TUNA’NIN HASRETİ

09 Ağustos 2014 12:24 Muammer YILMAZ
Okunma
6974
TUNANIN HASRETİ


Sadece canlı olan insan mıdır? Cansızların bile bir ağzı, dili, bir gönlü olduğuna göre sular ve nehirler de her zaman canlıdır. Aslında her katresi (damlası) gözyaşı olan, bir an önce Sevgili’ye (Yaradan’a) kavuşmanın heyecanı ve aceleciliği içinde başını taştan taşa vuran nehirler; kimi yerde durgun, kimi yerde kızgın, bir küheylan gibi, ezelden ebede doğru durmadan akarlar.
    Hiçbir millet bizim gibi deniz ve nehirler ile haşir neşir olmadı; medeniyetlerini ağaç ve su üzerinde kurmadı; onların koynunda yatıp her damlasını zemzem yerine kana kana içmedi, gönlünden, dilinden anlamadı; seccadesini üzerine serip namaza durmadı; onunla birlikte sevinip hüzünlenip ağlamadı.
    Daha çok deniz, daha çok su ve nehir diyerek kıtlardan kıtalara koştuk; onlarla birlikte doğduk, yürüdük, çağladık. Et ve kemik gibi kaynaştık. Türklüğün ve İslam’ın kılıcı ve kalemi olduk.
    Nehirler de insanlara benzer: Bahtlısı vardır, bahtsızı vardır. Bazıları ise insanlar gibi garip, kimsesiz ve öksüz doğmuşlardır. Bunlar vatanlarından ayrı düşenlerdir. Asya kadar büyük, bayrak şairimiz Arif Nihat Asya Hocamızın diliyle “bizden doğup da bize dökülmeyen”, bizi istemeyerek terk eden Fırat, Dicle ve Aras gibi.
    Beş bin yıllık muhteşem bir maziye sahip Türk Milletinin dilinden ve gönlünden düşürmediği nehirlerimiz… Kan gibi damarlarımızda akan, makûs talihimizin döndüğü Sakarya. Bizi hazin hazin terk eden Fırat ve Dicle... Gönül gözlü Veysel’imizin diliyle “Zara Dağları’nda toplanan; Sivas’ı, Kayseri’yi, Nevşehir’i, Ankara’yı dolaşan; Yeşilırmak ve Sakarya ile koklaşan; Yunus’umuzun aşkı ile çağlayıp coşan Kızılırmak. 
    Dışarıda Osmanlının zaferini doya doya tadamayıp için için ağlayan Prut. Türk’ün haşmeti ile doğrulan Yayık(Ural), İdil(Volga), Selenga ile Kürşad’ın bağrında uçurduğu Vey, yine Kürşad’ın narası ile Tanrı Dağı’ndan inip ruhumuzu kandırıp gözümüzü açtığımız, kanatlanıp uçtuğumuz, Türk’ün damgasını vurduğumuz ilk nehir; Göktürk Kitabelerinin tapusu ve kapısı olan Orhun.
    Nehir deyince Türk’ün asırlarca koynunda yattığı Tuna gelir aklımıza. Yahya Kemal “Türk’ün gönlünde dağ varsa Balkan’dır, nehir varsa Tuna’dır.” derken Doğu’da Ötüken, Orhun, Tanrı ve Altay Dağları, Batı’da Balkanlar, Tuna ikiz kardeştirler. Birisi Doğu, diğeri Batı Türklüğünün mihenk taşlarıdırlar.
    Nehirlerin gönlünden ve dilinden en çok anlayanlar çelik bilekli, mangal yürekli yiğitler yanında şair ve yazarlardır. Onların nesir ve manzumelerinde başka bir renge bürünürler; âdeta canlanıp dillenip sizlerle tatlı tatlı konuşurlar ve bu hâlleriyle daha da güzelleşirler.
    Türk’ün tarihi ile yaşıt olan ve hatta onları da geçen Tuna’nın gönlümüzde apayrı bir yeri vardır. Tuna; Türk’ün Avrupa’daki tarihe damgasını asırlarca vuran mührü, remzi ve mirasıdır. Koca, pir yüzlü tarih; Tuna’nın o masmavi deryayı andıran sularında yıkanır, dinlenir, şahlanır, sükût eder; yüreğimizde bir hüzün, gözlerimizde bir yaş olarak ayrı yer edinir.
   Tuna her Türk’ün kalbinde kökleşmiş, gürbüzleşmiş, bizi asırlardır madden ve manen besleyen ruhumuzla mayalanmış, benliğimiz ile sevdalanmış bir bütündür. Çınar ve söğütlerinin nazlı bir gelin, gelincik, papatya gibi sallanışının; sularında oynaşan yayın ve sazanların; bendini yıkan selinin ve dalgalarının ihtişamında; açılan, sönen ve kapanan bir devrin sembolik izleri görülür. Kıyı, köprü ve yollarında tarih olmuş devirlerin menkıbeleri duyulur, hikâyeleri okunur.
    Nehirlerden yalnız su akmaz; haşmet akar, fazilet akar, sevgi, hasret akar. Tuna’dan altı asırdır akan ise insandır, tarihtir. Tuna’dan Türk’ü alınız, geriye bir şey kalmaz, Tuna kupkuru kalır.
    Küheylanlar sırtında Bora(Gazi Giray) olup esen, aslan olup kükreyen, kıtalara otağ kuran nice sultan ve cengâverlerimiz suyundan içmiş, yıkanmış, abdest alıp huşu içinde namazını kılmıştır. Hele hele bir akıncı ömründe Tuna boyuna gitmez, atına Tuna suyu içirmez ve Tuna’nın suyu ile yıkanmaz ise ona gerçek akıncı demezlermiş.
     Tuna’nın gümüş raksında, mehtapla yıkanan bedeninde Türk’ün türküleri, hasretlikleri, kahramanlıkları duyulur. Tuna; Mohaç’ta, Niğbolu’da varak, Estergon’da subaşı duraktır. Zaferlerimizle coşan, Yüce Yaradan’ına koşan Tuna; Plevne’nin yarası, Viyana’nın yası, hezimeti ile karalar bağlar. Osmanlının buradan, buralardan çekilmesiyle garip ve kimsesiz kalan nazlı Tuna; yalıları, kıyıları, çınarları, salkım söğütleri, üzerinde raks eden kuşlarıyla yıllarca ağlamış, sararıp solmuş, garip ve yalnızlığını mısralara dökmüştür:
  Tuna boylarında sıra selviler,
  Tan yeli estikçe sessiz ağlarmış.
  Gül bahçesinde baykuşlar öter,
  Şu viranelik eski bağlarmış.
 
