PARÇALANMIŞ ADAM: YUSUF AKÇURA

10 Haziran 2014 17:32 Yrd. Doç. Dr. Mehmet Kaan ÇALEN
Okunma
10132
PARÇALANMIŞ ADAM: YUSUF AKÇURA

Mehmet Kaan ÇALEN*


İki Vatanlı Adam

1876 yılında, İdil Nehri kenarındaki bir şehirde, Simbir’de dünyaya gelen Yusuf Akçura, fabrikatör bir ailenin çocuğuydu. Babasının ölümüyle birlikte ailesinin işleri bozulunca, 1883 yılında, henüz yedi yaşındayken annesiyle beraber İstanbul’a göç etmek zorunda kaldı. Böylece Akçura, Şimal Türklüğünün yanında Osmanlı/Türkiye Türklüğüne de intisap ederek iki vatanlı bir adam oluyordu. Akçura’nın hayatı bu iki vatan bu iki ayrı coğrafya arasında gelgitlerle doludur.

  Akçura, Fransa’ya kaçana kadar bir Osmanlı Türkünün eğitim hayatını yaşamış, bir Osmanlı terbiyesi almıştır. Bununla birlikte muhakkak ki aile muhitinde diğer vatana ait hatıralar yaşamaya, şimal Türklüğüne ait unsurlar onun üzerinde işlemeye devam etmiştir. Diğer vatanın etkileri sadece ev ile sınırlı kalmamış, 1889 yılında gerçekleşen ve bir yıldan uzun süren bir seyahat ile somut bir çehreye de bürünmüştür. Bu, Akçura’nın diğer vatanına son gidişi değildir; hayatının ilerleyen dönemlerinde de ata yurduna çeşitli ziyaretlerde bulunacaktır.  

Yusuf Akçura, 1903 yılında Fransa’daki Siyasi Bilimler Okulundan mezun olduktan sonra, ikinci vatanına, İstanbul’a dönmesi mümkün olmadığı için ata yurdunun kucağına sığındı. Meşhur eseri “Üç Tarz-ı Siyaset”i de Kazan’da, “Züye Başı” köyünde kaleme aldı. Rusya’da meşruti idarenin kurulmasından istifade ederek 1904-1908 yılları arasında Rusya Müslümanları ve Türklerinin meseleleriyle ilgili yoğun bir mesaide bulundu. Hatta faaliyetleri Rus makamlarını korkuttuğu için Duma seçimleri esnasında tutuklandı ve 43 gün hapiste kaldı[1]. 3 Haziran 1907 tarihinde Duma, çarın fermanıyla kapatılınca “Üç Haziran Vak’a-i Müessifesi” isimli eserini yazdı ve eser dolayısıyla hakkında takibat başlatıldı. Artık Kazan ve Kırım’da daha fazla kalabilmek imkânı yoktu. İmdadına 1908 Temmuz’unda ilân edilen II. Meşrûtiyet yetişti ve ardında esir bir vatan bırakarak 1908 sonbaharında ikinci vatanına, Memalik-i Osmaniye’ye, Türkiye’ye döndü.

  İkinci vatanında bir yandan Osmanlı Türklüğüne hizmet etti diğer yandan da ata yurdu için mücadeleye devam etti; zaten Üç Tarz-ı Siyaset’te ortaya koyduğu düşünce yapısıyla bu iki hizmeti hemhâl kılmıştı. Hocalık ve yazarlık faaliyetleri, Türk Derneği, Türk Yurdu, Türk Ocağı gibi kurumlardaki çalışmaları hep bu iki amaca birden yönelikti.  

I. Dünya Savaşı yıllarında, arkadaşlarıyla birlikte kurduğu “Rusya’daki Müslüman Türk-Tatar Halklarının Haklarını Koruma Komitesi” adına Kafkasya, Türkistan, Kırım ve Kazan’daki bütün Müslüman ve Türklerin hukukunu müdafaa için Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan’a giden dört kişilik heyet içerisinde yer aldı. 1916 yılında aynı amaçla Lozan’da toplanan “Milliyet Birliği Üçüncü Kongresi”ne katılmak üzere İsviçre’ye gitti. 1917-1919 yılları arasında “Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti” adına Avrupa’da ve Rusya’da bulundu. Rusya’da geçirdiği 13 aylık süre zarfında ata yurdundaki gelişmeleri yakından takip ederek ileri gelen isimlerle temaslar kurdu. 1919 Ağustos’unda İstanbul’a döndü ve Millî Mücadele’nin saflarına katıldı[2]. Böylece Akçura’nın iki vatan arasındaki fiziki yolculukları sona erdi. Bir daha ata yurdunu göremeyecekti. Peki ya manevi, ruhi, zihnî, fikrî yolculukları...

