevrelediğini, bugünün bir modası değil, kuvvetini Türklüğün yüce ruhundan ve hasletlerinden aldığını ifade etmektedir. Altan Deliorman’a göre milliyetçilik, Türk milletinin, yücelmesi, yükselmesi genişlemesi ve büyümesi için çalışır (Deliorman, Millî Işık, Sayı: 40, Ağustos 1970: 21-22).
 
SONUÇ
Altan Deliorman Türkçülüğün gelecek ideallerini ortaya koymuş bir fikir adamıdır. Bu bağlamda düşünüldüğünde bir kültür milliyetçisi olan Altan Deliorman’da “millet kavramı” kültürün üzerinde yükselerek anlamını bulmaktadır. Çünkü onun anlayışında milletler ancak kültürleriyle var olmuşlardır.
Bütün hayatı boyunca sadece çalıştığı görevlerde, kişiliği ve kişiliğinin ayrılmaz bir parçası olan ilmi karakteri ve azimkâr beyni ile Göktürk Kağanı Bilge Kağan’ın “Türk milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım. Kardeşim Kül Tigin ile sözleştik. Aç milleti tok, giyimsiz milleti giyimli yaptık.” sözleriyle özetlenebilecek bir çalışkanlık gösteren Altan Deliorman’ı anlayabilmek için onu geniş bir perspektifle algılamak gerekmektedir. Altan Deliorman’ı anlamak demek: Onun şahsiyetini, şahsiyetinde etkili olan kimseleri, onun yetiştiği sosyal ve kültürel çevreyi, ilmî anlayışının temellerini, entelektüel çevresini, fikrî hayatına yön vermesinde çok önemli bir yere sahip olduğunu düşündüğümüz Hüseyin Nihal Atsız’ı, tarihçiliğinin gelişimini etkileyen İbrahim Kafesoğlu’nu, bilmek demektir. Türkiye’de Türkçü fikriyata ilmi haysiyet kazandıran Altan Deliorman’ın gerek edebî eserlerinde gerek tarihî araştırmalarında ve gerekse makalelerinde olmak üzere bütün çalışmalarında Türkçülüğün merkeze alındığı ve millî şuurun, vicdanın ve ruhun yüceltilmeye çalışıldığı görülmektedir. Yani Türk kültürü üzerinde bir ortak akıl oluşturma gayretinde olmuştur diyebiliriz. 1970’li yıllarda hocası İbrahim Kafesoğlu ile ve daha sonra da 1990’lı yıllarda yazdığı okul ders kitaplarında ortaya koyduğu şuur, bu ortak akıl projesinin somut göstergesidir.  
Altan Deliorman, makalelerinde ve tetkik eserlerinde, millî kültürün ancak öze dönmekle ayakta kalabileceğini, yabancı kültür unsurları ile donanmamızın millete bir yarar sağlamayacağını savunmakla, millî kültürün zayıflatılmasını önlemek istemiştir. Çalışmamızda, Altan Deliorman’ın Almanya’da çalışan Türk işçilerinin, Türklüklerini unutmamaları ve yabancı kültür hayatına uyum sağlamalarına katkı sunmak amacıyla bir dergi çıkardığından bahsettik. Altan Deliorman, bizzat Almanya’ya giderek oradaki Türklerin yaşamını, aile dramlarını, yabancılarla yapılan evliliklerde yaşadıkları sorunları ve kesin dönüş durumlarında yaşanan sıkıntıları yerinde görerek izlenimlerini ve tespitlerini makalelerine taşımıştır. Bu bağlamda, Altan Deliorman’daki millet sevgisi ülke sınırlarını aşmış ve yurt dışı konferanslarında gösterilen büyük ilgi o günün gazetelerinin manşetlerine de yansımıştır. Bu hassasiyet günümüz Türk dış politikası ve dış Türkler için de örnek alınması gereken bir husustur. 
Altan Deliorman’ın önemli tespitlerinden biri de milletleri ayakta tutan unsurun ahlak oluşudur. Bu tespitiyle Türkçülüğün en önemli temsilcilerinden sayılan Hüseyin Nihal Atsız’la aynı paralelde düşünmektedir. Altan Deliorman milletlerin yok olmasına sebep olan ahlaki çöküntüleri engellemek için de sosyologlara büyük görevler düştüğünü belirtmektedir. 
 “Türk demokrasisi” diyebileceğimiz bir demokrasi modelinin oluşturulamamış olması da Altan Deliorman’ın ciddi tespitlerindendir. Ona göre bunun sebebi millî kültür politikasının olmayışındandır. Altan Deliorman’a göre Türkiye Cumhuriyeti tarihinde yaşanan 1960 Askerî Darbesi, 1971 Askerî Muhtırası ve 1980 Askerî Darbesi’nin özünde de bu gerçek yatmaktadır. Altan Deliorman’a göre, Türk milletinin bir yabancı modeli örnek almayacak kadar köklü bir medeniyete sahip olduğu gerçeği ciddi bir değere sahiptir. 
