Prof. Dr. Nurullah Çetin’den, Ziya Gökalp’ın “Türkçülük Meselesi” ile ilgili konferans:
“GÖKALP’IN TÜRKÇÜLÜK PROGRAMI CUMHURİYET’İN KURULUŞ FELSEFESİ”
“TÜRK MİLLETİNDENİM, İSLAM ÜMMETİNDENİM, GARP MEDENİYETİNDENİM”
“ZİYA GÖKALP’IN ÖNERDİĞİ BİRÇOK ŞEY, CUMHURİYET’LE BİRLİKTE UYGULAMAYA GEÇTİ”
“GÖKALP’IN TÜRKÇÜLÜK ANLAYIŞI BÖLÜCÜ VE IRKÇI DEĞİL, BİRLEŞTİRİCİDİR”
(Hazırlayan: EVİN GÖKTAŞ)
Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyat Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nurullah Çetin, Türk Ocağı Ankara Şubesinde “Ziya Gökalp ve Türkçülük Meselesi” konusunda konferans verdi.
Gökalp’ın benimsediği, “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Garp medeniyetindenim.” felsefesini hatırlatan Çetin, Gökalp’ın Türkçülük programının Cumhuriyet’in kuruluş felsefesi hâline geldiğini ve önerdiği birçok şeyin de Cumhuriyet’le birlikte uygulamaya geçtiğini vurguladı.
“Ziya Gökalp, Türkçülük meselesini ilk defa ilmî bir zihniyetle sistemleştirmiş büyük bir Türkçü düşünürümüzdür. Büyük bir ilim ve fikir adamıdır.” ifadesine yer veren Çetin, Gökalp’ın Türkçülüğü “ırkî, coğrafî ve kavmî Türkçülük” diye üç ayrı gruba ayırarak tanımladığını belirterek, Gökalp’ın Türkçülük anlayışının bölücü ve ırkçı olmadığını aksine son derece birleştirici olduğunu bildirdi.
“Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet aslında Ziya Gökalp'ın halka doğru ilkesini kurumsal olarak hayata geçirmiş bir projedir.” diyen Çetin, şunları söyledi:
“Konuşmama başlamadan önce küçük bir hatırlatmada bulunmak istiyorum. Ben de bilmiyordum bu konferans vesilesiyle öğrendim. Ziya Gökalp'ın ‘Türkçülüğün Esasları’ isimli kitabını okurken dikkatimi çekti. Gökalp, kitabının 10. sayfasında diyor ki,'Türkçülüğün ilk babaları Ahmet Vefik Paşa ve Süleyman Paşa'dır.' iki büyük Türkçü kılavuzun fotoğraflarını Türk Ocakları ve benzeri Türkçü müesseselerde büyük ölçüde asmak gerekir. Bu bir kadirşinaslıktır.’ Üçünün birlikte fotoğraflarını bulup koymak gerekir. O bir vasiyettir aslında. Türk Ocakları Genel Merkezi'nde de yokmuş. Bu önemli bir şey. Ziya Gökalp, Türkçülük meselesini ilk defa ilmî bir zihniyetle sistemleştirmiş büyük bir Türkçü düşünürümüzdür. Büyük bir ilim ve fikir adamıdır. Dolayısıyla o bilgiyi bilimsel bir sistematik içerisinde tanımlıyor ve tasnif ediyor. Kavramsal olarak tanımlama becerisi ve mantıki bir sistem içerisinde de tasnif etme anlayışı var. Bilgiyi kolaylıkla anlatma ve anlamlandırma becerisine sahip. Türkçülük kavramını bu çerçeve içerisinde ele almış. Kitabını iki bölüme ayırmış. Birincisi; Türkçülüğün mahiyeti, ikincisi de programı. Yani önce Türkçülüğün ne olduğunu ve mahiyetini ortaya koyuyor sonra da uygulanabilir bir program hâlinde sistemleştiriyor. Ben de bu sisteme bağlı olarak konuşmamı sürdüreceğim.”
ZİYA GÖKALP’A GÖRE TÜRKÇÜLÜĞÜN TANIMI
Prof. Dr. Nurullah Çetin, Ziya Gökalp’ın Türkçülüğü nasıl tanımladığını şöyle anlattı:
“Ziya Gökalp, Türkçülüğü kısaca şöyle tanımlıyor: ‘Türkçülük, Türk milletini yükseltmektir.’ Demek ki iki kavram var. Birincisi; Türk diye bir kavram var. Bir de bunun nasıl yükseltileceği meselesi var. Kitabın birinci bölümü yani mahiyeti, Türk milleti kavramının ne olduğu ile ilgili bölümdür. Onu tanımlayan açıklayan ve analiz eden bölümdür. İkincisi de bu milleti nasıl yükseltmek lazım. Nasıl yükseltileceği bir tasnif bölümüdür. Şimdi bu programa göre gidelim. Türk milletinden Ziya Gökalp ne anlıyor? O dünya milletlerinin tarihini Türk milletinin tarihi ile birleştirerek bir bölümlendirme yapıyor. Sosyolojik bir tasnif yapıyor. Bunu da üç kavramla ifade ediyor: Birincisi cemia, ikincisi camia, üçüncüsü de cemiyet. Bunlar Arapça kavramlar. Cemia, aşiret ve klan anlamında. Yani aynı anadan ve babadan doğmuş olan insanlar. Başka soy ve klanların karışmadığı saf bir kavmî yapı. Toplumların ilkel dönemlerindeki sosyolojik durumunu buna bağlıyor. Ama zamanla bu aşiret, kavim ve kabileler tanıştılar ve birleştiler. Siyasî, idarî ve coğrafî bir birlik oluşturdular. Buna da camia diyor. Yani feodal derebeylikler ve imparatorluklar şeklinde bir yapı kazandılar ve büyüdüler. Farklı dil, din ve etnik aidiyetlerden oluşan insanlar. Fakat zamanla bu imparatorluklar bünyesindeki milletler, millî şuurla kendilerine geldiler, uyandılar ve cemiyet oldular. Modern sosyolojik anlamda millet kavramı, bu cemiyeti ifade ediyor. Millet dediğimiz kavram cemiyettir. Türk milletinin de böyle bir tarihî gelişim sürecini ifade ediyor. Biz de eski ilkel dönemde kavmî dönemi yaşadık, sonra büyüdük ve imparatorluklar kurduk. Hun İmparatorluğu, Avarlar, Göktürkler, Selçuklular, Osmanlılar diye geldik.”
TÜRK MİLLETİ, TÜRKİYE VE MİLLÎ BİR TOPLUMSAL YAPIYI İFADE EDİYOR
Bugün geldiğimiz noktada cemiyetin yani Türk milletinin, Türkiye ve millî bir toplumsal yapıyı ifade ettiğini kaydeden Çetin, şöyle devam etti:
“Türkçülük esas itibarıyla temelde Ziya Gökalp'ın bu cemiyet dediği sosyolojik yapının anlaşılması ve yükseltilmesidir. Bunu da insanlar farklı Türkçülük algıları olduğu için onlarla mukayese ediyor. Gökalp’ın kendisinin de onlara karşı önerdiği bir Türkçülük kuramı var. O da şu: ‘Birincisi ırkî Türkçülük.’ diyor. Yani ‘ırkî, kavmî ve coğrafî Türkçülük’ diye üç farklı Türkçülükten bahsediyor.
