CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK EDEBİYATINDA EDEBÎF TENKİT 1 Tenkitle İlgili Kitaplar ve Sözlükler Açısından Bir Değerlendirme

05 Mayıs 2015 18:17
Okunma
17442
CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK EDEBİYATINDA EDEBÎF TENKİT 1 Tenkitle İlgili Kitaplar ve Sözlükler Açısından Bir Değerlendirme


Seda ARTUÇ*

Giriş
Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından sonra, 1923'te Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte, her alanda olduğu gibi edebiyat ve sanatta da yeni bir dönem başlamıştır. Aruz ölçüsü bırakılmış, hece ölçüsü kullanılmış; serbest nazımlar yazılmaya başlanmıştır. Dilde sadeleşme hareketi başarıya ulaşmış ve İstanbul Türkçesi esas alınmaya başlamıştır. Edebiyatımız İstanbul aydınlarının tekelinden uzaklaşmış, Anadolu'da da aydınlar yetişmeye başlamıştır. Romanda ve hikâyede konulara halk gerçekleri tamamen yerleşmiştir. Uluslararası düzeyde sanatçılar yetişmiş, tiyatro ve deneme alanında büyük gelişmeler kaydedilmiştir.
Cumhuriyet döneminde dilin yalınlaşması, özleşmesi çalışmaları hızlanmış; sürüp gelen dil tartışmaları, Türk Dil Kurumunun açılmasıyla bilimsel bir zemine oturtulmuştur. Dil Devrimi’yle birlikte milliyetçi, halkçı, yenilikçi, modern sanat ve edebiyat görüşlerinin benimsendiği bir edebiyat oluşmuştur.
Bu dönemde edebiyat, millîleşme akımının devamı olarak hızlı bir gelişme göstermiştir. Edebiyatımız Batı taklitçiliğinden kurtulmuş, yeni bir atılımla kendi kişiliğini bulmuş, halk aydın arasındaki mesafe büyük ölçüde kapanmıştır. Bu dönemde sanatçılar Cumhuriyet'in benimsenmesinde; Atatürk ilke ve inkılaplarının yaygınlaşmasında önemli görevler üstlenmişlerdir.
Cumhuriyet'in ilk yıllarında, daha önce Millî Edebiyat akımı etkisinde şiirler yazan Beş Hececiler, hece ölçüsüyle şiir yazmaya devam etmişlerdir. Bu dönemde Beş Hececilerden bağımsız olan Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Kutsi Tecer, Ahmet Muhip Dıranas gibi şairler de vardır.
1928'de Yedi Meşaleciler olarak bilinen topluluk ortaya çıkmıştır. Yine bu yıllarda Cahit Sıtkı Tarancı ile Fazıl Hüsnü Dağlarca önemli şairler olarak göze çarparlar. Hikâye ve romanda, Sait Faik Abasıyanık, Memduh Şevket Esendal ve Peyami Safa dönemin öne çıkan yazarlarıdır.
1940'lı yıllarda, II. Dünya Savaşı sonrası oluşan görüşler neticesinde Garip akımı ortaya çıkmıştır. Garipçiler geleneğe karşı çıkmış, ölçü ve kafiyeyi terk etmiş, sıradan insanın yaşamını günlük dille, şairlikten uzak bir üslupla anlatmışlardır.
1960'lı yıllarda, İkinci Yeni adı verilen sanatçıları görüyoruz. 1940 sonrası ise edebiyatımızda Hisarcılar adlı bir grup oluşmuş; edebiyat ve sanat anlayışlarıyla etkili olmaya çalışmışlardır.
Son yıllarda da birçok şair ve yazarı çağdaş anlamda eser vermeyi sürdürmektedir. Çalışmamızın Cumhuriyet Dönemi, Türk Edebiyatında Edebî Tenkit kısmına girmeden önce Cumhuriyet edebiyatının genel özelliklerinden söz etmeyi yararlı gördük:
* Yazı diliyle konuşma dili arasındaki fark hemen hemen ortadan kalkmış dildeki sadeleşme çalışmaları aralıksız olarak sürmüştür.
