COĞRAFYADA TÜRKİYE

11 Haziran 2014 11:14 Muammer YILMAZ
Okunma
5121
COĞRAFYADA TÜRKİYE


Muammer YILMAZ

 

Yakından tanımak istediğiniz bir insanın önce fiziki yapısına; boy, pos ve endamına, sonra da ahlak ve karakterine bakarsınız.

Milletler ve devletler hakkında bilgi sahibi olmak için önce yaşadığı bölgeye, bölgenin özelliklerine yani coğrafi konumuna bakılır.

Milletlerin hâl ve geleceklerini etkileyen en önemli unsurlardan birisi de üzerinde özgürce yaşadıkları yeryüzü parçası yani coğrafyadır.

Coğrafyalar özelliklerine göre çeşit çeşittir; bir milletin tarihi, sosyoekonomik hayatı, karakteri, geleceği, kaderi ile yakından ilgilidir.

Bazı kara parçaları gerek stratejik, gerekse ekonomik bakımlardan fazla önem taşımadıkları için bünyelerinde barındırdıkları milletlerden pek bahsedilmez. Bunlar gerçek bir tarih yaratmamış ve dolayısıyla ekonomik ve siyasi bakımdan baskı altında, güdük, yavan kalmamışlardır.

Bunların yanında dünyamızda öyle kara parçaları vardır ki bir dakika boş kalmamış, bulgur kazanı gibi kaynamışlardır. Üzerlerinde tarihi durdurmak bir yana, tarihle âdeta yarışmışlardır. Yerküremizde bu özellikte coğrafya parçalarının en başında Anadolu, Kafkaslar, Balkanlar, Orta Doğu ve Akdeniz ülkeleri gelir.

Anadolu’muzun akciğerleri de olan Balkanlar ilk ve orta çağlardan beri Kafkaslar, Karadeniz ve Anadolu üzerinden gelen kavimlere kucak açmakla kalmamış, Akdeniz’in tuzlu ve sıcak suları ile de yıkanıp kucaklaşmıştır. Yunanlılara, Romalılara, Makedonyalılara, Hunlara eşiklik ve beşiklik yapmıştır.

Tarihî, dinî, siyasi ve sosyoekonomik açıdan hayati önem taşıyan Orta Doğu; üç semavi dinin, nice uygarlıkların kültür merkezi ve dünyanın petrol (kara altın) deposu (denizi)dur.

Her devirde büyük siyasi olaylara, tarihî, kültürel ve dinî gelişmelere sahne olan Peygamberler diyarı Orta Doğu’da İran-Irak-Katar-Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri dünya petrol tüketiminin yaklaşık %65’ini karşılamaktadır. Bütün bu özellik ve güzellikleriyle dünyanın hiçbir bölgesi insanoğlunda Orta Doğu kadar sahip olma arzusunu uyandırmamıştır. Öyle ki 1096’dan 1270’e kadar süren Haçlı Seferleri’nin yapılış gayesi de dinî ve ekonomik sebeplerdir.

Cazibesini hiçbir zaman yitirmeyen Orta Doğu’nun petrolü dünya devletlerinin arenası hâline gelmiştir. Osmanlı’nın buradan gitmesiyle (gönderilmesiyle) öksüz ve garip kalan bölge ve buranın devlet olamamış devletçikleri; tabiri caizse başta ABD olmak üzere Batılıların bir bakıma sağmal ineği hâline gelmiş, getirilmiştir.

Bu petrol coğrafyasında enerji kaynaklarının büyük bir bölümünü (yüzdesini) eline geçiren ABD; “Büyük Orta Doğu Projesi” ile de bu sağmal ineğin memelerini yara olana kadar sağmak; Endenozya’dan, Orta Asya’ya, oradan Fas’a kadar İslâm ülkelerinde hâkimiyetini kuvvetlendirmek emelindedir.

Bu projede, demokratikleşmesi, medenileşmesi ve açık pazar hâline getirilmesi öngörülen İslam ülkeleri üzerinde İsrail ve İngiltere ile birlikte ABD’in rakibi Çin-Rusya ve Suudi Arabistan’dır.