Parçalanmış Adam

  Akçura iki vatanlı bir adamdı, iki yere birden aitti. İki yere birden ait olmak demek, aslında hiç bir yere tam manasıyla ait olmamak, bir eksiklik duygusunun takibinden kurtulamamak demekti. İki yer arasında parçalanmak, bölünmek; ardında sürekli birilerini ve bir şeyleri bırakmak demekti.

Yusuf Akçura’nın iki vatanında da bir yabancı gibi algılandığı zamanlar oldu. İki vatanında da gurbeti iliklerine kadar hissettiği anlar yaşadı. Kazan’a gittiğinde bir Osmanlı, İstanbul’a döndüğünde ise bir Tatar’dı. Kimliğinin ve yazgısının üzerinden bu iki etiketi çıkarmak mümkün değildi.  Çocukluk yıllarındaki ilk Kazan ziyaretini anlatan şu satırlar bu açıdan oldukça öğreticidir:

  “Bir gün yine araba ile gezintiye çıkmıştık. Valide başka arabada idi. Ben Mahıcihan ile bir arabada idim. Terbiyeleri sallaya sallaya kendim kullanıyordum. Mahıcihan birden bir sual sordu: ‘İstanbul iyi amma, orada böyle rahat gezemiyorsun ya? Kazan’dan daha çok hoşlanıyorsun ya?’ 

İtiraf ettim: ‘Evet, İstanbul’dan çok Kazan’ı severim.’

  Fakat bu sözüm tam değildi. İçimden geçen İstanbul’u hiç sevmediğimi, elimden gelse orada bir gün oturmayacağımı söylememiştim.

  Tabiatım riyakâr idi. Hiç sırrımı açıklamak istemezdim. Kazan’a gelir gelmez, İstanbul’un iyiliğinden, olağanüstülüğünden, temizliğinden bahseder dururdum. Oradan hoşlanmadığımı hiç söylemezdim.

  Artık Kazan’a gelip o rahatı, akrabayı, bildikleri görünce ziyafetten ziyafete, eğlenceden eğlenceye yürümeye alışınca o İstanbul, mektep, ders, hocalar, hülasa bir alay sıkıntı bana birer zindan gibi görünmeye başladı. Kazan’ın geniş ve temiz sokaklarını, güzel balolarını, parklarını, üstelik mükemmel tiyatrolarını İstanbul’un malum dar sokakları, bir rezalethane olan salaş tiyatroları ile mukayese ediyordum.

  Bununla birlikte bu mukayeseyi yapar iken ‘bizim’ zamirini de ilave ettiğim İstanbul, niçin böyle değildir niçin böyle olmamalı diye de üzüntü hissediyordum. Üstelik tanıdık Rusların, İstanbul çamur deryası bir şehir dediklerine hiç de tahammül edemiyordum

  Bir gün enişte (teyzemin kocası) ile Kazan’ın güzel bir parkı ‘Çürük Göl’de geziniyorduk. Enişte böyle parkların İstanbul’da olup olmadığını sordu. O zaman İstanbul’un yegâne umumi bahçesi Tepebaşı’nı hayal meyal hatırlayıp daha mükemmelleri olduğunu ve içinde tavus ve papağan gibi kuşların da bulunduğunu söyledim. O kadar methettim ki, papağanların garsonluk bile yaptıklarını iddia ettim. Türkiye hakkında derin muhabbeti olan eniştem, mübalağamın farkına varmadı ve kanmış göründü. Ruslar İstanbul’u batırmak istedikçe ben içimden hoşlanmadığım hâlde izzetinefsime bir türlü yediremeyip kavga ederdim. Bir defa o kadar bağırmışım ki, uzakta duran validen bana bir şey olmuş diye fena hâlde korkarak yanıma koştu[3].”   