* Edebiyatımız bu dönemde toplumcu bir karakter kazanmış gerçekçi bir anlayış güdülmüştür.
* Cumhuriyet dönemi eserlerinde öz Türkçecilik anlayışının da etkisiyle genel olarak açık ve anlaşılır bir dil kullanılmıştır
* Şiirlerde aruz ölçüsü bırakılmıştır. Hece ölçüsüyle yazılan şiirler yanı sıra ölçüsüz şiirler de yazılmıştır.
* Dilde sadeleşme hareketi büyük oranda başarıya ulaşmış ve İstanbul Türkçesi esas alınmaya başlanmıştır.
* Anadolu, doğal güzellikleri, insanı, sosyal hayatı ve folkloruyla edebî eserlere yansımış, Türk tarihi ve Atatürk'le ilgili konular ağırlık kazanmış, 1940'lı yıllardan sonra ise bireysel duygu ve sorunlar da ele alınmaya başlanmıştır.
* Dünyaya açılma ve çağdaşlaşma çabaları edebiyatı da etkilemiş; dünya edebiyatı daha yakından takip edilmiştir.
* Dünya edebiyatıyla kurulan bağlar sonucunda; toplumsal gerçekçilik, varoluşçuluk, dışavurumculuk, gerçeküstücülük, gelecekçilik gibi akımların etkisinde eserler oluşturulmuştur.
* İlk yıllarda genellikle halk edebiyatı nazım şekilleri ve hece ölçüsü kullanılmış; 1940'lı yıllardan sonra ise serbest şiir yaygınlaşmış, aruzu sürdürenler oldukça azalmıştır.
* Roman ve hikâyelerde toplumsal ve kültürel farklılıklar, ülke ve toplum sorunları, Kurtuluş Savaşı, eski yeni çatışması, köy ve kasaba insanının çelişkileri, tarihi konular, yanlış Batılılaşma konuları ağırlıkla işlenmiştir.
* Tiyatro, Cumhuriyet’in ilkelerini halka aktarmada bir araç olarak hızla yaygınlaşmaya başlamıştır; çocuk tiyatrosu çalışmaları yapılmış, kadınlar sahnede daha çok yer almaya başlamış, Devlet Konservatuvarı açılmıştır.
* Deneme, eleştiri, edebiyat tarihi alanlarında Cumhuriyet döneminde büyük ilerlemeler kaydedilmiş, önemli eserler kaleme alınmıştır.
* Edebiyatımız İstanbul aydınlarının tekelinden kurtulmaya başlamış;  Anadolu'dan aydınlar yetişmeye başlamıştır.
* Bazı yazar ve şairler ferdî duygula­rı işlemişler bazı yazar ve şairler de sosyal ko­nulara ağırlık vermişlerdir.
* Şiir, romanhikâye ve tiyatro gibi türlerde önemli gelişmeler olmuştur.
* Uluslararası düzeyde eserler veren sanatçılar yetişmiştir.
* Bu dönemden itibaren farklı edebî topluluklar ortaya çıkmaya başlamıştır.
* Genel olarak Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı’nın, önceki dönemlerin edebiyatları (Tanzimat, Servet-i Fünun, Fecr-i Ati, Millî Edebiyat...) gibi Batı'ya yönel­diğini, yeni edebiyat akımlarından etkilen­diğini, önceki dönemlere göre daha hare­ketli olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca bu dönemde deneme ve günlük türle­ri gelişme göstermiş, edebiyatçı ve eser sayısı artmıştır.
* Her dönemde olduğu gibi Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı’nda da ideolojilerin etkisi hissedilir.
