16. Yüzyılda Avrupa Siyasetinin Dinamiklerini Değiştiren Savaş: MOHAÇ MEYDAN SAVAŞI

25 Ekim 2024 11:29 Prof.DrEmine ERDOĞAN ÖZÜNLÜ
Okunma
44
16. Yüzyılda Avrupa Siyasetinin Dinamiklerini Değiştiren Savaş:  MOHAÇ MEYDAN SAVAŞI

16. Yüzyılda Avrupa Siyasetinin Dinamiklerini Değiştiren Savaş:
MOHAÇ MEYDAN SAVAŞI

Emine ERDOĞAN ÖZÜNLÜ
    
Osmanlı Devleti’nin 16. yüzyılda Avrupa’da yaptığı muharebelerden biri olan Mohaç (Mohács) , sonuçları itibarıyla oldukça önemlidir. Macar topraklarının parçalanmasını sağlayarak Macar Krallığı’nı sona erdiren ve böylece Macar tahtı için veraset problemini ortaya çıkmasını sağlayan bu muharebe adını, Macaristan’da bulunan Mohaç Ovası’ndan alır. Savaşın sebepleri muhteliftir. Ama en çok bilineni, bu süreçte Avrupa’da oluşan yeni siyasi konjonktür ve bu konjonktür karşısında Kanuni Sultan Süleyman’ın politik bir plan oluşturma gayretidir. Nitekim Belgrad’ın 1521’de alınarak Orta Avrupa’ya karşı bir karargâh hâline getirilmesi bu planın bir parçasıdır. Bir diğer parçası ise Macar Krallığı’nı vasal beylik hâline getirerek Habsburg İmparatorluğu’na karşı burayı tampon bir bölge hâline getirmekti.  
1525’lerde tüm bu siyasi manevraları gerçekleştirmek için bir fırsat doğar. Fransa Kralı I. François, Habsburg İmparatoru V. Karl’a (V. Carlos) karşı yürüttüğü mücadeleyi kaybeder ve esir düşer (Pavia/25 Şubat 1525). Bu durum hemen hemen birçok okurumuzun yakından bildiği gibi I. François’in annesinin, oğlunun kurtarılması için Kanuni’ye müracaat etmesine yol açar. Nihayetinde I. François, V. Karl ile anlaşma yapar ve serbest bırakılır. Bu arada Kanuni, Fransızların denizden ve karadan Habsburglara karşı birlikte hareket ederek sefer yapılması teklifini kabul eder. Şüphesiz ki bu teklif, V. Karl’ın Avrupa’da egemen güç olmasını engelleyeceği gibi Kanuni’nin Avrupa ile ilgili uzun vadeli düşündüğü planlarına da uygundu.  
Esas itibarıyla bakıldığında Osmanlı, Avrupa’nın tek güç hâline gelmesini hiçbir zaman istememiş, bu fikre ve güce karşı daima karşı güçleri desteklemiştir. Avrupalı güçlerin parçalanmış olması, oluşabilecek haçlı ittifaklarını ve dolayısıyla onların saldırılarını da engellemiş olacaktı.
Bu gayelerle yapılan seferin detaylarına bakıldığında, Osmanlı için meşru bazı planların öne çıktığı görülür. Bunlardan en başta geleni, 1533’te Alman/Habsburg elçileriyle görüşen Veziriazam İbrahim Paşa’nın beyanıdır. Buna göre, Kanuni, babasının vefatını ve kendisinin de tahta çıktığını haber vermek ve ayrıca mevcut anlaşmaları yeniden teyit etmek için Macar Kralı II. Layoş’a (Lajos) bir elçi göndermiş, ancak gönderilen elçiden sonra diğer elçinin de hapse atılması seferin görünen gerekçelerinden biri olmuştur. Bu duruma, I. François’nın annesinin yardım isteği de eklenince Osmanlının eli daha da güçlenir ve sefer kaçınılmaz olur. Üstelik bu haklı gerekçelere ilaveten siyasi konjonktür açısından başka bir durum daha vardı. Macar Kralı II. Layoş, V. Karl’ın kız kardeşiyle evliydi. Bu sefer, her ikisini de pasifize edecek ve böylece Osmanlıya karşı yapılan düşmanca hareketlerin karşılığı verilmiş olacaktı.   Bu süreçte Avrupa’da bir Türk tehlikesinden endişe edilmekteydi. Bu endişe Avrupalı siyasi güçlerin aralarındaki mektuplaşmalarda bile kendini bariz bir şekilde göstermekteydi. 13 Mart 1524 tarihinde V. Karl’ın özel görevlisi Lombeck vikontu Joseph Hannart, V. Karl’a gönderdiği bir mektupta Türk’ün (Kanuni kastediliyor) büyük bir savaş için hazırlık yaptığını, Napoli ve Sicilya’ya saldıracağını haber veriyordu. Yine aynı zaman diliminde Elçi Joannes Dantiscus, Venedik’ten Lehistan Kralı Sigismund’a gönderdiği mektupta İtalya’daki panik havasını şöyle dile getiriyordu:
“Burada panik herkesi ele geçirmiş durumda. Kimse Türk’ün tüm kuvvetlerini toplayıp ne zaman saldıracağını kesin olarak bilmiyor. Venedikliler Kıbrıs konusunda tedirginler, ama Famagusta (Gazimagosa) şehrine güveniyorlar ve Rodos’tan daha müstahkem olduğunu söylüyorlar. Türk, uzak olduğu kadar yakın aslında ve bugün tüm dünyaya korku salıyor. Sicilya’ya ilerleyeceği, İtalyan topraklarında süregelen savaştan faydalanarak burayı kolaycacık ele geçireceği ve kısa zamanda İtalya’ya hükmedeceği söyleniyor.” diyordu.