- IRKÎ TÜRKÇÜLÜK: Irkî Türkçülük, insanları kan bağana göre tasnif eden ve milletleştiren bir anlayıştır. Yani aynı etnik kökenden gelen ırkı esas alan bir yapı. Aynı ırka mensup olan insanların toplaştığı, bir arayla geldiği hukukî ve siyasî bir zümreye Türk milleti diyenler var. ‘Bu ırka mensup olmayanları da bunun dışında bırakıyorlar.’ diyor. Gökalp, bunu kabul etmiyor ve böyle bir Türkçülüğü benimsemiyor. Diyor ki, ‘Bu ırk dediğimiz şey insanlarda değil hayvanlarda aranır. Hayvanlarda cins aranır. Mesela Arap atı, İngiliz atı, Macar atı gibi saf ırktan olan hayvanların önemli olduğu, normatif anlamda değerli olduğu gibi. Oysa insanlar en eski cemai yani kavmî dönemde savaşlarda ve değişik sebeplerden dolayı karışıp bir araya geldiler. Dolayısıyla saf ırk çok az kalmıştır.’
-KAVMÎ TÜRKÇÜLÜK: Kavmî Türkçülük, aynı kavme mensup olan küçük bir topluluğun birlikteliğini esas alan bir Türkçülüğü de kabul etmiyor Gökalp.
- COĞRAFÎ TÜRKÇÜLÜK: Üçüncüsü coğrafî Türkçülük. Aynı coğrafî mekânda yaşayan insanların birlikteliği. Bu da Türkçülük için esas alınabilecek bir kriter değildir. Çünkü Türkler çok farklı coğrafyalarda yaşıyor. Sadece Türkiye'de değil, dünyanın pek çok yerinde yaşıyorlar, farklı coğrafî bölgeleri paylaşıyorlar. Dolayısıyla coğrafyayı kıstas alan bir Türkçülük de sağlıklı değildir. Tüm bunların dışında başka millî ve sosyolojik yapılara da yer veriyor Türkçülükle alakası olmayan. Ferdiyetçiliğe bağlı bir kozmopolitizm. Yani bazı insanlar diyor ki,‘Ben hiçbir milleti ve medeniyeti kabul etmiyorum, bütün insanlık tek bir sosyolojik yapıdır, tek bir medeniyettir.’İnsanlar millî, dinî, coğrafî, etnik vs. bağlarla kendilerini tanımlamazlar. Tek başına bir birey olarak fert olarak tanımlarlar. Dolayısıyla insanlık bireylerden oluşur, milletlerden değil. Başka sosyolojik kriterler esas alınmaz. Bu da kozmopolitizmdir.’ Bu, Tevfik Fikret ve Şinasi gibi şair ve yazarların kabul ettiği bir anlayış. Gökalp, bunu da kabul etmiyor. “
OSMANLILIK BİR MİLLET ADI DEĞİL, HANEDAN ADIDIR
Prof. Dr. Nurullah Çetin, “Osmanlı ve Osmanlıcılık” kavramlarının da kabul edilmeyen ve reddedilen kavramlar olduğunu belirterek, “Çünkü Osmanlılık bir millet adı değildir. Osmanlılık bir hanedan adıdır. Yani Osmanlı Devleti, Osman Bey'den itibaren devam eden bir sülalenin, bir ailenin adıdır. Bunu Yahya Kemal, ‘saraylılar ve devlete hizmet edenlerin teşkil ettiği bir topluluk’ olarak adlandırıyor. Ama Osmanlı milleti diye bir millet yok.” diye konuştu.
Çetin, tüm bunlardan sonra Ziya Gökalp'ın Türk milleti terimi için önerdiği özelliklerin neler olduğunu şöyle ifade etti:
“Türk milleti dediğimiz yapı sosyolojik, hukukî ve kültürel özelliklerden birleşmiş bir yapıdır. Onu kendi kavramları ifade ediyor. Dilde ve dinde birleşmiş olan aynı harsı paylaşmış olan insanlar topluluğudur. Bu hars kavramını, sadece kültür olarak aktarıyorlar bu doğru değildir. Ziya Gökalp, bunları bilerek tercih etti. ‘Batılıların kültür dediği şey, bizde iki terimle karşılanır.’ diyor. İkisini de Arapçadan üretiyor. Birisi hars, diğer tehzîbdir. Yani hars sadece kültür değil, kültürün bir bölümüdür. Nedir o hars dediği şey? Türk halkının doğuştan getirdiği ve tabii olarak ürettiği değerlerin toplamıdır. Bunu medeniyetle de mukayese ediyor. Tehzîb yani seçkin medeniyet. Seçkin, güzideler dediğimiz okumuş, eğitim görmüş, belli alanlarda bilgilerle donanmış, çeşitli mesleklere sahip bir zümrenin, insanların ürettiği üst düzeydeki değerler, semboller ve kurallar sisteminin adına tehzîb diyor. Yüksek zümre kültürü diyelim buna. Hars ise halkın herhangi bir eğitim görmeden, bir yönteme bağlı olmayan. Tehzîbin usulü, bilgisi ve bir yöntemi, usta çırak ilişkisi var. Ona bağlı olarak üretilen kurallar medeniyettir. Ama harsta böyle bir şey yok. Onun için Türk halkının kendiliğinden tabii ve fıtratının gereği ürettiği tüm değerleri hars olarak alıyor. Bu harsın işlenerek, modernize edilerek, yeniden üretilmesi ve şekillendirilmesi tehzîbdir. Bize bu lazımdır diyor. Yoksa hars kendi hâlinde ham bir malzeme olarak kalır.”
ZİYA GÖKALP’A GÖRE TÜRK MİLLETİ KAVRAMI
Ziya Gökalp’ın, Türk milleti kavramını terbiye, eğitim, kültür ve hars dediğimiz bu değerlere bağladığını ifade eden Çetin, şunları kaydetti:
“Gökalp, ‘İnsanlar farklı kökenlerden gelmiş olabilirler, farklı kavimlere mensup olabilirler, ama bu insanlar aynı kültür aynı eğitimi paylaşıyorsa onlara sosyolojik, kültürel, siyasî değerler yüklüyoruz. Bunları paylaşıyorsa bunun adı millettir. Türk milleti de budur.’ diyor. Türk milletini yükseltmek nasıl olacaktır? Gökalp bunu bir programa bağlamış ve madde madde saymış. Bir tanesi lisanî Türkçülük, yani dilde Türkçülük. Bu ne demektir? Türkçülüğün, Türk milletinin temelinde aynı dili konuşuyor olmak gerekir. Lisanî Türkçülük, Türkçeyi konuşan ve benimseyen, bir iletişim dili olarak, kültür sanat ve edebiyat dili olarak kabul etmiş olan insanları bu anlamda Türk milleti sayıyor. Bu anlamda Ziya Gökalp'ın söylediği şunlar: Diyor ki ‘Türkçe dediğimiz şey ikidir. Bir hars boyutu var bir de tehzîb boyutu var.’ Türkçenin hars boyutu Türk halkının konuştuğu dildir. Tehzîb boyutu ise İstanbul'da medreselerden, değişik kurumlardan yeniden değiştirilip ve dönüştürülmüş bir Türkçedir. Osmanlı Türkçesi dediğimiz yazı dili olan Osmanlı Türkçesi resmî belgelerde ve divan edebiyatında kullanılan bir dil. Bu tehzîb olan, medeniyete dâhil olan bir yapıdır ve bunu kabul etmiyorum. ‘ 11 Nisan 1911'de Genç Kalemler dergisinden Ömer Seyfettinlerin başlattığı bir Yeni Lisan davası var. Yeni Lisan, yeni bir dil, yeni bir Türkçedir. Ama bu yeniden üretmek değil. O dönem için tartışılan Türkçe ile ilgili iki farklı zihniyet var. Bu iki anlayışa tepki olarak bunu öneriyor. Birincisi fesehatçılar, ikincisi tasfiyeciler. Resmî belgelerde kullanılan Osmanlı Türkçesini Arapça ve Farsça kelimelerin kullanıldığı tamlamalarla yoğunlaştırılmış ve neredeyse Türkçenin dörtte üçü bunlardan teşekkül ettirilmiş bir yapıyı esas alalım ve bunu koruyalım diyenler. Bunlar fesahatçılar. Bir de tasfiyeciler var. Onlar da diyorlar ki, ‘Türkçe olmayan her kelimeyi atalım.Fransızca, İtalyanca, İspanyolca ve Rumca gibi dillerden geçmiş sözler var. Bunların tamamını atalım, saf Türkçe olsun.’ Ziya Gökalp, arkadaşları ile birlikte bu iki sapmaya karşı bir orta yol öneriyor. Bu ne olacak? ‘İstanbullu hanım ve beylerinin de konuştuğu gibi yazalım ve yazdığımız gibi konuşalım. Yani konuşma dili ile yazı dilini birleştirelim.’ Bunlar ayrı. Çünkü halk anlamıyor. Divan edebiyatından anlamıyor, resmî belgelerden anlamıyor. Peki nasıl yapacağız bunu? Yapılacak iş basit. Türkçe karşılığı olan kelimeleri atalım. Arapça ve Farsçaya ait dil bilgisi kurallarını atalım. Edatları, ekleri, tamlama sistemlerini atalım ancak Türk halkının kendi arasında kullandığı Arapça ve Farsça kelimeler kalsın. Dolayısıyla İstanbul Türkçesine bağlı böyle bir dil öneriyor.”