  Küçük Yusuf, okuldan uzak olmanın verdiği rahatlık hissinin de sevkiyle İstanbul’u değil Kazan’ı sevmektedir. Ancak İstanbul için bir sahiplenme duygusu da geliştirdiği aşikârdır. Onun iç dünyasındaki bu ikilik kadar, Kazan ve İstanbul’daki dış çevrenin onu algılayış tarzı da oldukça önemlidir. Küçük Yusuf, kuzey Türk şivesini rahat konuşamamakta, Rusçayı da Türk düşmanlarının dili diye önemsememesi sebebiyle pek becerememektedir. Onu başında fesiyle görenler de “Türk yavrusu” diye alay etmektedirler[4]. Açıktır ki Akçura, ata yurdunda, vatanında, ait olduğu topraklarda aslında bir yabancı gibi algılanmaktadır. Peki, ikinci vatanında, mekteplerinde okuduğu, büyüyüp yetiştiği yerde durum farklı mıydı? Manidar olduğunu düşündüğümüz aşağıdaki satırlar da Ali Kemal’in bir makalesinden iktibas edilmiştir:

“Malûmdur ki başta Yusuf Akçura olduğu hâlde bir zamandır bazı mütefekkirlerimiz, müçtehitlerimiz Osmanlılığa mukâbil bir Türklük emeli takip eyliyorlar, lisanımızdan ruhumuza varıncaya kadar biz Osmanlıları büsbütün Türkleştirmek, daha kati bir ifâde ile tarihimizden, hayat-ı milliyemizden ‘Osmanlı’ lafzını hazf, hatta imha ederek ona bedel ale’l-ıtlak ‘Türk’ kelimesini kullanmak istiyorlar. Dikkat buyurulsun... Bu mütefekkirîn-i kiramın yazdıklarında “Osmanlı, Osmani, Osmaniye” gibi tabirlere asla tesadüf edilmez.”

Evet,  dedikleri gibi Osmanlılık öyle cihanşümul bir Türklüğe nispet edilince hayalen sönük kalır, lâkin hakikaten yine tefevvuk eyler, çünkü o hakikattir, bu hayaldir... Osmanlılık bugün bir devlete, bir saltanata, bir lisana, bir iklime maliktir... İnkâr edemeyiz ki bu devlet Osmanlı Devletidir, bu saltanat Osmanlı saltanatıdır, bu lisan Osmanlı lisanıdır. Nihayet bu iklim, iklim-i Osmanîdir. Bu tasarrufatı, müessesatı, bu mâmeleki Osmanlılıktan sıyırarak, alarak Türklüğe vermek insafsızlık olur. Zaten mümkün olamaz... İyi, kötü, büyük, küçük, parlak, sönük ne olursa olsun bu eserleri meydana koyan Yusuf Akçuralar mıdır? Yusuf Akçuraların âbâ ve ecdadı mıdır? Yoksa biz miyiz?[5]

Bütünleyen Adam

Akçura, yaşamı boyunca iki vatan arasındaki bu bölünmeyi, parçalanmayı şiddetli bir şekilde yaşadı. Bir daüssıla duygusu peşinden hiç eksik olmadı. Akçura’nın Türk birlikçiliği, işte tam bu noktada anlam kazanmaktadır. Pantürkizm, Akçura’nın yaşadığı bu bölünmeyi, parçalanmayı, onulmaz gurbetlik duygusunu hiç olmazsa zihnen aşma imkânı vermektedir. Türkçülüğün manifestosu addedilen “Üç Tarz-ı Siyaset”in başkası tarafından değil de onun tarafından yazılmış olmasının sebepleri arasında bu parçalanmışlık duygusunu aşmak, aşabilmek cehdinin de tayin edici olduğu şüphesizdir. “1928 Türk Yılı”nda kendisi hakkında yazdığı şu satırlara biraz da bu nazarla bakmak açıklayıcı olabilir:

“Akçuraoğlu Yusuf’un bir az şuurlu Türkçülüğü Harbiye Mektebi sıralarından başlar. O zamanlar yani Yunan Harbi arifelerinde, Necib Âsım Beylerin, Veled Çelebi Efendilerin, Bursalı Tahir Beylerin Türkçülüğe müteallik risâle ve makaleleri intişar etmekte idi; İsmail Bey Gasprinski’nin ‘Tercüman’ı da bir aralık İstanbul’a gelip dağılıyordu. Akçuraoğlu’nun bu yazılardan fikir aldığı muhakkaktır. Bu tesirata, bir nevi eski Türklük, Orta Asya Türklüğü da’-üs-sılası da ilave olunmalıdır. Akçura ailesinin menşe ve râbıtaları, Yusuf’un daha on, on iki yaşında iken Orta Asya Türklüğünün bir köşesini, Başkurdistan bozkırlarını görüp, orada biraz çadır hayatı yaşaması, biraz kımız içmesi, bu da’-üs-sılayı belki izah edebilir[6].”

Akçura’nın ata yurdunda gördükleri, yaşadıkları düşünce dünyası üzerinde önemli tesirler icra etmiştir. O sadece Kazan ve çevresini görmemiş, annesinin tedavi için kımıza ihtiyaç duyması sebebiyle Başkurt yurduna da bir seyahat yapmıştır. Başkurt ve Kasım Türkleri arasında müşahede ettiği şeyler onu derinden etkilemiştir. Ufa yolunda kuzey Türk lehçesiyle konuşan bir aileye tesadüf ederler. Aile Küçük Yusuf’un dikkatini çeker ve dayısına “bizden olup olmadıklarını” sorar. Dayısından ailenin halis Müslüman ve Türk olduğu fakat Ruslar tarafından zorla Hristiyanlaştırılan Türklerden bulundukları bilgisini aldıktan sonra zihninde oluşan düşünceler şöyledir:

“Dayımın bu sözleri Türklerin mühim bir kısmını milliyetinden cebren ve kahren ayırmayı iş edinen Rus Çarlığı hükûmetine ve genellikle Ruslara karşı kalbimde sönmez bir kin ve düşmanlık alevlendirdi. Üzüntümden vapurdaki Kreşin ailesinin yanına ben de sokuldum. Aile ihtiyarca karı ve kocadan ve bir de yetişmiş kızdan ibaret idi... Müslüman olduklarını velakin hükümet kendilerini Hıristiyanlaşmış sayarak buna göre muamele yaptığını ve köylerinde cami ve mektep yapılmasına müsaade etmediğini yana yakıla anlattılar. Göz göre Türklerin Hıristiyanlaştırılmasına ve millî camialarından çıkarılmalarına son derece üzüldüm. Bu facia, her ne zaman Rus adını işitir isem gözümün önünde canlanır[7].”

Akçura’nın düşünce dünyası; hayat hikâyesinin, farklı coğrafyalara dair tecrübe ve gözlemlerinin, Harbiye’den Siyasi Bilimler Okuluna uzanan eğitim sürecinin, Gaspıralı’dan Necib Âsım’a, Kuzey Türklüğünün fikrî atmosferinden İstanbul’a kadar çeşitlenen etki kaynaklarının, yaşadığı çağın siyasi ve askerî hâdiselerinin, o dönemde Türk dünyasının içinde bulunduğu vaziyetin terkibiyle şekillenmiştir. Bütün yaşadıkları âdeta “Üç Tarz-ı Siyaset” ile inşa etmeye başladığı düşünce dünyasını kurabilmesi için onu hazırlamak amacıyla tasarlanmış gibidir. Anlaşıldığı üzere Türk birliği fikrine ulaşmasında iki vatanlı olma durumu ona çok şey katmış; Türk dünyasına ait büyük resmi bir bütün olarak görebilme ve milliyetler ve milliyetçilik meselesini yakından tanıma imkânı sağlamıştır. Daha küçük ölçekte ise Akçura’yı hem kendi iç dünyasındaki iki vatanlı olmanın yarattığı parçalanmayı, ikiye bölünmeyi hem de iki vatanında da zaman zaman yaşadığı çevrenin onu öteleyerek yabancı gibi algılayışını aşacak bir zihnî arayışa yönlendirmiştir. Yayımlanan ilk makalesinin, Türklüğün iki kolunu, Kuzey ve Güney Türklüğünü yani iki vatanını birbirine tanıtmak amacıyla kuzey Türklüğünün büyük âlimlerinden Şahabeddin Mercanî’nin tercümeihâline dair kaleme alınmış olması bu açıdan manidardır[8]. Türkçülük, Türk milliyetçiliği, Türk Birlikçilik Akçura için hem iç dünyasında hem de dış dünyada iki vatanı bir kılma mücadelesidir. 93 Harbi’nde dökülen Türk kanlarına isyan ederek sularını kana dönüştüren Başkurtların “Acılı Göl”ü gibi onun mukadderatı da Türklüğün mukadderatına bağlıdır[9]. Parçalara ayrılmış Türk dünyası, Akçura’yı da onun yüreğini de parçalamış; parçalanmışlıkları bütünleyecek bir formül bulma arayışına sevk etmiştir...