Altan Deliorman, Türkçülük hareketlerinde meydana gelen değişimlere ve sapmalara rağmen, Atsız ülküsünün devam ettirilmesi noktasında hiçbir taviz vermeden yoluna devam eden ender Türkçülerdendir. Zira 1980 sonrası süreçte Türkçü eğilimin, İslami eğilimlerin ağırlığı altında ezilmesine Altan Deliorman ve Yeni Orkun Yazı Kurulu karşı çıkmıştır. Buna dayanarak diyebiliriz ki Atsız’ın Türkçü çizgisi Altan Deliorman’ın şahsında ve Orkun camiası tarafından sürdürülmüştür. Bu yönüyle Türkçü kuşağın gönüllerini fethederek Türkçülüğün tarihinde en önemli mevkilerde yer almayı hak etmiş olması sebepsiz değildir.
Altan Deliorman’a göre İslam, Türk millî kültürü ile yoğrulmuştur. Zaten, İbrahim Kafesoğlu tarafından savunulan “Türk-İslam ülküsü”nde İslam kültürü, Türkler ve Türk kültürü sayesinde ayakta kalmış ve yayılmıştır. Altan Deliorman aynı zamanda laik bir din anlayışına sahiptir. Altan Deliorman, Türk toplumunun saf ve berrak bir dinî tercihe sahip olduğunu açıkça ifade etmiştir.
Altan Deliorman, Türkçülük görüşlerini günün koşullarına bağlı olarak yorumlamış, hiçbir zaman döneminin gerisinde kalmamış nadir bir kişiliktir. Bu kişiliğin oluşmasında oğlu Bozkurt Deliorman’a göre; aklının, zekâsının ve muhakeme gücünün her insana nasip olmayacak düzeyde mükemmel yaratılmış olmasının payı büyüktür. Gördüğü hataları, şahsiyetlerin siyasi görüşüne bakarak değil de millî vicdan yönünden gözlemleyerek değerlendirmiştir. Yaşadığı dönemde insanların çektikleri acıları, yaşadıkları katliamları kendi dünyasında içselleştirerek yansıtması, onun büyülü kaleminin en belirgin özelliği olmuştur diyebiliriz. 
Altan Deliorman’a göre Türkçülük, Türk tarihinin ilk devirlerinden beri var olmuştur. Ona göre Türkçülük 19. yy.den itibaren kültürel ve ilmî Türkçülüğe,  20. yy.nin ilk çeyreğinden itibaren de siyasi ve geniş kapsamlı Türkçülüğe dönüşmüştür. Bütün Türkçülükte “Türk birliği”ni sağlamak amaçlanmış, bu gaye “Turancılık” olarak adlandırılmıştır. Türkçülük Türk birliğinin gerçekleştirilmesi amacını taşır. Eninde sonunda Turan fikrinin gerçekleşeceği tarihsel süreç örnek gösterilerek savunulmuştur.
Türkçülüğün tarihini, modernleşme çabaları içerisinde ele alıp Türkçü kuşağın aydınlarını, zamanın koşullarını dikkate alarak incelemek, onun başardığı bir hizmet olmuştur. Altan Deliorman İslam öncesi Türk kültür tarihini, Osmanlı çağı ile birleştirip Cumhuriyet’e kadar getirmiştir. Ömrü kifayet etseydi Cumhuriyet Devri Türkçülüğüne dair bir eser meydana getireceğini de çalışmalarından anlamaktayız. Altan Deliorman bu yönüyle Türk tarihini bir bütün olarak ele almakta ve Türk tarihinin çok ciddi bir meselesine de ışık tutmaktadır.
Altan Deliorman, milliyetçi teşekküllere öncülük etmeyi bir vicdan borcu olarak görmüştür. Türk Milliyetçiler Derneğindeki, Fetih Yıllarını Aydınlatma Derneğindeki,  Aydınlar Ocağındaki ve Orkun Vakfındaki çabaları onun teşkilatçı yönünü ortaya koymakla birlikte aynı zamanda millî vicdanın pratiğe geçmesi anlamında önemlidir. Bütün dernekler, vakıflar Türkçülüğün ayakta durması ve Türk ülküsünün hedefi olan Türk birliğine ulaşılması yönünde faaliyet göstermiştir. Bu teşekküller komünist fikriyata karşı da mücadele etmiştir. Kanaatimizce bu dönemlerde Türkçü teşkilatlar, anarşiyi önlemede asıl tehlikenin komünizm olduğu bilinci ile hareket etmişlerdir. Komünizm sınıf mücadelesinin gereği olarak hedeflerini gerçekleştirmek için, karşısına engel olarak gördüğü, millet gerçeğini ön plana çıkaran milliyetçiliği dolayısıyla Türkçülüğü hedef almıştır. Bu yönüyle milliyetçilik bu yıllarda komünist faaliyetlerle mücadele etmek durumunda kalmıştır. Altan Deliorman bu süreçte Türk milliyetçiliğinin önemli isimlerinden olan ve Selim Yıldız’ın “Güneyli Yiğit İlhan Egemen Darendelioğlu ve Siyasi Mücadelesi” adlı kitabında (s. 264) “Komünizmle mücadelede millî aktör” dediği İlhan Darendelioğlu’nun suikast sonucu hayatını kaybetmesinden de büyük üzüntü duymuştur. Komünizmle mücadele ve Rusya, Doğu Türkistan ve Balkanlar’daki komünist faaliyetler Altan Deliorman ve babası Mahmut Necmettin Deliorman’ın kitap ve makalelerine de konu olmuştur.
Türkçülüğün partiler üstü savunuculuğunu yapan Altan Deliorman, Türkiye’de meselelerin çözümünde milliyetçiliği tek çözüm olarak kabul eden bir isimdir.
 