GÖKALP’IN TÜRKÇÜLÜK PROGRAMI CUMHURİYET’İN KURULUŞ FELSEFESİ
Prof. Dr. Nurullah Çetin, Gökalp’ın dil politikasının Türkiye Cumhuriyeti'nin resmî dil politikası olarak da kullanıldığını kaydederek, “Sadece bu değil. Ziya Gökalp'ın önermiş olduğu Türkçülük programı büyük ölçüde Cumhuriyet’imizin kuruluşunda kuruluş felsefesi ve kuralları olarak hayata geçmiştir.” diye konuştu.
Çetin, Ziya Gökalp’ın Türkçülük meselesi ile ilgili anlatımlarını şöyle sürdürdü:
“- Lisanî Türkçülük. Bu anlamda Türkçüler Yeni Lisan anlayışını benimser ve uygularlar. Bunu kullanırlar ve kullanmalıdırlar diyor. Dolayısıyla Türk halkının kullanmadığı ve artık kullanımdan düşmüş eski Türkçe kelimeleri kullanmayalım. Tasfiyecilere tepki olarak böyle bir orta yol öneriyor.
- Sanatsal değerler anlamında bir Türkçülük ilkesinden şunu anlıyor: Türk halkı yüzyıllar boyunca herhangi bir eğitim görmeden, herhangi bir ustayı taklit etmeden tamamen millî fıtratından gelen yapıyla yönlendirmeyle çok güzel, çok saf ve doğal, çok özgün sanat ürünleri ortaya koymuştur. Halılardan, kilimlerden, mimariden, giyim ve döşeme eşyalarından tutun da sanat, edebiyat ve müziğe kadar güzel sanatların her dalında Türkler çok saf, çok orijinal ve çok güzel sanat eserleri ortaya koydular. Türkçülere vasiyet olarak önerdiği bunları ortaya çıkarmalarıdır. Türk halkının bünyesinde var olan bu güzel sanat eserlerini önce meydana çıkaracaksınız sonra da bunları modern yöntemlerle işleyeceksiniz. Burada medeniyet kavramına yüklediği bir kavram var Ziya Gökalp'ın. ‘Hars millettir, medeniyet milletlerarasıdır.’ diyor. Osmanlı Dönemi'ndeki Şark medeniyetini Bizans'a bağlıyor. Bizans medeniyetini de eski Yunan medeniyetine bağlıyor. Onun için Şark medeniyetini kabul etmiyor. Buna karşı Garp medeniyetini kabul ediyor.‘Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Garp medeniyetindenim.’ diye bir anlayış ortaya koyuyor. Yani millî kimliğimiz Türk'tür, dinî kimliğimiz İslamlıktır, medenî kimliğimiz de Garplılıktır. Batı edebiyat tarihini inceliyor. Batılı, Avrupalı ülkelerin her biri kendi edebiyatını modernize ederken önce kendi halk edebiyatı ve kültürlerine bakmıştır. Derlemeler yaptılar türküler, masallar, hikâyeler, destanlar, bilmeceler, atasözlerinden. Sonra bunları yeni sanat yapma yöntemleri ile yani modern şiir, modern roman, modern tiyatro yöntemleriyle işlediler. Neoklasik bir edebiyat yaptılar Avrupalılar. Ne demek o? Klasik olanları yenileştirdiler. Neydi bunlar? Eski Yunan ve Latin edebiyatları idi. Onları olduğu gibi devam ettirmiyor. Değiştiriyor, dönüştürüyor. Değişik imge ve simgelere dönüştürüyor. Bu yeni yöntem dediğimiz şey medeniyet oluyor. Bunların millî bir tarafı yoktur evrenseldir diyor. Her milletin kullanabileceği yapılardır bunlar. Biz de önce edebiyatımızı millileştirmek ve modernleştirmek istiyorsak eğer, önce halk edebiyatını toplayalım. Böyle bir çalışma başlatıyor. Dolayısıyla henüz yazıya geçmemiş halkın konuşmasından, şifahi geleneğinden sözlü gelenek olarak devam eden masallar, türküler, atasözleri, bilmeceler, mâniler, şunlar ve bunlar, kayda geçmemiş gelenekler, törenler, âdetler var. Bütün bunlar toplanacak ama yeni zamanların icapları ve şartlarına göre yenileştirilecek diyor. Bu da medeniyetle olabilecek bir şeydir.İşte harsın tehzîbe dönüştürülmesi budur. Çünkü hars kendi hâlinde bağımsız potansiyel ham bir malzemedir. Onu Garp medeniyetinin yöntem ve metotlarıyla işlersek tehzîb etmiş oluyoruz.”
DEVAM EDEREK DEĞİŞMEK, DEĞİŞEREK DEVAM ETMEK
Çetin, Ziya Gökalp’ın edebî ve ahlakî Türkçülük fikirleri ile ilgili anlatımlarına şöyle devam etti:
“-Edebî Türkçülükten kastı bu Ziya Gökalp’ın. Yani bize ait, Türk'e ait, millî bir sanat, kültür ve edebiyat olacak. Var olan estetik değerlerimizi değiştirerek devam ettireceğiz. Devam ederek değişmek, değişerek devam etmek.
- Üçüncüsü; ahlakî Türkçülük diye bir kavramdan bahsediyor. Bu ahlak tabii insanlar arası ilişkileri en doğru, en güzel, en faydalı şekilde tanzim etmektir. İnsanlar toplum hâlinde, millet hâlinde yaşıyor. Bu insanların kendi arasındaki münasebetler var. Sosyal, siyasî, ticarî, ilmî, insanî medenî vs. O münasebetleri doğru, güzel, anlamlı ve faydalı değerler üzerine inşa ederseniz o ahlak olur.
Ahlakî Türkçülük meselesini de üçe ayırmış Ziya Gökalp: Birincisi vatanî ahlak, medenî ahlak ve meslekî ahlak diye. Türkçüler bu üç alanda ahlaklı olmalı, ahlakî değerler üretmeli ve yaşatmalıdır millet bünyesinde.
- Vatanî ahlak vatanını sevmek, yükseltmek, maddî ve manevî soyut ve somut bütün değerleri işlemek, benimsemek, muhafaza etmek, korumak ve geliştirmektir. Bunun için de madenlerimizi kendiniz işleyeceksiniz, toprağınızı, suyunuzu, hayvanınızı, börtü ve böceğinizi neyiniz varsa bunlara sahip çıkacaksınız. Yabancıların işgalinden ve talanından koruyacaksınız. Bunları Türk milletinin istifadesine sunabilecek bir yapıya getireceksiniz. Vatan sevgisi adına yapılabilecek her türlü fedakârlığı çekinmeden ortaya koymak gerekir. Vatanseverlik sadece topraktan ibaret değildir. Toprakla birlikte bu toprağın üzerinde inşa edilmiş büyük bir Türk-İslam medeniyet mirası var. Ona sahip çıkmak onu korumak ve geliştirmek vatanseverliktir. Sadece kuru kuruya vatanımı seviyorum değil. O vatan için yapılması gereken her şey yapılacak.
