ALPARSLAN TÜRKEŞ VE TÜRK DÜNYASI

11 Haziran 2014 10:48
Okunma
8866
ALPARSLAN TÜRKEŞ VE TÜRK DÜNYASI

 

"Kalbinde yabancı başka bir milletin özlemini, özentisini taşımayan, kendisini Türk hisseden Türklüğü benimseyen ve Türk milletine, Türk devletine hizmet aşkı taşıyan herkes Türk’tür."

Alparslan TÜRKEŞ

 

Prof. Dr. M. Fatih KİRİŞÇİOĞLU

  Ömrü Türk dünyası için çile ve hizmetle geçmiş bir siyaset adamını dergi sayfalarına sığdırmak zordur. Ama bu yazıma rahmetli Alparslan Türkeş’in yetiştiği kültür vasatı ve fikrî altyapı üzerinde durarak başlamak istiyorum. Alparslan Türkeş’in çocukluğunun geçtiği Kıbrıs’ta Türklerin İngiliz işgali altında yaşamak zorunda kalmaları ve daha sonraki yıllarda askerî lise ve akademide kazandığı tarih şuuru muhakkak ki onun bütün benliğini etkilemiştir. Bu dönemler imparatorluktan millî devlete geçiş sürecinin sıkıntılarının devam ettiği ve değişik fikir akımlarının itibar gördüğü yıllardır. Bu akımlardan birisi de o gün için daha ziyade “Türkçülük” diye adlandırılan, kökünü Türklerin tarih sahnesine çıkmalarına kadar götürebileceğimiz “Türk milliyetçiliği”dir. Türk milliyetçiliği, bir akım olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmak üzere olduğu Türk aydınlarınca hissedilmeye başlandığı bir dönemde, bu çöküşü engellemek için aranan çarelerden biri olarak ortaya çıkmıştır. İşte, bu hislerle hareket eden aydınların Türkeş’in fikrî altyapısında önemli bir yeri vardır.

  Bu aydınların başında Türkeş’in “Dilde, fikirde, işte birlik” şiarı, daima yolumuzu aydınlatan bir düstur olmalıdır dediği ve “Büyük Türkoğlu” diye nitelendirdiği Gaspıralı İsmail Bey gelmektedir. Gaspıralı;

  “Asya ve Avrupa’nın bir kıs­mında oluşan büyük bir millet,Türk-Tatar milleti var. Bu millet parça, dağınık, zayıf; bu millet, diğer milletlere nispeten ilim ve marifetçe, servet ve medeniyetçe pek geri kalmış, öyle devam ederse yaşama kavgası tabii kanunu gereğince mahvolacak, başka milletler tarafından yutulacaktır.”şeklindeki görüş­leri sonucunda, 1883’te Tercüman gazetesi yayın hayatına başlamış, “Usul-i Cedit” adı verilen mektep­lerde Türk gençlerinin millî duygularla mücehhez bir şekilde Batı ilimlerini öğrenmesi hedef alınmış­tır. İstanbul şivesini esas alan Ter­cüman gazetesinin ve Usul-i Cedit tarzındaki mekteplerin Türk dün­yasına büyük hizmetleri olmuştur.

 

  Diğer bir şahsiyet, kültürel ve siyasi Türkçülüğün Azerbaycan’da ilk yayıcısı olan Hüseyinzade Ali Bey’dir. Ali Bey, İstanbul’da Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye’yi bitirmiş,   1905 Meşrutiyet’inden sonra Bakü’ye dönmüştür. Ali Turanî mahlasıyla yazılar da yazan Ali Bey’in “Türkler Kimdir”, “Yazımız ve Dilimiz” ve bilhassa “Bize Hangi İlimler Lâzımdır” adlı makaleleri önemlidir. Ali Bey, bu makalelerinde Türklere muasır ilimlerin azım olduğunu ve Türkleşmek - İslamlaşmak - Avrupalılaşmak iddialarını ortaya atmıştır. 1908’den sonra İstanbul’a geldiği zaman Gökalp ve arkadaşlarına Turancı fikirler aşılamıştır.