1526 yılında Avrupa, Kanuni’nin yani Avrupalıların ifadesiyle “Büyük Türk”ün Macaristan’ı istila edeceği haberleriyle çalkalandı. Papa VII. Clemente’nin temsilcisi, 25 Nisan 1526’da Macaristan’da iken Papa’ya şu satırları kaleme almıştı:
“Eğer Sultan gerçekten gelecek olursa, daha önce defalarca belirttiğim şeyi bir kez daha üzerine basarak söylemek zorunda kalacağım: Zat-ı âlileri bu ülkeyi kayıp bilsinler. Burada haddi hesabı olmayan bir hengâme hâkim, savaşa katılmak için gereken her şeyden mahrumuz. Eyaletler arasında kıskançlık ve çekişmeden başka bir şey yok. Tebaaya gelince, Sultan’ın kendilerine özgürlüklerinin bahşetmesi hâlinde, asiller sınıfına karşı haçlı seferi zamanında olandan daha da beter bir ayaklanma çıkacak.”
Görüldüğü üzere Avrupa’da büyük bir endişe ve korku hâkimdi. Yakınlarına kadar ilerleyen Büyük Türk’e rağmen siyasi anlamda bir birliktelik gösteremiyorlardı. Protestanlık meselesi Avrupalıları zaten kendi içerisinde dinî anlamda bölmüştü. Leh Kralı Osmanlılar ile anlaşmasını yenilemişti (1525). Alman prensleri de Macarlar için hem askerî hem de maddi gücünü heba etmek istemiyordu. Macarlı asilzadeler de II. Layoş’tan hoşnutsuzdu. Bu durum Macarların Avrupalı müttefiklerden yeterli derecede destek görmemesine yol açtı.   Savaş yakındı ve Türkler, Macar düzlüklerinde ilerlemek için hazırlıklarını yapmıştı.

Savaşa Doğru
Savaş hazırlıkları tamamlanınca Osmanlı ordusu, 23 Nisan 1526’da hareket etti.  Zinkeisen’e göre, 800 gemiden oluşan bir filo yeniçerileri ve hafif birliklerin bir kısmını Tuna üzerinden Belgrad’a götürmek için yola çıkmış, bu arada 100 bin kişiden oluşan ordu ve 300 top da padişahın arkasından geliyordu.  Macar tarihçileri savaşta kullanılan toplarla ilgili benzer rakamları vurgularlar. Gábor Agoston’a göre, Osmanlıların 240 ile 300 arası, Macarların ise 85 topu vardı ve bunlardan sadece 53’ü savaşta kullanılmıştı. Orduların sayısı hakkında ise Macar tarihçiler Osmanlı kaynaklarından farklı rakamlar ileri sürerler. Onlara göre Osmanlı ordusunda 60.000, Macar ordusunda ise 26.000 asker bulunmaktaydı.  Kanuni’ye veziriazam ve aynı zamanda Rumeli Beylerbeyi olan İbrahim Paşa eşlik ediyordu. Ordu, Filibe’ye ulaştığında İbrahim Paşa emrine verilen kuvvet ve teçhizatla (2000 tüfekçi yeniçeri ve 150 top) birlikte bir konak ileriye yönlendirildi. İbrahim Paşa’yı ikinci vezir Mustafa Paşa, Üçüncü Vezir Ayas Paşa ve Anadolu Beylerbeyi Behram Paşa takip ediyordu. Ordu, düşmandan önce iklim ve coğrafi şartların zorluğuyla karşılaştı. Yağmur daimî surette yağdığı için arazi çok yumuşaktı. Savaş ağırlıklarıyla böyle bir arazide ilerlemek oldukça zordu. Yağan fazlaca yağmurun etkisiyle dereler taşmış, seller oluşmuştu. Bu durum sefer güzergâhının değişmesine yol açtı. Nihayetinde padişah Belgrad’a ulaşır ve Ramazan Bayramını da burada ifa eder.  Bu sırada İbrahim Paşa’nın kuvvetleri Pétérvárad’ı kuşatır (14 Temmuz). Bu sıralarda düşman kuvvetlerinin Pétérvárad yakınlarında olduğu, kralın ise Budin’den henüz ayrılmadığı haberi gelir. 27 Temmuz’da Pétérvárad Kalesi düşer.   Bu sıralarda Macarlar arasında korkunç bir karışıklık ve çaresizlik vardı. Zinkeisen’e göre, Şansölye Broderith, Tolna'dan Budin'de korku ve acı içinde bekleyen kraliçeye şu satırları yazmıştı (6 Ağustos):