- İkincisi; medenî ahlak. Bu da insanlararası ilişkilerde saygı, sevgi, hak ve hukuk gibi değerleri gözetmektir. Yani insanların birbirine saygı duyması, birbirlerinin haklarını çiğnememesi anlamında. Bunu da üçe ayırıyor. Önce Türk kardeşlerimizi severiz ve onların haklarını haklarına saygı duyarız, onlara kötülük ve zulüm yapmayız. Sonra aynı dine mensup Müslümanları severiz, en sonunda da bütün insanlığı severiz. Türklük demek başka milletten, başka dinden ve devletten olan insanlara düşmanlık demek değildir. Dolayısıyla medeni bir ahlak sahibiyiz. Medenî ahlakın gereği de insanlar arası hukuka riayet etmektir.
- Meslekî ahlak. Bu da gereklidir. Toplumlar elbette ki bir iş bölümüne sahiptir. Her mesleğe mensup insanlar vardır. Bundan anladığı şey de iki husustur. Birincisi; her meslek sahibi mensup olduğu mesleğin teknik anlamda gereklerini yerine getirecek. Doktorsa çok iyi bir doktor olacak, hangi meslektense o mesleğin erbabı olacak. Bir Türkçünün mesleki ahlakı bu. Tüccarsa dürüst bir tüccar olacak. Ait olduğu mesleğin teknik donanımına sahip olacak. O olmazsa bir Türkçünün meslekî ahlakı olmuyor.”
EN İYİ TÜRKÇÜ EN İYİ ÜLKÜCÜ İŞİNİ EN İYİ ŞEKİLDE YAPANDIR
Prof. Dr. Nurullah Çetin, “En iyi milliyetçilik en iyi Ülkücülük ve en iyi Türkçülük işini en iyi şekilde yapandır.” görüşünü savunarak, bunun çok doğru bir tanım olduğunu belirtti.
Ziya Gökalp’ın ahlakî Türkçülüğünün meslekî kısmını bu tanımın oluşturduğunu kaydeden Çetin, şunları belirtti:
“Meslekî ahlaka yüklediği ikinci anlam da bir meslek mensubunun başka mesleklerin alanlarına tecavüz etmemesi. Yani bir öğretmen iyi bir öğretmenlik yapacak, ticaret yapmayacak başka bir meslek yapmayacak. Dolayısıyla meslekler arası karşılıklı saygıyı, sevgiyi ve ilgi alanlarına müdahale etmeme gibi hususları sistematize ediyor.
- Lisanî, edebî ve ahlakî Türkçülük. Onun dışında iktisadî Türkçülük. Bir Türkçünün bu anlamda bir faaliyet ortaya koyabilmesi için iki değer üzerinde yoğunlaşması gerekir. Önce Türk milletinin iktisadî ve ekonomik anlamda tarihsel gelişimini veriyor. Biz maalesef bir çiftçi toplumuyuz. Tarım, ziraat ve hayvancılık tarih boyunca esas itibarıyla buna bağlı kalmışız. Fakat modern zamanların gereği olarak iki alanda da Türkçülerin mutlaka hâkim olmasını zorunlu kılıyor. Sanayii ve ticaret. Türkçülerin en ileri sanayinin tekniklerini, yöntemlerini, kurumlarını ve değerlerini alacak geliştirecek ve ticaret alanını da yabancılara bırakmayacak. Aslında Türk milletinin eski Türklüğün ticarette çok gelişmiş olduğunu da örneklerle ortaya koyuyor. Yani İpek Yolu ticareti Türklerin elindeydi. Dolayısıyla Türkçülüğün gereklerinden birisi bilim, teknik, sanayi ve ticarette gelişmeyi zorunlu kılıyor. Bu alanlar boş bırakıldığı vakit ondan sonra emperyalist sömürü faaliyetlerinden sızlanıyor ve şikâyet ediyoruz halkı olarak.
- Siyasî Türkçülük. Türkçülerin siyaset alanında yapması gereken şey. Siyasî Türkçülük halkçılıktır. Ziya Gökalp aslında bütün sosyolojisini hars sahibi Türk halkı üzerine inşa ediyor. Millet ve halk arasındaki fark. Bunu bazıları karıştırıyor. Millet, çok geniş bir yapıdır. Zamansal olarak geçmişi, şimdiyi ve geleceği kapsıyor.. Biz Türk milleti deyince bizden önce ölmüş atalarımızı dâhil ediyoruz. Şimdi yaşayan Türkleri ve bizden sonra gelecek olan torunlarımızı da dâhil ediyoruz. Millet dediğimiz yapının içine bunlar giriyor. Ama halk sadece yaşayan insanlardır. Siyaset dediğimiz kurum da yaşayan insanlarla ilgilidir. Onun adı halktır. Bazıları millet kavramını niçin karşı çıkıyor? Sadece halk diyor, halkların kardeşliği bilmem ne diyor. Çünkü onlar tarih düşmanı. Türklerin atalarını, Türk tarihini reddediyorlar. Türklerin geleceğini de istemiyorlar. Tabii bir de bu halk kavramını etnik yapıya indirgemişler. Ziya Gökalp'ın siyasi Türkçülük kavramını yüklediği anlam halkçılıktır. Yani halkın ihtiyaçlarına cevap veren bir siyasi yönetim tarzıdır. Yoksa bir kişinin, bir sınıfın ya da yabancı devletlerin, odakların taleplerine göre dizayn edilmiş bir siyaset Türkçülüğe uymuyor. Türkçülük sadece yaşayan Türk halkının ihtiyaçları için yapılan bir faaliyettir, devlet yönetme biçimidir. Yani kanun yapmak, yapılan kanunları uygulamak ve bu uygulamaları da denetlemek. Siyaset budur. Yasama, yürütme ve yargı dediğimiz şey. Kanunlar yapılacak kimin için Amerika'da bilmem ne şirketinin menfaati için değil, AB'nin talimatı için değil, Türk halkının ihtiyacı ve talepleri için yapılacak.”