  1904 yılında Azerbaycan’da Ermeni saldırılarına karşı “Fedayi” adlı bir mukavemet teşkilatı kuran, Rusya’daki 1905 Meşrutiyetinden sonra Milletler Meselesinin halli için kurulan komitede Azerbaycan temsilcisi olan ve daha sonra 1908 yılında Rusya’da idarenin baskısından kaçarak Türkiye’ye gelen Ağaoğlu Ahmet de (İstanbul Darülfünununda profesör, İttihat ve Terakki Partisi üyesi, mebus, Türk Ocakları ve Türk Yurdu dergisinin kurucularından, Cumhuriyet Dönemi’nde Serbest Fırka faaliyetlerine katılmış.) önemli bir zirvedir. Ağaoğlu, Türk Yurdu dergisinin ilk sayısından itibaren Türkçülüğün oluşmasına uğraşmış ve bunun için yazılar yazmıştır. Bilhassa “Türk Âlemi” ve “Türk Medeniyeti Tarihi” başlıklı seri yazılarıyla, Türk Hukuk Tarihi, Devlet ve Fert, Üç Medeniyet adlı eserleri önemlidir.

  Önemli bir şahsiyet de Akçuraoğlu Yusuf Bey’dir. (Babası ölünce İstanbul’a geliyor, Harbiyede okuyor. Jön Türklerin faaliyetlerine katıldığı için Trablusgarp’a sürülmüştür. Buradan sonradan Türk Ocaklarının ilk başkanı olan arkadaşı Ferit Tek’le birlikte Paris’e kaçmış, 1903’te Paris’i terk ederek gittiği Rusya’da eniştesi İsmail Gaspıralı’dan milliyetçilik ve Türkçülük ilhamını almıştır. Gaspıralı, Mercan Topçubaşı, Abdürreşit İbrahim ve diğer Türkçülerle Rusya Müslümanları İttifakı adlı siyasi partinin kurucuları arasında yer almıştır.)Akçuraoğlu’nun Rusya’da kaleme aldığı ve Mısır’da basılan “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı makalesi Osmanlıcılık- İslamcılık ve Türkçülük düşüncelerini ele almakta olup Tanzimat’tan beri oluşan Türkçülük düşüncesini bir siyaset programı hâline koymuştur. Devlet siyasetinin ne olması gerektiğini sorgulayan Akçuraoğlu, Türkçülüğün devlet siyaseti olması gerektiğini öne sürmüştür. (Akçuraoğlu Türk Yurdu dergisinde “Türklük Şuuru” adını taşıyan makaleler yazmıştır. Akçura’nın dikkat çektiği bir konu da emel-idealdir.)

  Akçuralı’ya göre;

  “Türk birliği Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Türkleri din ve ırk bakımından birleştirecek, ayrıca Türk aslından olmayan bir derece Türkleşmiş unsurlar da Türklükte temsil edilecek ve hiç temsil edilmemişlerle daha millî vicdana sahip olamamış bulunanlar da Türkleştirilecektir. Asıl önemli olan dünyaya yayılmış bulunan Türklerin birleşmesi ve büyük bir milliyet-i siyasiye meydana gelmesidir, bu Türkçülük sayesinde olacak ve Türk toplumlarının en kuvvetlisi, en ileri ve uygarı Osmanlı Devleti bu işte esas rolü oynayacaktır.”

  Alparslan Türkeş’in “davanın ilham aldığı âlim” dediği önemli bir şahsiyet de Türkçülüğün sosyolojik temellerini ortaya atan Ziya Gökalp’tir. Gökalp’in 1913 Mart’ından itibaren Türk Yurdu dergisinde yayımlamaya başladığı “Türkleşmek - İslamlaşmak - Muasırlaşmak” başlığını taşıyan makaleler dizisi Türk milliyetçiliğini sistemleştirmeyi amaçlıyordu.