“Kralın bu karışıklıkta nasıl bir karar alacağını ancak Tanrı bilir. Majesteleri gibi ben de 20-30 gün içinde yok olmadan açıkça düşmanın karşısına çıkabileceğimiz bir ordu toplayabileceğimizi düşünüyorum. Gemileri Drava Nehri'nin Tuna Nehri'ne aktığı yere kadar geldiler bile; tamamen terk edilmiş Ösek hemen ellerine geçecektir. Bizim için her şey artık çok geç; çok büyük bir tehlike altındayız. Kralı ve ülkesi için en kötüsünü bekliyorum; bilhassa kral için.”
8 Ağustos’ta İlok (İllok/Ujlak) Kalesi düşer. Ordu, 21 Ağustos’ta Drava Nehri üzerinde gemilerle oluşturulan seyyar köprü üzerinden karşıya geçirilir. Köprü, Macar kumandanı Tomori (Paul Tomory) tarafından yıkılmak istense de takviye kuvvet gelmeyince bunu gerçekleştiremez ve kralın ordugâhına dönmek zorunda kalır. Bu sırada II. Layoş da Tolna’ya gelerek burada kendisine katılacak olan diğer kuvvetleri bekler. Kendisine yardıma gelen kuvvetler arasında köylüler, Estergon, Istolni Belgrad ve Macar Krallığı’nın farklı yerlerinden gelen Leh, Bohemya ve Almanlardan oluşan bir kuvvet vardı. II. Layoş, sayısı yirmi bini bulan bu kuvvetlerle 15 Ağustos’ta Mohaç Ovası’na doğru yola çıkar. Yardım için de 40-50 bin civarında kuvvet gelir. Bu sırada müttefik kuvvetlerde oluşan en önemli kanaat, Osmanlı kuvvetleri zor arazi şartlarıyla boğuşurken onlara ani bir saldırıyla hücum etmekti. Arazi şartları gerçekten de Osmanlı ordusunu zorlamaktaydı. Ordunun ovaya ulaşacağı yollar sürekli ve yoğun bir şekilde yağan yağmur yüzünden bataklık hâline gelmiş, ağırlıklardan dolayı ordunun hareket kabiliyeti oldukça kısıtlanmıştı. İşin ilginç tarafı, Macarlar da bu süreçte Osmanlı ordusunun üzerine yürümekte oldukça gecikmişti.  Burada yeri gelmişken değinilmesi gereken önemli bir husus bulunmaktadır. Macar tarihçilerine göre, topoğrafya Macarlara yardım etmişti. Bu tarihçilerden G. Agoston’a göre, savaş meydanının doğusunda Tuna’nın bataklık hâlinde bulunan Taşkın Ovası, batısında ve güneyinde ise 25-30 metre yüksekliğindeki teras, kuzeyinde de Borza Irmağı bulunmaktaydı. Osmanlı ordusunun nehrin kuzey sahilinde bulunan bataklığı aşamayacağı anlaşılınca savaş meydanına giden yollar kullanılamamış ve ordu, daha geniş olan başka bir arazide yürümek zorunda kalmıştı. Üstelik arazinin önemli bir bölümünün yağmurdan dolayı çamur olması işi daha da içinden çıkılmaz bir hâle getirmişti. Buna ilaveten 25-30 metre yükseklikte, çamurlu ve kaygan bir zemin ve bazen de dik bir bayır olan terastan hücuma geçmek de neredeyse mümkün olmamıştı. Macarlar bunu bir avantaj olarak kullanmak istediler, onların planına göre Osmanlı askeri bayırdan gruplar hâlinde inecek ve böylece birlikler teker teker etkisiz hâle getirilecekti.  Ancak bütün bu hesaplar boşa gidecekti. Savaşın kaderini farklı faktörler değiştirecekti. Bunları ileride anlatacağım. Ancak gerçek bir hakikat var ki, Osmanlı ordusu Macar ordusundan önce iklim ve coğrafya ile savaşmıştı.