ZİYA GÖKALP, HYATI BOYUNCA FİKİR HÜRRİYETİ İÇİN MÜCADELE ETTİ
Çetin, Ziya Gökalp’ın adalet anlayışı, düşünce, ifade ve fikir hürriyeti ile ilgili görüşlerini anlatırken, şunları söyledi:
“Bunları uygulayacak olanlar da, bunları Türk milletinin hizmetine sunanlar da insanlar olacak. Amerika'nın memuru olmayacak, NATO'nun memuru olmayacak. Ve bunu denetleyecek olan insanlarda hakkaniyetli bir hukuk denetleme mekanizması geliştirecek. Buradan hareketle de devam ediyor Türkçülüğe, hukukî Türkçülük. Bu yazmayla ilgili. Hukuk evrensel olduğuna göre millîsi nasıl olur? Olur. Çünkü her sosyolojik kavramın bir ismi vardır. Hukuk evrenseldir ama Batılısı da olur. Bugün Avrupa ve Amerika'nın evrensel diye dayattığı hukukun hiç de öyle olmadığını tamamen kendi çıkarları için çalışan bir mekanizmaya dönüştüğünü görüyoruz. O zaman Ziya Gökalp, hukukî Türkçülükte üç temel değerin korunmasını öngörüyor ve öneriyor bize: Hürriyet, müsavat ve adalet diyor. Aslında bu Jön Türklerin de bir sloganıdır. Bu kavramların içeriğini göz önüne alarak öneriyor. Türkçüler hukuk alanında bir şey yapacaksa bir hürriyeti sağlayacak, hürriyeti sağlayacak olan kanunlar, yönetmelikler ve tüzükler oluşturulacak. Peki nasıl bir hürriyet? Düşünce hürriyeti, yazma hürriyeti, fikir hürriyeti ve ifade hürriyeti. Ziya Gökalp hayatı boyunca bu istikamette mücadele etti. Daha mektep talebesi iken ‘Padişahım çok yaşa!’ diye topluca bağırtılıyordu insanlar o zaman İkinci Abdülhamid için. Herkes, bütün öğrenciler hep birlikte ‘Padişahım çok yaşa!’ diye bağırırken o ‘Milletim çok yaşa!’ diye bağırdı ve ceza aldı onun için. Şimdi dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kurtuluş ve kuruluş aşamalarında Ziya Gökalp'ın fikirleri daima yönlendirici oldu. Nedir Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş amaçları ve felsefelerinden birisi? İrade-i seviye ve irade-i ecnebiye karşı irade-i millîyenin hâkimiyeti. Millî Mücadele'yi bunun için verdik. İrade-i seviye bir kişinin iradesi. Yani monarşik bir yapı, mutlakiyet anlayışının kanunların yapılmasında, yürütülmesinde ve denetlenmesinde tek bir kişi belirleyici oluyor. İrade-i seviye yüce irade. Neresi yüce irade? Bir kişinin iradesi yüce mi olur? İkincisi irade-i ecnebiye. O da Batılıların, Batılı devletlerin dayatması. Onların isteği belirleyici oluyor senin devletinin yönetiminde. Atatürk ve arkadaşları bunun için mücadele ettiler. Hayır dediler. ‘Biz irade-i seviyeyi de irade-i ecnebiyeyi de istemiyoruz. Ne istiyoruz? İrade-i millîyeyi istiyoruz.’ dediler.“
MİLLİYETÇİ VE HÜRRİYLETÇİ ANLAYIŞ, TÜRK DEVLETİNİN TEMEL FELSEFESİDİR
Prof. Dr. Nurullah Çetin, Türk milletinin iradesinin yani istiklalinin, milliyetçi ve hürriyetçi anlayışının devletin temel felsefesi olduğunu vurgulayarak, şöyle devam etti:
“ Ziya Gökalp, hukukî Türkçülükte öncelikle hürriyet derken öncelikle fikir hürriyeti olacak. Çünkü insanlar bağımsız, kendi başına düşünce üretebilme ve düşünebilme özelliğine sahip bir varlıktır. İyi niyetle üretilen her türlü düşünce kutsaldır ki zaten İslam'a da ters değildir. İnsanın şahsiyeti, şerefi, haysiyeti bağımsız olarak üretebildiği iyi niyetli düşüncelere bağlıdır. Kötü niyetli düşünceler zaten düşünce sayılmaz. Ziya Gökalp, istibdata karşı mücadele etti, İttihat ve Terakkinin içinde yer aldı. İkinci olarak müsavat yani eşitlik. Bu eşitlik nasıl olacak? Kişilerin vatandaş olarak hukukî anlamda eşitliği yani zümre, grup, aşiret, bir etnik yapının bilmem nesi, falan partinin kendi adamlarının imtiyazı değil. Grup ve zümre imtiyazına dayalı bir devlet ve toplumsal yapı değil, milletin her üyesi, her vatandaşın hukukî anlamda haklar, yetkiler, özgürlükler anlamında eşitliğe dayalı olacak. Zaten Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kuruluş felsefesi de budur. Atatürk, ümmetten vatandaşa geçtik diyor. Kastettiği budur. Dolayısıyla bu müsavat önemlidir. Hukukun evrensel değeri budur aslında. Türkçülük de bunu benimsiyor. Adalet. Adalet suç, suçlu ve cezanın somut olarak tanımlanması ve hakkaniyetli bir şekilde uygulanmasıdır. Siz bir devlet olarak belirlersiniz, tanımlarsınız, yazarsınız suç budur, suçu da budur ve bunun cezası da şudur. Sadece ceza değil mükâfatların da hak, hukuk, insanlık ve vicdanı tatmin edecek şekilde üretilmesi ve uygulanmasını öneriyor. Hukukî Türkçülük de bu. Bunların dışında felsefî Türkçülük ve dinî Türkçülük diye iki ayrı Türkçülükten daha bahsediyor. Felsefî Türkçülükten kastı şu: Felsefe onun tanımlamalarına göre sorunları olmayan ve zengin olan milletlerin çıkardığı fikirlerdir diyor. Yani milletler eğer zenginse ve ekonomik sorunları yoksa, savaşlar, kargaşalıklar gibi toplum düzenini, kamu düzenini bozan sosyolojik olaylar yoksa o tür ortamlar içerisinde seçkin, öznel, özel yüksek düzeyde mantık silsilesine dayalı olarak derin felsefî düşünceler üretilebilir ve filozoflar çıkabilir. Bu güzidelerin, seçkinlerin, belli bir mektep ve medrese görmüş olan insanların ürettiği felsefe var bir de halkın bir felsefesi var. Bizde güzidelerin ürettiği felsefe pek yok diyor. Bunu da iki sebebe bağlıyor. Çünkü sürekli olarak savaşan bir milletiz, iki yakamız bir araya gelmiyor bir türlü, ekonomik anlamda da zengin bir millet değiliz, dolayısıyla bu felsefe ile uğraşmak biraz lüzumsuz görülmüş. Fakat yüzyıllar boyunca yaşanan tecrübeler yani acılar, savaşlar, kötülükler sürecine bağlı olarak bir halk felsefesi üretilmiştir. Türk halkının kendi bünyesinde ürettiği çok zengin felsefî bir birikim var. Türkçülerin yapması gereken şey bu halk felsefesini modern zamanlara uyarlamaktır. Masallar Türk halkının felsefesini oluşturur. Nasrettin Hoca'nın her fıkrası halk felsefesidir, halk hikmetidir. Ondan sadece okuyunca ve dinleyince hoşumuza gidince gülüp eğleneceğimiz komik, mizahi vakit geçirici metinler değildir. Onların sembolik olarak tekabül ettikleri çok derin felsefî anlamları vardır onları bulup çıkaracaksınız diyor. Dedem Korkut ve Köroğlu hikâyeleri öyledir vs. Bütün bu halk felsefesi dediğimiz şey halk felsefesi dediğimiz metinlerden çıkarılarak bugünün şartlarına uyarlanacak. Ben bu anlamda pek çok yazı yazdım ve yazmaya devam ediyorum. Mesela, Nasrettin Hoca'nın bir fıkrasını alıyorum günümüz şartlarına uyarlayarak yorumluyorum. Dedem Korkut hikâyelerinin bir kısmını bu anlamda yazdım ve yazmaya devam edeceğim. Dolayısıyla Ziya Gökalp'ın Türkçülük kavramında felsefî Türkçülükten anladığımız bu.”