  Ziya Gökalp’e göre “Türkçülük, Türk milletini yükseltmek demektir. Millet, ne ırki, ne kavmî, ne coğrafi, ne siyasi, ne de idari bir zümredir. Millet; lisanca, dince, ahlakça ve bediiyatça müşterek, aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bir harsi zümredir.”

  Ziya Gökalp’e göre Türkçülüğün üç büyük mefkûresi (ülküsü) olmalıdır: “Bunların hakikate en uygun olanı Türkiyeciliktir. İkinci mefkûre Oğuzculuk veya Türkmenciliktir. Çünkü kültür bakımından birleşmesi en kolay olan Türkler Oğuz Türkleri yani Türkmenlerdir. Nihayet üçüncü bir mefkûre daha vardır ki, bu da istikbalde diğer Türklerin Oğuzlarla bütünleşeceği Kızılelma’dır. Bu bir hayal dahi olsa Türkçülük için kuvvet membaıdır. O Turan ki mazide bir hakikatti. Mete’ler, Göktürk hükümdarları bir zamanlar bütün Türkleri birleştirmemişler miydi?”

  Ziya Gökalp’in içtimai mefkûresi, “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, garp medeniyetindenim.” cümlesiyle özetlenebilir. Gökalp’in bu fikrî terkibinin arkasında onun “hars” (kültür) ile “medeniyet” kavramlarına atfettiği farklı anlamlar yatmaktadır. Buna göre medeniyet Avrupa’dan alınabilir, çünkü insanlığın ortak malıdır. Hars ise millîdir. Ziya Gökalp’in milliyetçilik anlayışı şoven veya mutaassıp değildir.

  Bu fikrî alt yapıyla beraber, İstanbul’da askerî okul öğrencisiyken tanıştığı Atsız ve arkadaşlarının kendisine büyük etkileri olmuştur. Türkeş’in o dönemde Orkun ve Atsız Mecmua gibi Türkçü dergilerde Kazganoğlu, Arslan, Tekin Arslan gibi mahlaslarla yazılar yazdığını bilmekteyiz. Sonrasını hepimiz biliyoruz. 1944 Türkçülük - Turancılık Davası, 1960 İhtilali, Hindistan’a sürgün Türkiye’ye dönüş, 1965 CKMP, arkasından MHP. İşte MHP’nin kurulmasıyla o güne kadar dergiler ve dernekler etrafında yaşatılmaya çalışılan Türk milliyetçiliği, bir siyasi partinin programına girmiştir. Bu partinin programı, millî doktrin Dokuz Işık ile temellendirilmişti. Dokuz Işık’ın ilk iki ilkesi “milliyetçilik” ve “Ülkücülük”tür. Bu ilkelerin içinde Türkeş’in Türk dünyasına nasıl yaklaştığını görebiliriz. “Milliyetçilik” ilkesinde;

  “Kalbinde yabancı başka bir milletin özlemini, özentisini taşımayan, kendisini Türk hisseden Türklüğü benimseyen ve Türk milletine, Türk devletine hizmet aşkı taşıyan herkes Türk’tür. İşte Türk milliyetçiliğinin temel görüşü budur. Bu görüş ışığında olayları değerlendirmek zorunluluğu vardır. Türk milliyetçileri sadece Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde bulunan Türklerle mi ilgilenecektir?

  Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan Türklerle münasebetlerimiz ve bunlara karşı tutumumuz ne olmalıdır? Bu sorulara verilecek cevap şudur: Türk milliyetçiliği, dünya üzerinde nerede Türk varsa onlarla ilgilidir. Onlara karşı derin bir sevgi ve ilgiyle doludur. Dünyanın neresinde Türk varsa bu Türklerin iyi durumda olmaları, bu Türklerin yükselmeleri, korunmaları, kendilerine mümkün olan her çeşit yardım ve desteğin sağlanması Türk milliyetçiliğinin şaşmaz düsturudur. Ancak Türk milliyetçiliği Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında bulunan Türklerle ilgisinde ve münasebetlerinde, bu ilgi ve münasebetlerin Türkiye Cumhuriyeti’ni tehlikeye sokmayacak, Türkiye Cumhuriyeti’ne zarar vermeyecek şekilde yürütülmesi prensibini esas alır.