İki Ordu Karşı Karşıya
Topoğrafyanın zor şartlarına rağmen Mohaç’a doğru ilerleyen Osmanlı ordusu, 27 Ağustos’ta Baranyavár mevkiinde konuşlanır. 29 Ağustos’ta Rumeli kuvvetleri (sipahiler ve tüfekçi grubu) İbrahim Paşa’nın komutasında sabahleyin yürüyüşe geçer. İkindi vaktinden biraz önce Macar kuvvetlerinin karaltısının görülebileceği bir yere, Mohaç Ovası’nın yüksekliklerine ulaşılır. Bu sırada Macar kuvvetleri arasında hareketlenmeler olduğu ve ani saldırıların başladığı haberleri ulaşır.    
Akıncılar Sahada
Hafif süvari ve öncü birliği olan akıncıların Mohaç Muharebesi’nin kazanılmasındaki kahramanlıkları ve gayretleri dillere destandır. Öyle ki popüler tarihin de zaman zaman konusu olmuşlardır.  Macar kuvvetlerinin ani saldırıları karşısında akıncıların savaş sahasındaki cengâverliklerini metnin genel akışını bozmamak adına Peçevî’den aynen aktarıyoruz:
“... O zamanlar rahmetli İbrahim Paşa, Rumeli alaylarını yerlerine yerleştirip kendisi huzura geldikte saadetli padişah uç boyları beylerinin çağrılarak bir danışma meclisi kurulmasını ferman buyururlar. Bu buyruğa uyularak komutanlara çavuşlar gönderilir. Herkesten önce Bosna Beylerbeyi Hüsrev Bey gelir ve kendisine tepenin doruğuna çıkması emrolunur. İbrahim Paşa, öteki vezirlerle birlikte saadetli padişahın huzurunda ayak üzere durmaktadırlar ve Hüsrev Bey’e şöyle seslenir:
“Siz uç boyları beylerisiniz, saadetli padişahımız size danışmak ister. İşte Mohaç sahrası bu imiş, henüz düşmandan bir iz yok. Nasıl bir tedbir almalı?”
Hüsrev Bey’in cevabı şöyle olur:
“Saadetli padişahım, biz uç boylarında danışmayı buraların tecrübeli ihtiyarları ile yaparız, kendi reyimizle iş görmeyiz. Ferman olunursa varıp söyleşelim ve saadetli padişaha gelip cevap verelim.”
Bunun üzerine saadetli padişah “Danışacağınız adamları buraya getirin.” diye buyururlar. Rahmetli Hüsrev Bey, bulunduğu yerden, aşağıda duran ağalardan birine adıyla seslenerek “Çabuk var, Koca Alaybeyi, Kara Osman, Mehmet Subaşı, Adil Taviça ve Balaban Çeribaşı gelsinler, saadetli padişah danışmayı emretti.” der.
 Bu ağa gider gitmez, Adil Taviça denen yiğit koca görünür. Cebesi arkasında, tolgası başında, kepeneği terkesinde kırlaşmış bir koca sakalı tıraşlı, fakat tolgasından dışarı fırlayan bıyıkları, sanki düşman kanı dökmeye hazır bir ok gibi idi. Hüsrev Bey, onun daveti üzerine geldiğini sanarak, “Gel Adil Taviça, saadetli padişah danışma emretti.” der. O da “Burada dövüşmekten başka danışmak var mıdır? Beni Koca Elmas Bey size gönderdi; düşman alayları görünmüş, çarhacımız elleşmeye başlamış; gelin sancağınız dibinde bulunun ve alayları ağırlıktan ayırın.” diye cevap verir ve hemen kendi alayına doğru at sürer ve gider.”  