ATATÜRK, KUR’AN-I KERİM’İN TÜRKÇE MEALİNİ MEHMET ÂKİF’E YAZDIRDI
Prof. Dr. Nurullah Çetin, Ziya Gökalp’ın önerdiği birçok şeyin Cumhuriyet’le birlikte uygulamaya geçtiğini belirtirken, “Lisanî Türkçülük” görüşü ile ilgili şunları kaydetti:
“Dil bir medeniyettir. Birden fazla millet, kavim o dili benimseyebiliyor ve medeniyetten soyut evrensel ilkeler sistemidir. Her millet kendi millî ruhuna göre o soyut medeniyet sistemini kültüre dönüştürür. Medeniyetle kültür arasında bir ilişki de budur. Şimdi Avrupa, Batı medeniyetinin temelinde neler var? Eski Roma nizamı felsefesi var, eski Yunan felsefesi var bir de Hristiyanlık düşüncesi var. Üçayak üzerine kurulmuştur Batı medeniyeti: Roma, eski Yunan ve Hristiyanlık. Ama İngiliz, Fransız. Alman, İspanyol'u şusu busu mensup olduğu Hristiyanlık medeniyetini kendi millî ruhuna göre somutlaştırıyor ve onun kültürünü yapıyor. Nasıl yapıyor? Hristiyanlık diyor ki kilise. Hristiyanlık medeniyeti kilise diye bir soyut imge üretiyor. Alman millî ruhuna göre bir kilise mimarisi, İngilizler kendi ruhuna göre bir kilise mimarisi yapıyor, Afrikalılar başka bir kilise yapıyor. Hepsi kilise ama gözünüzle gördüğünüz o mimari yapı bir kültür. Medeniyet soyut değer kültür ise onun somutlaşmış hâli. Lisanî Türkçülükte Ziya Gökalp'ın düşüncesi sağlıklı bir düşüncedir. Araplar, Farslar başka milletler de İslam’ı kendi millî ruhlarına göre yorumladılar İslam'ın temel kaideleri ve esaslarına bağlı bağlam kaydıyla. İslam dışı, Kur’an dışı bir reform değil. Şimdi biz İslam'dan hadisten ne anladık Türkler olarak? Onu nasıl kültüre dönüştürdük? Bunlardan birkaç örnek vermek istiyorum. Süleyman Çelebi'nin yazdığına Mevlit diyoruz. Bu İslam medeniyetinde var olan bir şey değil. Ama peygamber sevgisini, Allah sevgisini, İslam sevgisini somut olarak bir metne dönüştürdü ve kültür yaptı. Bu, bir kültür. Bunun gibi ilahiler var, Türkçe dualar var. Ziya Gökalp'ın en çok önerdiği şeylerin büyük bölümü Cumhuriyet'le birlikte uygulamaya geçti. Atatürk de zaten Diyanet İşleri Başkanlığını kurdu. Kur’an'ın mealini Mehmet Âkif'e yazdırdı, tefsirini de Elmalılı Hamdi Efendi'ye yaptırdı. Hadisleri toplattı. Ne için? Ziya Gökalp'ın önerisi için. Bu millet eğer Müslümansa dinini kendi dili ile öğrensin, anlasın ve yaşasın diye. Kur’an ve hadisten, tefsirden mesajı ne? Bunları Türkçe olarak anlasın dualarında, mevlitlerinde, ilahilerinde, hutbelerinde bu ilahî mesajı Türkçe ifade etsin diye insanlar.”
GÖKALP’IN ORTAYA KOYDUĞU TÜRKÇÜLÜK MAALESEF BUGÜN ANLAŞILAMADI
Ziya Gökalp’ın ortaya koyduğu Türkçülük anlayışının bugün maalesef hâlâ anlaşılamadığını kaydeden Çetin, bu Türkçülüğün bölücü ve ırkçı olmadığını, aksine son derece birleştirici ve bütünleştirici olduğunu bildirdi.
Çetin, şunları ifade etti:
“Gördüğünüz gibi Ziya Gökalp, Türkçülüğün programı ile ilgili çok sistemli bir proje ortaya koydu. Ama maalesef bu meseller bugün Ziya Gökalp'ın ortaya koyduğu ve hâlâ anlaşılamamış Türkçülük. Bazıları bugün Türkçülüğü ırkçılık, dışlayıcı, bölücülük filan zannediyorlar. Hâlbuki başından beri anlattık Ziya Gökalp'ın Türkçülük projesi ve programında bölücülük asla yoktur. Birleştiricidir. Hatta bu birleştiricilik sadece Türkiye sınırları içerisinde değildir. Onun bir de Turancılık projesi var. Onu da üç kademe olarak düşünmüş. Merkezde bir Türkiyecilik var. Türkiye'nin öncelikle merkezde her anlamda güçlendirilmesi gerekir. Sağlam bir merkez hâline gelmesi gerekir. İkinci kademede Oğuzculuk,Türkmencilik. Oğuz Türkmen diye İran, Irak, Azerbaycan ve Türkmenistan'da Türkmen Oğuz boylarının birlikteliği ikinci halka. Üçüncü halka da ona uzak hedef diyor. Turan bütün dünya Türklüğünün birleşmesidir. Önce kültürde tabii. Dolayısıyla birleştiren, bütünleştiren, genişleten bir projedir. Onun Türkçülüğünde Müslümanlık ve diğer Müslümanlar da dışlanmış filan değildir. Ziya Gökalp'ın kitaplarını okursanız eğer bugünkü ümmetçilerden daha çok ümmetçi olduğunu görürsünüz. Onun için Ziya Gökalp'ın Türkçülük anlayışı bugün Türkiye'nin güncel, sosyal ve siyasi anlayışı ve hukuki şartları içerisinde son derece önemli ve güncelliğini, önemini koruyan bir anlayıştır. Maalesef bunun üzerinde çok fazla durulmuyor. Ama hiç olmazsa bizlerin, Türk milliyetçilerinin, Ocaklıların bu meseleleri sürekli olarak gündeme getirmemiz ve güncel sapmalara karşı müdafaa hattı oluşturmamız gerekiyor. Çünkü memleketimizin selameti, geleceği ve bekası bu düşüncelere bağlıdır. “
ZİYA GÖKALP’A GÖRE BATILILAR KÜLTÜR VE MEDENİYETTEN NE ANLIYOR?
Prof. Dr. Nurullah Çetin, konferansın sonunda dinleyiciler tarafından soru yağmuruna tutuldu. Çetin, Batılıların kültür ve medeniyet anlayışı ile ilgili yöneltilen soruya karşılık şunları söyledi:
“Kültür kelimesi Batılıların buna yüklediği anlam şu: Batılılar diyorlar ki kültür ham malzemenin modern bir ürüne dönüştürülmesidir. Tohum, toprak, gübre ve su bunlar yüzyıllarca ayrı ayrı bir arada dursa bundan bir ürün çıkmaz. Bu ham malzemenin modern, bilimsel ve teknik yöntemlerle bu tohumu alıp toprağın içine koyacaksınız suyu alıp üzerine dökeceksiniz onun üstüne de gübreyi serpeceksiniz. Belli bir zaman bekleyeceksiniz bu arada ham malzemenin dışında yeni bir ürün çıkıyor. Domates çıkıyor, elma çıkıyor. Kültür budur işte. Batılıların kültür kavramına yüklediği anlam bu. Ziya Gökalp bunu Arapçada hars kelimesi ile karşılıyor. Hars da dikmek demek. Diyor ki, Türk halkı doğal olarak yüzyıllar boyunca bu ham malzemeyi kendisi üretti. Müzik, edebiyat, halk şiiri, halk edebiyatı. Bunları belli vezinlere göre değil doğaçlama yaptı. Onlar ham malzemedir diyor. Bizim yapmamız gereken Garp medeniyetinden almamız gereken şey ikinci aşama yani o harsı tehzîbe dönüştürmek. Nasıl yapacağız? Batılı şiir yöntemlerini alacağız. İmge sistemini, simge sistemini alacağız. Sembolik sistemler alacağız. O malzemeyi yeniden üreteceğiz. O artık başka bir şey olacak diyor. Modern edebiyat halk edebiyatı ile aynı olmayacak. Medeniyete yüklediği anlam da bu, kültürden anladığı bu. Dolayısıyla ben bunda bir terslik ya da sakatlık görmüyorum. Ziya Gökalp'ın bu kültür ve medeniyet kuramına yüklediği anlam bu. Batılı anlamdaki kültür terimi bizde ikiye ayrılır diyor. Hars ve tehzîb bunlar birbirinden farklıdır diyor. Batılıların medeniyetten anladığı da şu: Şehirde üretilen insanların özgür olarak iki değerden bağımsız olarak bir saraydan, iki kiliseden bağımsız olarak ürettikleri insani değerler ve sembollere medeniyet diyorlar. Bu da daha çok seküler bir yapıdır. Modernite dediğimiz şeye onlar medeniyet diyorlar. Şehirde yaşayan sarayın irade-i seviyesine tabi olmayan yani demokratik olan. Bir de kiliseye tabi olmayan yalnız seküler olan. Batı’da demokratik ve seküler değerleri benimsemiş olan insanlara sivil vatandaş diyorlar. Fakat medeniyetin İslam tarihindeki yeri bundan farklı. Medine fethedildikten sonra adını Medine yapıyorlar. Medine şehir demektir. Medeniyet de Medine şehri merkezli değerler sistemidir. Müslümanca bir hayat medeniyetten anlaşılan bu. Batı’nın medeniyeti ile bizimki farklı. Kültür de farklı. Sosyal bilimlerin kavram ve yöntemleri fen bilimleri gibi mutlak ve kesin değildir. Matematik gibi iki kere iki dört etmez. Biz de mutlaklaştırma yok genelleştirme var. Kültür ve medeniyet gibi yaptığımız tanımları neye göre yapıyoruz? Genel özelliklerinden dolayı bu tanımları yapıyoruz. Onun dışında bazı istisnalar kalıyor. Bazı şeyleri tam onun içine koyamıyorsunuz. Bu genelleştirmeyi niçin yapıyoruz? Aklımızda daha kolay kalsın diye yapıyoruz. Bu anlattığım bilgileri oturup serbest bir deneme formatı içerisinde yazarsanız aklınızda hiçbir şey kalmaz. Ama ne yapıyorsunuz? Ayırıyorsunuz, tasnif yapıyorsunuz, adlandırıyorsunuz, tanımlıyorsunuz. Bu tamlamalar genellemedir. Sosyal bilimler böyle bir şey istisnaları çok olan bir şey. Marks ne yapmış? Bazı şeylerin kuralını, teorisini yazmış ve bakmış ki bazı şeyler pratiğe uymuyor. Tek bir şey yazmış ‘Asya tipi üretim tarzı’ diye. Bu ayrı bir şey. Çünkü o Batı toplumlarının üretim tarzını tasnif etmiş. Doğu uymuyor ona. Çünkü Batı başka Doğu başka. Onun için genelleştirme diye bir şey var.”