  Yurdumuzda iç politika mücadeleleri, politika menfaatleri dolayısıyla Türk milletinin yüksek davaları çiğnenmiştir; zarara sokulmuştur. Türkiye’de Turancılık görüşleri hakkında yalan yanlış iddialar ortaya atılmış ve Turancılık düşüncesi, Turancılık fikri kötü, zararlı bir düşünce olarak Türk milletine tanıtılma yoluna gidilmiştir. Yunanlılar için Enosis neyse, Ruslar için Panislavizm neyse, Almanlar için Alman Birliği neyse, Araplar için Arap Birliği neyse, İranlılar için Panaryanizm neyse, Türkler için de Turancılık odur.” demiştir.

  “Ülkücülük” ilkesinde ise;

  “Bu Ülkücülüğümüzün içine bugünkü sınırlarımızın dışında bulunan Türklere ait herhangi bir şey girer mi?

  Türk adı taşıyan herkes bizim sevgi ve ilgimizin çevresi içindedir. Bundan vazgeçemeyiz. Bu her milletin tabiî hakkı olduğu gibi Türk milletinin de tabiî hakkıdır. Bugünün Birleşmiş Milletler Anayasası, yeryüzünde yaşayan her millete “kendi mukadderatına hâkim olma” (self determination) dedikleri prensibi kutsal bir prensip olarak ilân etmiştir. Bugün Afrika’da yaşayan ve bugüne kadar hiçbir bağımsız devlet kuramamış olan Zencilere dahi, kendi mukadderatına hâkim olma (self determination) hakkı kutsal bir hak olarak tanınır ve bunların her biri yabancı boyunduruğundan, sömürgecilerin elinden kurtulup bağımsızlığını alırken, başkalarının boyunduruğu atında tutsak bulunan Türklerin tutsaklıktan kurtulmasını istemek, dilemek, bunun için iyi niyetler taşımak, Türk olan herkes için en tabiî ve kutsal bir haktır.

  Fakat biz ülkücülüğümüzde daima gerçekçi olmayı ve girişilecek faaliyetlerde Türkiye’yi hiçbir zaman tehlikelere, risklere, maceralara sürüklemeyecek bir yol üzerinde bulunmayı esas kabul ederiz. Ülkücülüğümüz bir macera fikri değildir. Ülkücülüğümüz, Türk milletinin en kısa yoldan, en kısa zamanda modern uygarlığın en üst kademesine yükseltilmesi, müreffeh, mutlu bir hayata erdirilmesi, kendi gücüyle ayakta durabilecek bir hâle getirilmesi ve her çeşit korkudan, baskıdan uzak olarak, hür, müstakil yaşaması ülküsüdür. Bu ülkü aynı zamanda Türk olan herkese karşı ilgi ve sevgi göstermeyi, onlara yardım eli uzatmayı gerektirir.” diyerek bu yaklaşımın sınırlarını da çizmiştir. Tabii, bu görüşler Türklük düşmanları tarafından Irkçılık ve Turancılıkla suçlanmışsa da kendisi 1993 MHP Parti Programı’nda;

  “Türk milliyetçiliği fikri bir kültür hareketi olduğu için ırkçılığı, halka dayandığı ve halkın millî ve manevî değerlerinden kaynaklandığı için de her türlü otoriter rejimleri reddeder.” diyerek kesin cevabını vermiştir.

  Sonunda, Atatürk’ten sonra Alparslan Türkeş’i haklı çıkaran ve kendisine “Tarihin Haklı Çıkardığı Lider” ve “Bilge Lider” unvanlarını kazandıran hadise gerçekleşmiştir. 1989 başından itibaren dünya ölçeğinde siyasi sistemin şekillenişini belirleyen bu önemli hadise şüphesiz Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa sosyalizminin çöküşüdür. Soğuk Savaş’ın Doğu ve Batı blokları arasında kamplaşmanın sona erişiyle beraber  “ideolojiler çağı”nın sonuna gelindiği gibi bir düşünce hâkim olmaya başlamıştır.