Peçevî’nin anlattığı bu hadise ilginç bir durumu da gözler önüne seriyor. Metinden anlaşıldığı kadarıyla savaşın başlama emarelerini gören bir akıncının padişahın huzurunda atından inmeksizin konuşması, ondan izin almaksızın ve zaman kaybetmeden düşmanla vuruşmaya gitmesi ani bir durum karşısında gelişen akıncı ruhunu ve çevikliğini, onların mevcut durumun aciliyeti karşısında kendi iradelerini ortaya koyduklarını gözler önüne seriyor. Bu görüşme, sonrasında daha da ilginç gelişmelere gebe olacaktır. Adil Taviça’nın bu hareketinden ve Macarların ani saldırısından huzursuz olan padişah, hemen tepeden aşağı iner, atına biner ve ağırlıkların korunması için çavuşlar gönderip alayların belli bir mesafede durmasını ister. Padişah, her sancağın dibinde durur ve zafer kazanmak için dua eder. Bu manevi hava içerisinde askerî birlikler, “Gökten inen bir felaket ve ansızın bastıran sel gibi kâfirlerin üzerine atıldılar.” Davul ve kös gümbürtüsü her yeri sarmış, zurna ve çeşitli müzik aletlerinin sesi, insan sesleri, at kişnemeleri, kılıç şakırtıları her yeri sarmıştı.   Peçevî, yukarıdaki bilgileri verse de ordunun bir plan dâhilinde hareket ettiğini biliyoruz. Macarların saldırısı karşısında önceden kararlaştırılan plan hemen uygulamaya konulur. Yapılan istişarelere göre, Semendire Beyi Yahyapaşaoğlu Bâlî Bey’in tavsiyesi şöyleydi: Macar ağır zırhlı süvarileri birbirine zincirlerle bağlanarak sert saldırılar yapabilirlerdi. Buna mukabil önde bulunan Rumeli askerleri yanlara ayrılacak, Macarlara geçit verecek ve hemen arkasından yan cepheden hücum edilecekti. Bu arada önde bulunan ağırlıklar yapılacak olan harekâta engel olur düşüncesiyle geride bırakılacaktı. Plana göre Rumeli askeri ikiye ayrılacak ve Macarları, top arabaları, zincirle bağlanmış toplar ve tüfekçi yeniçeri birlikleri karşılayacaktı. Öte yandan akıncı beyleri Bâlî Bey ve Bosna Beyi Hüsrev Bey de Macar kuvvetlerini arkadan sarmak için pusuda bekleyeceklerdi.  Semendire Beyi olan akıncı Yahyapaşaoğlu Bâlî Bey’in kaynaklarda anlatılan cengâverliği göz önüne alındığında onun bu seferde göstereceği başarı mutlaktı. Kemalpaşazâde onu şöyle tasvir eder: Yaz kış demeden asilerin üzerine koşturur, Türk gazileriyle uzak yakın demeden akına giden uç beylerinin önde gelenlerindendi.  Macar kuvvetlerinin Rumeli askerlerine saldırması öğleden sonra ikindi vaktine doğru başlar. Yapılan plana göre, Rumeli askeri ikiye açılır ve Macarlar karşılarında topçu ve tüfekçileri bulurlar. Topların bu esnada çok fazla fonksiyonu olmasa da yeniçeri tüfekçileri birkaç grup hâlinde kademeli ve seri ateşle Macar süvarilerini dağıtır.   F. Emecen’e göre, Osmanlı kaynakları savaş durumunu şu şekilde anlatır: Macar kuvvetleri üçe ayrılır. Sağ kolundaki kuvvetler akıncılara karşı gönderilir, soldakiler yerinde bırakılır.  Kral ise İbrahim Paşa’nın üzerine saldırır. İkiye ayrılan Rumeli askeri arasından geçen Macar kuvvetleri sola dönerek burada bulunan sipahilerin saflarını yararlar. Ancak bu esnada etraflarını çeviren Osmanlı kuvvetleri tarafından imha edilirler. Padişahın ordugâhına yönelenler ise tamamıyla yok edilirler.  Lütfi Paşa ise, kralın padişaha doğru saldırıya geçtiğini ancak birbirine zincirlerle bağlı top arabalarından dolayı geçemediğini, top arabalarının demirden bir dağ gibi durduklarını beyan eder.  Peçevi’nin yukarıda bahsettiği savaş manzaraları herhâlde bu sıralarda yaşanan sahnelerdi. Hatta daha da ileri giderek bu hadiseleri öyle detaylı anlatır ki, savaş sahnelerinin gözümüzde canlanması ve düşman kuvvetlerinin içinde bulunduğu zor durumu hayal etmek hiç de zor değildir. Onun ifadeleri ve savaş meydanını tasviri yıllar öncesinin tahayyül penceresini aralar. Padişahı da şöyle betimler: Başına üç tane eşsiz sorguç takmış, mübarek vücudu zırhlar içerisinde, sanki demirden bir kale... Ve savaş anını yine ondan dinleyelim:
    “Bu biçimde yavaş yavaş ilerlerken kâfir askerinin alayları da göründü. Tıpkı sert rüzgâr önünde sürüklenen bir kara bulut gibi hızla sürüp gelirdi. Başlarında Tomori Bal dedikleri sapkın vardı.... Sadrazamın alayı önündeki top ve tüfeklerden yağan mermi ve kurşunlarla vurulup düşen adamlarına ve at leşlerine aldırmadan, topların önünden seğirtip geçti. Sonunda yaya alayının bulunduğu yerde bir boşluk ve gedik bularak oraya daldı. Tam İslam askerini yararak birbirinden ayırdığı sırada idi ki, Bali Bey ve Bosna Beyi Hüsrev Bey sancakları askeri ile ardını aldılar. Melunlar önlerine bakınca gördüler ki, saadetli padişahın alayları hiç sarsılmadan kat kat yerli yerinde duruyorlar. Arkasında sıralanan artçı ağırlık birliklerinin de dağlar gibi, sonu görünmüyor, insan gözü erişemiyordu.... Rumeli alayları iki kanattan öyle saldırdılar ki bir anda kâfirin alayından bir iz kalmadı... Yeniçeri gazileri hep birden tüfekle ateş ettiler ve kâfirlerin komutan ve seçkin askerini hemen orada cansız yere serdiler. Aradaki alaylar neye uğradıklarını görerek hemen kaçışmaya başladılar... Güneş batınca meydanda melunlardan ayakta duran tek bir insan kalmamıştı.” 