ZİYA GÖKALP’IN TÜRKÇÜLÜK ANLAYIŞI BUGÜN HÂLÂ GÜNCELLİĞİNİ KORUYOR
Ziya Gökalp’ın Türkçülük anlayışının bugün hâlâ güncelliğini koruduğunu belirten Çetin, şu değerlendirmelerde bulundu:
“Bugün bazı yazarlar, ‘Milliyetçiler Ziya Gökalp'ı aşamadılar çağımızda yeni bir milliyetçi proje üretemediler.’ diye bir görüş ileri sürüyorlar. Bunu daha çok Taha Akyol söylüyor. Bu mantığın çarpıklığı şurada: Ziya Gökalp'ın sistemleştirdiği Türkçülük bugün de güncelliğini hâlâ koruyor. Dolayısıyla İkinci Meşrutiyet Dönemi'dir. O yıllarda insanlar neyi tartışıyor idiyse şimdi de aynısını tartışıyor, değişen bir şey yok. Türk milliyetçiliğinde bir yenileşme ve değişme nasıl olur? Şartlar, konjonktür değişir, eski programınız, eski fikirleriniz artık güncelliğini kaybeder onun yerine yeni şartlara uygun yeni projeler üretirsiniz. Ben diyorum ki henüz şartlar değişmedi. Osmanlı İmparatorluğu'nun son yıllarında İkinci Meşrutiyet'in sonrası Cumhuriyet'in ilk yıllarında neler tartışılıyordu? Etnik tartışmalar yapılıyordu. Bugün de aynı şeyler tartışılıyor. Bugün de değişen bir şey yok ve dolayısıyla Ziya Gökalp'ın önerileri hâlâ güncelliğini koruyor. Bunun üzerine yeni ne söyleyeceksiniz? Milliyetçiliği en yetkili, en tepedeki insanlar bile etnikçilik zannediyor. Milliyetçilik ile kavmiyetçilik kavramları hâlâ tartışılıyor. Ziya Gökalp bunu açıklamış. Etnik yapı ile millî yapı farklıdır. Bunu anlamıyor insanlar bir türlü. Onun için Türkçülükle Kürtçülüğü eşitliyor. Milli yapı ile milletle kavmi eşitliyor. Kavim başka millet başka. Şartlar değişmediği için yeni ne söyleyebiliriz? Çünkü yeni bir durum yok. Milliyetçilik ve kavmiyetçilik konularında kim ne diyorsa hepsinin cevabı var. Entelektüel gevezelikten başka bir şey değil bunlar. ‘Türk müsün, Müslüman mısın?’ diye soruyorlar. Buna karşı Ziya Gökalp'ın söylediğinden farklı ne söyleyebiliriz? Senin sosyolojik anlamda terminolojiye hâkim değilsen, bunları hâlâ öğrenmemiş ve bilmemişsen ne söyleyelim sana? Batı tarihini de bilmiyorlar. Batı'da nasyonalizm çıkmış. Bu 1789 Fransız İhtilali'nin temel ilkelerinden birisi nasyonalizmdir. Bunu bize milliyetçilik diye tercüme etmişler. Değil. Batı'nın nasyonalizme yüklediği anlam iki boyutludur: Birincisi kendi içerisinde farklı kavimleri birleştirerek modern bir ulus inşa etmek. Nedir o? Anglosakson ve German gibi bir sürü kavimler var. Ne yapmış Batı? Bunları ortak sosyolojik, hukukî, siyasî ve kültürel değerlerde birleştiriyor ve ulus, millet yapıyor. Nasyonalizm kelimesine yüklediği birinci anlam bu. Farklı kavimleri birleştirip, Alman, Fransız, İngiliz ve İspanyol milleti yapmış. Bununla da yetinmiyor tümünü birleştirip tek bir Avrupa Birliği yapıyor. Kendi içerisinde birleştirme yapıyor. İkinci anlamı nedir? Bize dönük olarak da ayrıştırıcı, bölücü, parçalayıcı olarak kullanıyor nasyonalizmi. Tanzimat'tan itibaren özellikle önce gayrimüslimleri attı, sen Yunan, sen Sırp'sın, sen Makedon'sun. Sonra İslam unsurlarını attı. Sen Arap'sın, sen Kürt'sün bilmem nesin diye. Bugün tek bir Avrupa millet ve devlet yapısına benzer olan Osmanlıyı Devlet-i Ali'ye olarak milletlere böldü. Sonra bu Türk milleti içerisinde de bugün kavimleri aidiyetlerine göre parçalamaya çalıştı. Batı'nın bu nasyonalizm propagandası o kadar çok etkili olmuş ki senin devletini yöneten en tepedeki adam bile başlıyor siyasi nutuklarında Laz’ı, Kürt'ü, Çerkez'i, Arap'ı, Türk'ü diyor. Avrupa'da hiçbir siyasi lider kendi içerisinde bu tür ayrımlar yapmaz. Ey İngilizler, Ey Fransızlar diye girer konuşmasına. Bu kavram ve terimler o zaman da vardı şimdi de var değişen bir şey yok. Fikirler ve projeler ihtiyaçlara göre yapılır. Yeni bir ihtiyaç varsa ona göre fikrini geliştirirsin. Bizim fikir üretme kabızlığımız yok. Biz hâlâ halledilmiş bir meseleyi takip etmeye çalışıyoruz. Bütün meselemiz bu. Anlamayan, bilmeyen cahil insanlara bu işin doğrusu budur diye anlatırken göbeğimiz çatlıyor.”