  Dmcker’in, a) Kapitalist ötesi topluma geçiş, b) Bilgi ekonomisine geçiş, c) Millî devletten mega devlete geçiş diye adlandırdığı yeni siyasi dönüşüm sürecinde ve tek kutupluluğa yönelişte literatürümüze globalleşme/küreselleşme, ulusal azınlıklar, grup kimliği, global sermaye, etnolinguistik gibi pek çok kavram girmiş, bu kavramların arkasından emperyalistler kendi programlarını uygulamaya koymuşlardır.

  Peki, bu dünya düzeninde bağımsızlıklarına yeni kavuşan Türk Cumhuriyetleriyle ilişkilerimiz nasıl ve hangi şartlar altında gelişecekti. Başbuğ, işte bu kürsüde ilk defa bahsedeceğimiz bir hadiseye de imza atmıştır. Bu hadise Başbuğ’un 1992 senesi yazında bu yeni Türk Cumhuriyetlerinin devlet başkanlarına gönderdiği mektuptur. Bu mektubu arkadaşlarımız Türk lehçelerine aktarmışladır. Mektubun aslı, bir devlet işi olduğundan kopya da edilmemiştir. Türkeş, bu mektubunda devlet başkanlarından “Türk Devlet Başkanları Daimî Konseyi”, “Türk Ekonomik İşbirliği Konseyi”, “Türk Dünyası İlimler Akademisi” gibi kuruluşların kurulmasına ve geliştirilmesine tam destek verilmesini istemişti. Bunların bir kısmı siyasi şartlara bağlı olarak hayata geçirilse de MHP’nin ikti-darda olmamasından kaynaklanan pek çok eksiklik ortaya çıkmıştır.

  Alparslan Türkeş; 1993 yılının Mart ayında yapılan “Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk, Kardeşlik ve İş Birliği Kurultayının açılış konuşmasında şunları söylemiştir:

  “Yaşadığımız son yıllarda iki Almanya birleşti. Batı Avrupa devletleri 12 devlet ve millet, bir birleşik Avrupa teşkilâtı kurmaya başladı. Amerika’da ise, Amerika devletlerinin kendi aralarında işbirliğini sağlamak üzere kurmuş olduğu Pan Amerikan Teşkilatı faaliyet göstermektedir. Afrikalı devletler kendi aralarında Afrika Birliği kurulması yönünde güçlü akım ve teşkilatlanma faaliyeti içindedirler. Bu olaylar ümit verici gelişmelerdir, insanlar kendi aralarında sosyal, kültürel ve ekonomik ve siyasî işbirliğini ne kadar çok geliştirirlerse halkların refahı ve mutluluğu o ölçüde çoğalır ve artar.

  Bugün, dünya üzerinde yaşayan 200 milyondan fazla nüfusa sahip Türk toplulukları olarak bizler de aramızda gerek kültür, gerekse ekonomik ve ticaret alanlarını kapsayan sıkı bir işbirliği kurabiliriz, kurmalıyız. Böyle bir işbirliğini gerçekleştirmemiz vatandaşlarımızın hızla kalkınmasını ve refaha ermesini sağlayacaktır.

  Türk toplulukları arasında yakınlaşma ve sıkı işbirliğinin kurulması başkalarına hiçbir zaman zarar vermek ve saldırıda bulunmak gayesini gütmeyecektir. Gerçekleştirilmesi istenen dayanışma ve işbirliği faaliyetlerinin gayesi, dünyada barış içinde refah ve mutluluğu temin etmek olacaktır. Türkler dünyanın hangi bölgesinde bulunurlarsa bulunsunlar, başka milletten olana komşularıyla veya iç içe yaşadıkları diğer topluluklarla dostluk ve iyi niyete, barışa dayalı yakın işbirliği içinde bulunmayı istemektedirler. Bunu belirttikten sonra, Ruslarla sürmekte olan münasebetlerimiz hakkında birkaç söz söylemek gerekli görülmektedir.