Çalışmamızda Cumhuriyet Dönemi ve Cumhuriyet Dönemi Edebiyatıyla ilgili genel bilgilendirme yaptıktan sonra, değerlendirme bölümünde Cumhuriyet Dönemi Tenkidiyle ilgili ayrıntılı tespitler sunacağız. Tenkit ve tenkitle ilgili çalışmalar edebiyatta oldukça geniş yer almaktadır. Bu nedenle araştırmamızda Hüseyin Özçelebi’nin Cumhuriyet Döneminde Edebî Eleştiri (1951-1960) başlıklı tezinden yola çıkarak eleştiriyle ilgili kitaplar ve sözlükler üzerine değerlendirmeler sunduk.
Bu çalışmada Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı “dönem” olarak zikredilmektedir. Çalışmanın amacı tenkitle ilgili kitaplar ve sözlüklerden yola çıkarak Cumhuriyet Döneminde Edebî Tenkit’e geniş bir bakış açısı kazandırmaktır. Makalenin alanda çalışanlara yol gösterici olmasını ve Türk edebiyatı alanına katkı sağlamasını umuyoruz.
 
Değerlendirme
Tenkit ya da eleştiri, yalnızca edebiyatın değil kültürle ilişkili bütün alanların konusu olmuş bir kavramdır. Bu çok yönlü ilişki, tenkidin tanımlanma alanını genişletmekle birlikte, sınırlarını çizmeyi de zorlaştırmaktadır.
Edebî tenkit, eserle okur arasında bir bağ kurmak veya sanatçıya daha iyiyi daha güzeli meydana getirmek amacı taşır. Yüzyıllar boyunca iyi kötü, güzel çirkin karşıtlığını yöntem olarak benimseyen tenkit, akademik olarak 18. yüzyılın sonlarında eleştiri kuramları ve yöntemleri üzerinde düşünmeye başlamıştır.
Tanzimat dönemiyle birlikte bir edebî tür olarak edebiyatımıza giren eleştiri, uzun bir süre kişisel beğenilerle şekillenmiş, öznellikten kurtulamamıştır. Bu sebeple, Türk edebiyatında edebî eleştirinin arzulanan seviyeye ulaşmadığı sık sık dile getirilmiş, “Edebiyatımızda eleştiri, eleştirmen var mı?” soruları tartışılmıştır.[1]
Türk edebiyatında tenkit geleneğinin hangi dönemde nasıl başladığı sorusuna cevap aramak oldukça zordur. Alanda yapılan çalışmalarda tenkit kimi zaman Tanzimat’la başlatılmış kimi zaman da divan edebiyatında tenkit geleneğinin varlığından söz edilmiştir.
Bilge Ercilasun, Servet-i Fünun’da Edebî Tenkit adlı eserinde konuyla ilgili olarak Tanzimat’tan önceki Türk edebiyatında tenkit, kavram olarak mevcut olmakla birlikte bir “tür” şeklinde gelişmiş değildi, demektedir. Olcay Önertoy ise Edebiyatımızda Eleştiri/Tanzimat ve Servet-i Fünun Dönemleri çalışmasında eleştirinin tanımının yapılması ve edebiyat türleri arasına girişi Tanzimat dönemindedir diyerek bu konuda kesin bir değerlendirme yapar. Ahmet Hamdi Tanpınar, Bizde Tenkit adlı yazısında edebiyatımızda eleştirinin ilk örneklerini Tanzimat dönemi sanatçılarından Namık Kemal’in verdiğini ve onu Beşir Fuat’ın izlediğini belirtir.
Klasik edebiyatımızda sözlük anlamı azarlama, paylama, çıkışma olan muahezede, metinden çok yazar hedef alınmıştır ve eserden çok yazara dönük bir eleştiri anlayışı geliştirilmiştir. Divan edebiyatında eleştiri geleneğinin varlığını kabul eden bir başka makalede, Türk edebiyatında eleştiri geleneğinin divan edebiyatıyla başladığı ve bu geleneğin, Doğu edebiyatındaki eleştiri geleneği olan “muaheze” ile örtüştüğü belirtilir.[2] Tezkirecilikteki tenkit anlayışı sanatçıya yöneliktir. Bu nedenle tezkireciliğimizde tenkit, değerlendirmeden çok bir tavır olarak kabul edilmekle beraber, geleneğin başlangıcı olması açısından önemlidir.