ZİYA GÖKALP’A GÖRE TÜRKÇÜLÜĞÜN FİKİR BABASI SÜLEYMAN PAŞA’DIR
Prof. Dr. Nurullah Çetin, “Nurettin Topçu'nun Anadoluculuk projesi” hakkında bilgi verirken, şunları belirtti:
“Ziya Gökalp’ın coğrafî Türkçülüğü ona geliyor.Anadolu merkezli bir Türkçülük tipi. Bu Nurettin Topçu ile ortaya çıkmış değil. Yahya Kemal'in yazı ve şiirlerinde Anadolu merkezli bir milliyetçilik vardır. Anadolu'ya farklı coğrafyalardan, etnik gruplardan, kavimlerden gelen insanlar İstanbul'da birleşiyorlar. İstanbul bir havuz orada yeni bir Türklük anlayışı ortaya çıkıyor. Nurettin Topçu'nun da anlayışı buna bağlı Anadoluculuk. Bu Türkçülük için eksik bir tanımdır. Aynı zamanda zararlıdır çünkü bizim Turan projemize engeldir. En büyük zaafımız şu: Osmanlı Devleti tarihçiliğinde Türklerin tarihi ne ile başlatılıyor? Türklerin Müslüman olması ile başlatılıyor. Ondan öncesi yok sayılıyor. Bu İslamiyet adına yapılıyor. İslamiyet'ten önceki Türkler gâvurdu, onları yok sayalım. Bu Kur’an'a aykırıdır. Kur’an'da kâfir toplulukların, firavunların hayatı anlatılıyor. Onlar kâfirdi diye bırakmıyor ki onlardan da bahsediyor ve yok sayamazsınız. İslam öncesi Türklük bir realitedir. Kur’an-ı Kerim'de her kavme, her topluluğa ve her coğrafyaya bir peygamberin gönderildiği söyleniyor. Bize de geldi Gök Tanrı dini bana göre sahih bir dindi. Zamanla tahrip oldu, bozuldu, unutuldu. Onun için Ziya Gökalp diyor ki Türkçülüğün fikir babası Süleyman Paşa'dır. Tanzimat Dönemi'nde bütün Türk tarihini ortaya koydu. Çok önemli bir adam. Ahmet Vefik Paşa . Lisanî Türkçülüğün babası. Bunlarla kimse ilgilenmiyor. Ziya Gökalp'ın Türkçülüğün Esasları kitabını dahi kimse okumamış. Mesele buradan kaynaklanıyor. Okuma özürlü bir milletiz. Kimse okumuyor. Partilerin bir programı var, kendi iç işleyişlerini düzenleyen tüzükler var. Kimse onlara bakmıyor bir tane okuyan Allah'ın kulu yok. Herkes öyle fanatik onun taraftarı bunun taraftarı. Sorgulama yok, düşünme yok. Türkçülüğün esaslarından birisi de muhakeme diyor. Akıl etme ve düşünme yani. Sürü psikolojisi. Oku, düşün, sorgula. Muhakeme yap, mukayese yap. Maalesef bizde bu gelenek yok. Böyle gidiyor işte. Cumhuriyet kuruldu. Cumhuriyet'in kurulmuş müesseselerine bakalım. Ziya Gökalp'ın ilkelerinden biri de halka doğrudur. Bu iki boyutludur. Birincisi büyük şehirlerde, okullarda, derslerde yetişmiş belli mesleki teknik bilgilerle donanmış doktor, mimar, mühendis, öğretmen vs. Bunlarda medeniyet var. Halkta da hars var. Şimdi bu güzideler halka gidecek, Anadolu'ya gidecek ve onlara medeniyet götürecek. Yani kalkındıracak. Eğitimde, sağlıkta her alanda. İkincisi de halkta hars var, bunlarda hars yok. Bu güzideler halkın harsı olacak. Millî kültüre ışık tutacak. Türk edebiyatını, sanatını, müziğini, insanlık değerlerini, toplumsal yaşayış, gelenek ve göreneklerini bütün bunlarını alacak.”
ATATÜRK’ÜN KURDUĞU CUMHURİYET ASLINDA, GÖKALP’IN PROJESİDİR
Prof. Dr. Nurullah Çetin, “Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet aslında Ziya Gökalp'ın halka doğru ilkesini kurumsal olarak hayata geçirmiş bir projedir.” diye konuştu.
Çetin, bunun nasıl gerçekleştiğini şöyle anlattı:
“Atatürk ne yaptı? Büyük bir eğitim hamlesi ile medeniyet sahibi olan güzide insanları Anadolu'ya davet etti. Niçin Ankara başkent yapıldı? İstanbul Osmanlının sembolü, Ankara ise Anadolu'nun sembolüdür. Sembolik bir merkez değeri var. Anadolu'yu merkeze alan, önceleyen bir projedir Cumhuriyet. Osmanlı Anadolu'yu ihmal etti. Kurduğu müesseseler Türk Tarih Kurumu. Ziya Gökalp'ta bütün Türklük tarihi vardır. Turancılığı vs. odur. Türk Tarih Kurumu 1931'de kuruldu. Ne için? Türk tarihini bir bütün olarak inceleyin diye. Doğru bilgilerle Türk tarih şuurunu verin. Türk Dil Kurumu, lisanî Türkçülüğün karşılığıdır 1932'de kuruldu. Ne yaptı? Türk Dil Kurumu, Ziya Gökalp'ın dediği gibi halkta yaşayan Türkçeyi derleyip toparladı. Derleme diye bir sözlük yayımladı Türk Dil Kurumu. Nasıl yayımlandı? Anadolu'yla gönderilen öğretmenler, doktorlar, memurlar köylerden derleme yaptılar. Mahallî ağızlarda yaşayan Türkçe söz varlıklarının derlemesini yaptılar, toplayıp yayımladılar. Sonra bunları romancılar ve hikâyeciler eserlerinde yazarak harsı toplarılar hikâye, roman ve şiir şeklinde dolaşıma soktular. Onun için bugün Türkçemizin ifade kabiliyeti niçin zengindir? Bundan dolayı zengindir. Dolayısıyla Cumhuriyet bütün alanları ile kurumları ile aslında Ziya Gökalp'ın Türkçülüğün Esasları’nın kurumsal şeklidir. Alparslan Türkeş de bunun devamıdır, başka bir şey değildir. Şimdi bazıları eleştiriyor değil mi? Alparslan Türkeş, Hıra Dağı kadar Müslüman Tanrı Dağı kadar Türk. Yani Türklük ve Müslümanlığı birlikte zikretmesini eleştirirler. Ziya Gökalp söylüyor bunu. Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak. Bunu ben bir yazıya da dönüştürdüm. Ziya Gökalp hiçbir zaman bu millete hiçbir zaman siz şu veya bu dine dönün demiyor. Türkçülerde bazı genç gruplar İslam düşmanlığı yapıyorlar. Şamanizm bir kültürdür reddetmiyoruz. Bize ait bir şeydir ama din değildir. Din olma vasfı yoktur onun. Bir din için gerekli olan değerler, semboller, kural ve ilkeler onda yoktur. Kültürel bir değerdir. Tanınma ve tanınmama konusunda maalesef bugün Türkiye'de kamuoyunun önüne birtakım yanlış insanları çıkarıyorlar. Atatürk'ün Gençliğe Hitabeti'nde söylediği çok önemli bir şey var. 'Sizin istiklalinizi ve Cumhuriyet’inizi kastedecek düşmanlar haricî ve dâhilî olacaktır.' Şimdi bugün Türkiye'de siyasi, kültürel, basın ve yayına dönük bütün alanlarda maalesef haricî ve dâhilî bir ittifakın hâkimiyeti vardır. Çok açık söylüyorum. Yani dış emperyalist odaklar ve onların içimizdeki sözcüleri ve iş birlikçileri iş birliği hâlinde memleketin bütün alanlarını, kurumlarını işgal etti. Ama yılmıyoruz. Seviyemizi yitirmiyoruz. Tabandan tavana doğru inşallah tekrar devletimizi ele geçireceğiz. Bu mücadele devam edecek.”
-