Mackinder’e göre dünyanın dörtte üçünü su ve dörtte birini de karalar kaplamaktadır. Bu kara parçasının en büyük kısmı da “Eski Dünya” olarak adlandırılan Asya-Avrupa-Afrika kıtalarının birleştiği bölgedir. Bu bölgeye “Dünya Adası” diyoruz. Amerika ve Avusturalya keşfedilmeden önce dünya hâkimiyeti dendi mi bu üçüz kardeşler anlaşılıyordu.

Dünya Adasının Küçük Avrasya’sı Türkiye’miz; jeopolitik ve jeostratejik konumu ile bir köprü, kavşak noktası, imparatorluk merkezidir. Brzezenski’nin ifadesiyle de “pivot” ülkedir.

Milletimizi Anadolu’ya çeken sihir (kuvvet), onun “cihan hâkimiyeti mefkûresi” olmuştur. Bu mefkûre ile yola düşen Türk milleti; Malazgirt’te anahtarını, Miryakefalon Zaferi ile de tapusunu almıştır. Dünyanın incisi ve şahdamarı olan ilk “Kızılelma” İstanbul’u da fethederek Boğazlara hâkim olmuş; Avrupa tabiri ile imparatorluk hâline gelmiştir. Anadolu’yu merkezkaç kuvvetin sıklet merkezi yapan Cihan Devleti Osmanlı; Balkanlar-Kafkasya-Basra üçgenini de Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar yüzyıllarca kontrol etmiştir.

Dünya hâkimiyetinin kilit noktası olan Anadolu’muzun Avrasya’nın bir değil birkaç sıcak denizine açılan anahtarları da İstanbul ve Çanakkale Boğazları olmuştur. Bunlar, jeostratejistler tarafından “üç kıtanın kapıları” olarak değerlendirilmiştir. Sanayi inkılabı ve coğrafi keşifler, bu kapı ve anahtarların önemini bir kat daha artırmıştır.

Şu anda dünyanın kalbi olan, dünya nüfusunun %75’ini barındıran, dünya gayri safi hasılasının %60’ını üreten Avrasya’nın en önemli parçasını oluşturan Türkiye Avrasya hâkimiyeti için büyük ehemmiyet arz etmektedir. Bu sebeple başta sömürgeler kralı İngiltere olmak üzere Fransa, Rusya ve Almanya gibi büyük devletler, yüzyıllardan beri Türkiye’yi kontrolleri altına almaya çaba göstermişler; nazarlarını, bu mücadelenin odak noktası olan ve Türkiye’nin can damarı niteliğindeki Boğazlara yöneltmişlerdir.

Dün Hıristiyan âlemi ne ise bugün de aynıdır. Türkiye ne zaman kendine gelse içte ve dışta önü kesilmeye çalışılmakta, neredeyse nefesleri bile sayılmaktadır. Bu durumu büyük bir diplomat; pantürkist ve panislamist İkinci Abdülhamit hatıralarında ibretle anlatır:

“Bizi her şeyden fazla felakete iten, büyük devletlerin entrikalarıdır. Bu devletler, tabiiyetimizdeki milletleri, arka arkaya isyana teşvik etmek suretiyle, bizi her sene daha fazla sıkıntıya düşürmektedirler. Her sene, bu uğurda hiç faydasız sarf ettiğimiz milyonlarla ne kadar lüzumlu işler yapılabilirdi. Fakat büyük devletler, geniş teşkilatlı imparatorluğumuzu inşa edecek ne zaman, bıraktılar,  ne de sükûnet. Gene büyük devletlerin entrikaları yüzünden halkımızı ileri götürmeye imkân bulamadık. 

Bütün bunlar bizim zayıf kalmamızın sebebi oldu. Bize de hiç olmazsa on senelik bir sulh tanınsa Japonların o kadar methedilen terakkilerini yapabilirdik. Onlar, Avrupalıların pençelerinden uzak olduklarından bize nazaran bahtiyardırlar; emniyet içinde yaşamaktadırlar. Maalesef biz, tam Avrupalı sırtlanların geçiş yerine çadırımızı kurmuşuz.”

Sözün kısası; güneş gibi yer altı ve yerüstü kaynakları da bol bir Akdeniz, Orta Doğu, Kafkasya ülkesi, bir dünya cenneti olan Türkiye’mizin hem sosyoekonomik, hem de politik sancıları biraz da yaşadığımız coğrafyadan kaynaklanmıyor mu?

Ne dersiniz?