  Sovyetler Birliği dağılıncaya kadar birçok Türk bölgeleri, Rus sömürgeleri olarak yaşatılmıştır; fakat 21. yüzyıla girmekte bulunduğumuzbu dönemden itibaren bu durum değişmelidir. Türkler, coğrafyanın ve tarihî olayların bölmüş olduğu çeşitli bağlantılar dolayısıyla Ruslarla dostça ve insan haklarına dayalı, demokrasi prensiplerine uygun çok sıkı bir işbirliği düzenlemelidir. Ruslarla kurulacak bu yeni münasebet düzeni başlıca şu ilkelere dayanmalıdır:

  Birinci ilke, mütekabiliyet ilkesidir. Her meselede aramızda münasebetler aynı ölçü, aynı nitelik ve nicelik içinde olacaktır.

  İkinci ilke ise, içişlerine karışmama ilkesidir.

  Üçüncü ilke, münasebetlerde taraflar eşit şartlarda ve eşitlik içinde bulunacaklardır.

  Dördüncü ilke, taraflar daima eşit haklara sahip olacaklardır.”

Alparslan Türkeş, bu sözleriyle ilişkilerin de sınırlarının ne olması gerektiğini belirtmiştir. 1996 yılının 2-3 Mart tarihlerinde Ankara’da yapılan parti içi eğitim faaliyetlerinde de ağırlık Türk dünyası ve ilişkilerimiz üzerine verilmiştir. Bizzat kendisinin ifadeleriyle Türk dünyası hakkındaki görüşleri şöyledir:

  “Türkiye dışında yaşayan Türklerin de esaretten kurtuluş hür ve bağımsız olmalarını temin etmek ve bu Türk toplulukları arasında sıkı bir yakınlaşma, kültürel işbirliği ekonomik sosyal işbirliği ve siyasî işbirliğini geliştirmek Partimizin hedeflerindendir.

  Bu maksatla, üç senedir, bildiğiniz gibi, Türk Cumhuriyetlerinin temsilcileri ve Türk topluluklarının temsilcileriyle Türkiye’mizde, Türk Cumhuriyetleri, Türk toplulukları dostluk, kardeşlik, barış ve işbirliği kurultayları toplamışızdır, Milliyetçi Hareket Partisi toplamıştır. BirincisiAntalya’da oldu biliyorsunuz. İkinci ve Üçüncüsü İzmir’de oldu. Şimdi, bu sene, önümüzdeki 24 Mart Pazar günü Ankara’da dördüncüsü yapılacaktır ve bunu, gelenek olarak devam ettireceğiz.

  Bütün Türk topluluklarının temsilcileri, uzak yerlerden, Sibirya’da şuradan buradan gelecekler, geliyorlar, birbirini görüyorlar, birbirlerini tanıyorlar, Türkiye’yi tanıyorlar; oturup, milletimizin meselelerini, dertlerini konuşuyorlar. Bu toplantıların neticesinde, bütün Türk ilim adamlarının katkısıyla, bizim alfabemiz esas alındı, 29 harfli alfabemiz. Bunun üzerine 5 harf daha eklidir. Bugün, bütün Türklerin benimsediği 34 harfli Türk alfabesi kabul edildi. Bunu, yavaş yavaş diğer Türk cumhuriyetleri de uygulamaya geçiyorlar, hazırlık yapıyorlar. Bunlar, çok önemli adımlardır.