KAYNAKÇA

A. Y., Mevkûfiyet Hâtıraları, Türk Yurdu Kitâbhânesi, İstanbul 1330. 

Akçura, Yusuf, Hatıralarım, Yayına Hazırlayan: Erdoğan Mura, Hece Yayınları, Ankara 2005.

Akçuraoğlu Yusuf, “Türkçülük”, Türk Yılı 1928, İstanbul 1928, s. 289-455.

Ali Kemâl, “Atâlet-i Fikriye”, Peyâm, Birinci Sene, Aded: 168, 9 Mayıs 1914, s. 1.

Devlet, Nadir, “Yusuf Akçura’nın Hayatı (1876-1935)”, Ölümünün Ellinci Yılında Yusuf Akçura Sempozyumu Tebliğleri, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara 1987, s. 17-33.

Georgeon, François, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri Yusuf Akçura (1876-1935), Çeviren: Alev Er, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1999.

Kara, İsmail, Din İle Modernleşme Arasında Çağdaş Türk Düşüncesinin Meseleleri, İkinci Basılış, Dergâh Yayınları, İstanbul 2005.

Temir, Ahmet, Yusuf Akçura, İkinci Baskı, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara 1997.

Yüce, Nuri, “Yusuf Akçura”, Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. 2, İstanbul 1989, s. 228-22


* Yrd. Doç. Dr., Trakya Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü. mkaancalen@trakya.edu.tr

[1] Bu mahpusluk günlerinde tuttuğu notlar, önce Rusya’da daha sonra da “Mevkufiyet Hatıraları” ismiyle 54 sayfalık bir risale şeklinde İstanbul’da neşredilmiştir. Bakınız: A. Y., Mevkufiyet Hatıraları, Türk Yurdu Kitabhanesi, İstanbul 1330.  Yeni yazı bir neşri için: Yusuf Akçura, Hatıralarım, Yayına Hazırlayan: Erdoğan Mura, Ankara 2005, s. 67-98.

[2] Makalenin, Akçura’nın biyografisinden kesitler sunulan bu kısmında şu kaynaklardan istifâde edilmiştir: Akçuraoğlu Yusuf, “Türkçülük”, Türk Yılı 1928, İstanbul 1928, s. 396-412; Ahmet Temir, Yusuf Akçura, Ankara 1997; Yusuf Akçura, Hatıralarım, Yayına Hazırlayan: Erdoğan Mura, Ankara 2005; François Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri Yusuf Akçura (1876-1935), Çeviren: Alev Er, İstanbul 1999; Nadir Devlet, “Yusuf Akçura’nın Hayatı (1876-1935)”, Ölümünün Ellinci Yılında Yusuf Akçura Sempozyumu Tebliğleri, Ankara 1987, s. 17-33; Nuri Yüce, “Yusuf Akçura”, Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. 2, İstanbul 1989, s. 228-229.

[3] Akçura, Hatıralarım, s. 42-43.

[4] Akçura, Hatıralarım, s. 46-47.

[5] Ali Kemâl, “Atâlet-i Fikriye”, Peyâm, Birinci Sene, Aded: 168, 9 Mayıs 1914, s. 1. Yazının tam metin transkripsiyonu ve Türk Yurdu Mecmûası’nın cevabı için bakınız: İsmail Kara, Din ile Modernleşme Arasında, İstanbul 2005, s. 308-321.

[6] Akçuraoğlu, “Türkçülük”, s. 396.

[7] Akçura, Hatıralarım, s. 47-49.

[8] Akçuraoğlu, “Türkçülük”, s. 396-398.

[9] Acılı Göl hakkında bilgi için bakınız: Akçura, Hatıralarım, s. 54-55.