  Söğüt dallarında hasta serçeler,
  Eski akın destanını heceler.
  Tuna ağlıyormuş bazı geceler,
  Göğsünde kefensiz şehitler varmış.
 
1877-1878 Osmanlı-Rus, 1912 Balkan Savaşları, sonrası Tuna tamamıyla yetim kalır. Bulgar ve Moskof’ un hançeriyle can evinden vurulup dağlanarak Ahmetlerin, Mehmetlerin,Ayşe ve Fatmaların oluk gibi akan kanları Tuna’yı kızıla boyar. Bu duruma için için ağlayan Tuna; bundan sonra Yorgo’lara, İvanlara bir türlü alışamaz, konuşamaz.
Şanlı tarihimizin altın sayfaları arasında Vey, Orhun, Selenga gibi şiirleşen, güzelleşip ulvileşen Tuna. Sen asırlardır tarihimiz, edebiyatımız musikimiz, menkıbelerimiz, örf ve âdetlerimizle ruhumuzda yaşıyor, damarlarımızda dolaşıyor, akıyorsun. Hasretini ve hasretimizi kardeşlerin Sakarya, Kızılırmak, Yeşilırmak, Fırat, Murat, Dicle’ye bakarak gideriyoruz.
Başı dumanlı, gönlü yaralı Tuna’m, sakın kuruma. Sen gönlümüzde ve ruhumuzda “tarihleşen ve Türkleşen” bir sevdasın, kıyamete kadar da öyle kalacaksın: Sen gözyaşlarını Karadeniz’e döküp birazcık olsun ferahlarken bizler kâğıda döküp boğuluyoruz.