[1] Yunanistan’ın 1798’den beri güttüğü “büyük ülkü”dür. 1830’da Yunanistan’ın bağımsızlığa kavuşması ile ilk etabı gerçekleştirilmiştir. Balkan Savaşları sırasında Ege’deki adaların Yunanistan tarafından ele geçirilmesi ile “megali idea” hedefleri devam etmiştir. “Enosis” yani Kıbrıs Adası’nın Yunanistan’la birleşmesi fikri, 20. yy. boyunca Yunanistan’ın gündeminde olmuştur. 1954’te kurulan EOKA-1 örgütü Kıbrıs’ta tedhiş olayları ile anılacaktır. 1963 “Kanlı Noel” olayında Türklerin katledilmeleri Türk hükûmeti çevrelerinde adaya müdahale etme fikrini doğurmuştur (Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı (ATASE),1985: 11-21).

[2]  Hz. Muhammed’in “İstanbul muhakkak fethedilecektir. Bunu yapan hükümdar mükemmel insandır.” hadisiyle İstanbul’un Fethi, millî İslami mefkûre, halk arasında “Kızılelma” olarak yayılmıştır  (Turan, 1969: 38-39).

[3] Hive Hükümdarı Ebu’l Gazi Bahadır Han’ın (1603-1663) ünlü eseridir. Ebu’l Gazi Bahadır Han, hem hükümdar hem tarihçidir. Eser, Moğol ve Türk tarihinin ana kaynaklarındandır. Ebu’l Gazi Bahadır Han eseri tamamlayamadan ölünce, Enuşe Han tarafından tamamlanmıştır. Şecere-i Türk’ü, Ahmet Vefik Paşa Türkçeye çevrilmiştir. Eser Tasvir-i Efkâr gazetesinde tefrika edilmiştir. Aslı Çağataycadır (Gökalp, 1976: 104).

[4] Hasan Celal Güzel’e göre “mozaikçiler”, Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen Türkleri  “Hangimiz saf Türk’üz?” diyerek kaybetmeye çalışmaktadırlar. Türk Dil Kurumunun Türkçe Sözlük’ünde mozaik kelimesinin sosyolojik anlamı, “Değişik dillere ve kültürlere sahip insan topluluğu şeklinde tarif edilmiştir. Buna göre, bir toplumun mozaik olabilmesi için hâkim kültürün bulunmaması gerekir. Sosyolojinin temel kavramlarına göre, %65’inden fazlası aynı etnik, millî veya dinî grubun oluşturduğu toplumlar mozaik toplum olarak görülemez. Mozaik kavramını kullananlar, bu kavramın hâkim kültürün “Anadolu Uygarlıkları” teziyle, kendilerine ata olarak “İyonları”, “Bizanslıları” tercih eder. Selçukluya, Osmanlıya yan bakarlar. İşin kötüsü, oy kaygısıyla seçmen tabanının tamamına şirinlik yapmaya çalışan politikacılar da bu “mozaikçi aydınların dolduruşuna gelmiş ve “çok kültürlülük” teranesiyle mozaikçi nutuklar atmışlardır. Güzel, “Özal, Türkiye’nin mozaik olduğunu iddia ettiği zaman, ona itiraz etmiştim.” demektedir (Hasan Celal Güzel, Radikal, 13.08.2006).