Macar ordusunda yer alıp savaşa şahit olan bazı kaynak kişiler de bu anlatıyı küçük farklılıklarla doğrular. Bazı Macar tarihçiler Osmanlılara saldıran sol kanadın Rumeli askerini bozmakla birlikte, bu esnada yağma yapmaya daldıkları için zaman kaybettiklerini, Rumeli askerine yardıma koşan tüfekçi yeniçerilerin Macarları dağıttığını ve bu yüzden de savaşın kaybedildiğini ileri sürer. Oysa savaş öncesi yapılan plan ve askerin disiplinli bir şekilde bu plana uyması, Osmanlı kuvvetlerinin başarıya ulaşmasını sağlamıştı. Üstelik Macar kuvvetlerinin ordugâhın tamamıyla tahrip edildiği haberini almaları ve kuşatıldıklarını düşünmeleri de bu mücadelenin kaybında önemli bir paya sahipti.  Esasen akıncıların bu muharebenin kazanılmasında payları büyüktü. Onlar Macar süvarilerini kolaylıkla mağlup edebileceklerinin farkındaydılar. Özellikle tecrübeli akıncılar, bu şekilde dizayn edilmiş kırk elli bin kişilik bir süvari kuvvetinin önünde durulamayacağını çok iyi bilirlerdi. O yüzden de genelde yaptıkları muharebe taktiği, bu tarzdaki hücumların önlerinden önce kaçmak sonra da süratle gerilerinden ve yanlarından vurmaktı . Ve bu taktik yine işe yaramıştı. Hatta akıncılar sadece Macar kuvvetlerini dağıtmazlar, büyük bir süratle hareket ederek Macar ordugâhına yönelerek burayı da ateşe verirler ve Macar ordusunun arka tarafındaki kontrolü de sağlarlar.  Bu bölgedeki akıncılar, hem bu türden muharebeleri hem de bölgeyi çok iyi biliyorlardı. Bu yüzden de akıncı beyleri Yahyapaşaoğlu Bâlî Bey ve Bosna Beyi Hüsrev Bey, bir Osmanlı kaynağına göre “ol yurtların koca kurtları” olarak bilinmekteydiler.
Savaştan Sonra
Çatışma yaklaşık iki saat sürer. Bu özelliğiyle Mohaç Muharebesi tarihte en kısa süren savaşlardan biri olarak anılır. Osmanlının galip gelmesiyle sonuçlanan (29 Ağustos 1526) savaşta Macar Kumandanı Tomori, Borza Deresi yakınlarında hayatını kaybeder. Kral II. Layoş, kaçarken Csele Deresi’nde boğulur. İki başkumandan, altı başrahip ve Macar ileri gelenlerinden 300 kişi savaş meydanında kalır. Osmanlı kaynaklarına göre, Macar ölüleri ortada bırakılmaz ve gömülür. Bu sırada gömülenlerin sayısı 20.000 piyade ve 4000 süvari olarak verilir. 10.000’e yakın asker de esir alınır. Osmanlıların kaybı Feridun Emecen’e göre kaynakların bir istinsah hatası değilse 50-60 kişidir ve bu rakam, Celalzâde Mustafa Çelebi’ye göre 150’dir. Ancak sayının bu rakamların üzerinde olduğu biliniyor.   