  Tabii, bu faaliyetlerden hoşlanmayan devletler var. Başta Rusya Federasyonu. Ama, biz onlara bir şeyi anlatmaya çalışıyoruz: Bizim hedefimiz Rusya’ya düşmanlık veyahut başka milletlere zarar vermek değildir. Bizim hedefimiz, insan haklarına dayalı olarak, Birleşmiş Milletler Anayasasına dayalı olarak, Türklerin de esaretten kurtulmaları ve özgür, bağımsız devletler haline gelmeleri ve kendi aralarında yakın işbirliği kurmaları ve bütün dünyada, birbiriyle soy birliği, kan birliği olmadığı halde, din birliği olmadığı halde birçok devletler ekonomik birlikler kuruyor, kendi insanlarını kalkındırmak için, refaha ulaşmak için. İşte Avrupa Birliği kuruldu, NAFTA dediğimiz Meksika, Birleşik Amerika Devletleri ve Kanada arasında kurulan ayrı bir ekonomik birlik var. Arap memleketleri kendi aralarında bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Türkler de, kendi insanlarının, kendi vatandaşlarının refaha ermesi için, yükselmeleri için, kendi aralarında iş birliği yapacaklar. Bunda, başka bir millete düşmanlık, başka bir millete zarar verme gibi bir şey söz konusu değildir.

  Ruslarla görüşmelerimde, yazılı olarak da onlara birer mektup verdim, dedim ki “Eski gibi, Türk ülkeleri sömürge, siz de sömürgeci olarak, bu Çar siyasetini veyahut Sovyetler siyasetini yürütemezsiniz. İngilizler gibi akıllı olmanız lazım.

  Onlar nasıl sömürge olarak idare ettikleri milletlerin insanlarıyla anlaştılar, onlarını haklarını tanıdılar, onlara bağımsızlıklarını verdiler ve aralarında barışa dayalı, eşitliğe dayalı yeni ir münasebet şekli kurdular ve İngiliz Milletler Topluluğu denen yeni bir teşekkül ortaya çıkardılar. Siz de Rus Milleti, Türklerle aynı coğrafya içindesiniz, içindeyiz. Coğrafyayı değiştiremeyiz; ama, siz sömürgeci, Türk ülkeleri sömürge olarak kabul edilemez. Bu münasebet şeklini değiştireceksiniz. Siz Moskova’da oturup Özbekistan’ın pamuğunun taban fiyatını tayin edemezsiniz, etmeyeceksiniz. Tayin ettiğiniz fiyat üzerinden Özbek’in pamuğunu alıp, Rusya’da işleyip dokuyup bez yapıp kendi tayin ettiğiniz fiyat üzerinden onlara zorla satmayacaksınız. Dört prensibedayalı yeni bir münasebet düzeni geliştireceğiz Türklerle Ruslar arasında. “Nedir o dört prensip:

  Birincisi, mütekabiliyet prensibi... Her şeyde karşılıklı mütekabiliyet...

  İkincisi, taraflar birbirinin içişlerine karışmayacaklar.

  Üçüncüsü; taraflar, eşit şartlar altında yeni bir münasebet düzeni geliştirecekler.

  Dördüncüsü, bu yeni münasebet içerisinde taraflar, daima eşit haklara sahip olacaklar.

  Bu dört prensip üzerinde hareket etmelisiniz. Böyle hareket ederseniz barış kurulur, arada bir samimi işbirliği kurulur, bundan Rus Milleti olarak siz de yararlanırsınız, Türkler de yararlanır.

  Yaşadığımız bu çağda sömürgecilik, büyük ahlâksızlık kabul edilmektedir. Sömürgecilik, cinayet kabul edilmektedir, en büyük insanlık suçu kabul edilmektedir. Onun için, sömürgecilikten vazgeçmeniz lazım. Vazgeçmezseniz, zaten Türkler bunu kabul etmez, etmeyeceklerdir. Kabul etmeyince ne olacak; benim kuvvetim var, ben büyüğüm desen, senin kuvvetinin de sonu gelir bir gün, kan dökülür. İşte Çeçenistan, 1 milyondan biraz fazla bir topluluk, 250 milyon Rus’a karşı nasıl savaşıyor görüyorsunuz.”

Yukarıdaki ifadeler, Alparslan Türkeş’in samimiyetini ve hissiyatını ortaya koymaktadır. Onun ölümüne sadece gökler değil, bütün Türk dünyası ağlamıştır. Ruhu şad, makamı cennet olsun.