Savaştan sonraki durumunu yine Peçevî’den öğreniyoruz:
“Savaş alanı kâfirlerden temizlendiği zaman akşam erişmiş ve dinlenmeye çekilmek gerekmişti. Herkes olduğu yerde konsun diye tellallar bağırtıldı. Yüce Tanrı’nın hikmeti ile öyle sert bir yağmur yağdı ki kimsenin ne çadırını aramaya gücü ne de konmak imkânı vardı. Böylece at sırtında sabaha dek beklenildi. Gün ağarınca, baştan başa düşman leşleri ile dolu olan alandan bir iki at koşumu yere kadar uzaklaşıldı ve burada padişahın otağı ile askerî çadırları kuruldu. Sonra saadetli padişahın otağı önünde donanmış bir taht konularak büyük vezirler, beylerbeyleri, komutanlar ve İslam askeri gelip gazayı kutladılar…. Kösler çalındı, dört yana fetihnameler yazıldı. Kâfirin bıraktığı 300 kadar top ile darbzenler ve daha başka savaş araç ve gereçleri devlet hazinesi için zapt olundu. Tutsak alınan kâfirlerin getirilmesi için padişah buyruğu çıkarıldı.”  
Savaş esnasında Bâli Bey başta olmak üzere özellikle akıncıların gayretleriyle Macar kuvvetlerinin darmaduman bir hâle geldiği, hayatta kalanların da gece karanlığında saplandıkları bataklıktan kurtulamadıkları bilinmektedir. Muharebe kazanıldığı hâlde askerin at üstünde ve silah elde olarak harp meydanında kaldığı bilinmektedir.   Nitekim Peçevî de bu bilgiyi doğrulamaktadır. Ancak anlaşılan o ki bu durumun yaşanmasındaki en büyük neden, askerlerin yağan yoğun yağmurdan dolayı bulundukları yerleri terk edemeyişleriydi. Savaşın ardından Kanuni, bir gün Mohaç Ovası’nda kalır  ve 11 Eylül’de herhangi bir dirençle karşılaşmadan Budin şehrine girer, iki hafta sonra da buradan ayrılır.  

Sonuç
Feridun Emecen, Mohaç Savaşı’nın esas itibarıyla kendi dönemindeki diğer muharebeler ile kıyaslandığında önemli bir yer tutmadığını, ancak sonuçları itibarıyla çok ses getirdiğini ileri sürer. Ona göre, savaş Avrupa’da artık yeni bir mücadele ortamı ve karmaşık siyasi meselelerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.    
Mohaç Meydan Savaşı, ateşli silah gücünün bir meydan savaşının kazanılmasında ne kadar önemli olduğunu da ortaya koymuştur. Düzenli piyade askerlerinin tüfekleri etkin bir şekilde kullanmaları, klasik savaş yöntemlerini bir kenara itmiş ve yeni bir savunma taktiğini ön plana çıkarmıştır. Yeniçerilerin saflar hâlinde arka arkaya dizilerek, atış sürekliliğini gerçekleştirmeleri ve süvari hücumlarına rağmen yerlerinden ayrılmamaları savaşın kazanılmasında önemli bir faktördür.  Nitekim Mohaç Savaşı’nı konu alan minyatürlerde de bu durum, yani yeniçerilerin düzenli bir şekilde dizildikleri, bir kısmının ateş etmek üzere hedef alırken, bir kısmının da tüfeklerini doldurdukları açıkça görülür.
17. yüzyıl Osmanlı tarihçisi Peçevî, bu savaşın İslam’ın yaptığı gazaların en büyüklerinden biri olduğunu ve şimdiye kadar böylesinin bir padişaha nasip olduğunun bilinmediğini ileri sürer.   
Mohaç Savaşı’ndan sonra krallığın başkenti Budin’e (Buda) 1529’da tekrar girilir. Budin, Macar soylularının bir kısmı tarafından kral seçilen Zapolya’ya (Transilvanya/Erdel voyvodası I. János Szapolyai) (1526-1540) Osmanlılara bağlı olmak şartıyla bırakılır. Bu sırada II. Layoş’un ölümü, V. Karl’ın kardeşi Avusturya ve Bohemya taraftarının idarecisi Arşidük I. Ferdinand’ın akrabalık bağı dolayısıyla Macar tahtında hak iddia etmesine ve dolayısıyla Macaristan’ın bir bölümünde de hâkimiyet kurmasına yol açar. Zapolya ile Ferdinand’ın çekişmesi, iki tane gücü karşı karşıya getirmiştir. Zapolya, Budin’e hâkim olmak için Osmanlıya yakınlaşırken, Kanuni de Macaristan’a tamamen egemen olmak yerine burayı Habsburglara karşı bir tampon bölgesi olarak kullanmayı diplomatik açıdan uygun görür. Zapolya’nın ölümünden (1540) sonra şartlar değişir ve Budin’in merkez olduğu bir beylerbeylik oluşturulur. Burası zamanla askerî bir üs hâline gelir. 1568 Edirne Anlaşması ile Osmanlı hâkimiyetinde bir bölge, Habsburgların idaresinde bir bölge ve Osmanlılara bağlı yarı bağımsız Erdel Prensliği oluşur. Dolayısıyla tüm bu gelişmelerden F. Emecen’in yerinde tespitiyle, Mohaç Savaşı’nın Macaristan Krallığı’nın sonunu getirdiğini ve Macaristan topraklarında Osmanlılar ile Habsburglar arasında cereyan eden 150 yıllık bir mücadelenin de ilk merhalesini oluşturduğu söylenebilir.   Bu arada söz konusu dönemde yaşanan gelişmeler, Osmanlı Devleti’nin doğunun süper gücü olmasına ve bu gücünden dolayı da Habsburgların tehdidi altında olan her devletin sığındığı bir liman olmuş bu sayede Avrupa devletler sisteminin de bir üyesi olmuştur.  
Sözün özü; Belgrad’ın fethiyle (1521) Orta Avrupa’ya açılan kapının kilidi Türklere açılmışken Mohaç Zaferi’yle bu kapı aralanmış oldu. Türkler, artık Avrupa siyasetini belirleyen başaktörlerden biriydi ve bu durum Rumeli’nin yani Balkanlar’ın elimizden çıkışına kadar devam etti.  

Kaynakça
Adıgüzel Toprak, Filiz, Arifî’nin Süleymannâmesi’ndeki Minyatürlerde Saltanata İlişkin Simgeler, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü, İzmir 2007.
Agoston, Gábor, Osmanlı’da Strateji ve Güç, Timaş Yay., İstanbul 2015.
Agoston, Gábor, Osmanlı’da Savaş ve Serhad, Timaş Yay., İstanbul 2013.
Emecen, Feridun M., “Büyük Türk”e Pannonia Düzlüklerini Açan Savaş Mohaç, 1526”, Muhteşem Süleyman, (Yay. haz. Özlem Kumrular), Timaş Yay., İstanbul 2017, s.57-110.
Emecen, Feridun M., “Mohaç 1526 Osmanlılara Orta Avrupa’nın Kapılarını Açan Savaş”, Osmanlı Klasik Çağında Savaş, Timaş Yay., İstanbul 2014, s. 159-200.
Emecen, Feridun M., “Mohaç Muharebesi”, DİA, C. 30, s. 232-235.
Erdoğan Özünlü, Emine - Ayşe Kayapınar, 1472 ve 1560 Tarihli Akıncı Defterleri, TTK Yay., Ankara 2017.
Erdoğan Özünlü, Emine, “Akıncı Ocağına Dair Önemli Bir Kaynak: 625 Numaralı Akıncı Defteri Üzerine Bazı Düşünceler”, Belleten, Cilt LXXIX, Sayı 285 (Ağustos 2015), s.473-500.
Eyyûbî, Menâkıb-ı Sultan Süleyman (Risâle-i Padişâh-nâme), (haz. Mehmet Akkuş), Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1991.
İnalcık, Halil, “Avrupa Devletler Denge Sistemi ve Osmanlı-Fransız İttifakı, 1525-44”, Muhteşem Süleyman, (Yay. haz. Özlem Kumrular), Timaş Yay., İstanbul 2017, s.15-32.
Kayapınar, Ayşe - Emine Erdoğan Özünlü, Mihaloğullarına Ait 1586 Tarihli Akıncı Defteri, TTK Yay., Ankara 2015.
Kemal Paşa-zâde, Tevarih-i Âl-i Osman, X. Defter, (haz. Şerafettin Severcan), TTK yay., Ankara 1996.
Kumrular, Özlem, “Orta Avrupa’nın Kaderini Değiştiren Savaş: Mohaç, Öncesi, Sonrası ve Kastilya’da Yankısı”, Belleten, C. 71, S.261 (2007), s.537-574.
Lütfi Paşa, Tevârîh-i Âl-i Osmân, Matba’a-i Âmire, İstanbul 1341.
Peçevî İbrahim Efendi, Peçevî Tarihi, C.I, (haz. Bekir Sıtkı Baykal), Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1999.
Topal, Seyid Ali, Celalzâde Salih Çelebi’nin Tarih-i Sultan Süleyman İsimli Eseri, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, Ankara 2008.
Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı Tarihi, C. II, TTK Yay., Ankara 1988.
Zinkeisen, Johann Wilhelm, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi (1453-1574), C.II, (çev. Nilüfer Epçeli) (çev. Kontrol:Kemal Beydilli), (ed. Erhan Afyoncu), Yeditepe Yay., İstanbul 2011.