Tanzimat edebiyatında eleştiri, eski yeni tartışmaları ve Batılı bir edebiyat kurma çabasıyla gelişmiştir. Bu dönemde eleştiri kelimesine karşılık “tenkit” ifadesinin kullanılmasıyla birlikte tartışmalar başlamıştır. Ayrıca dönem içinde eleştiri kelimesi yerine “muaheze, tenkit, intikad” ; eleştirmen yerine “nakkad, müntekid, münekkid” kelimeleri kullanılmıştır.[3]
Eleştirinin edebî bir tür olarak bütün yönleriyle ortaya çıkması Servet-i Fünun dönemine denk gelir. Batı’yı yakından izleyen ve türün gelişmelerinden haberdar olan Servet-i Fünuncular, Batı’daki eleştiri yöntemlerini edebiyatımıza kazandırmaya çalışmışlardır. Servet-i Fünun eleştirmenleri, Batı’daki romantik eleştiri anlayışından etkilenmişlerdir. Öznelci bir tavırdan yana olan dönem sanatçıları H. Taine’dan etkilenmekle birlikte, Sainte Beuve ve Stael ile de ilgilenmişlerdir.[4]
II. Meşrutiyet döneminin hâkim tenkit anlayışı ise Türkçü tenkit olarak belirmiş ve en önemli temsilcisi Ali Canip olmuştur. Ayrıca M. Fuat Köprülü, Ziya Gökalp ve Ömer Seyfettin dönemin diğer eleştirmenleridir.
Âlim Kahraman[5], 20. yüzyılın başlarında Mütareke ve Millî Mücadele döneminde eleştirinin teorik yönü üzerinde durulduğunu ve Mehmet Akif, Ömer Seyfettin, İbrahim Aşki, Ali Kemal, Reşat Nuri, Hüseyin Rahmi, Yahya Kemal gibi sanatçıların eleştiri ve eleştirmen nasıl olmalıdır sorularına cevap arayan yazılar yazdığını söyler. Bu dönemin eleştiri konularından biri de mevcut edebiyat ortamından şikâyettir.
Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında tenkidin büyük ölçüde edebiyat tarihçiliğiyle ilişkilendirildiği araştırmacıların ortak tespitidir. Edebiyat teorisi ve yöntem bilimi geliştirmeseler de Yahya Kemal ve Ahmet Haşim’in estetik kaygıları tenkit ölçütlerini belirlemiştir En önemli tenkit konusunu ise “eski yeni çatışması” belirler. Bu, öznel eleştiriler ve tartışmalarla şekillenir.
Dönemin en önemli iki edebiyat tarihçisi Ahmet Hamdi Tanpınar ve İsmail Habib Sevük de zaman zaman eleştirel olmaya yönelmekle birlikte belki de eleştiriyi farklı bir disiplin olarak görmemeleri sebebiyle eleştiriyle inceleme arasında kalmışlardır. Mehmet Kaplan da Ahmet Hamdi Tanpınar gibi hem bilim adamı hem de eleştirmen olmasıyla dikkat çeker. Kaplan’ın eleştiri konusundaki önceliği Batı’dan esinlenen bir eleştiri geleneği oluşturmak ve eleştiriyi bir disipline alma gayretidir.[6] Yukarıda saydığımız isimlerle birlikte Cumhuriyet sonrasında Nurullah Ataç, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mehmet Kaplan, Sabahattin Eyüboğlu, Yaşar Nabi, Suut Derviş gibi yazarlar tarafından tenkidin temelleri atılmış 1950’li yıllardan sonra ise gelişmeye devam etmiştir.
Edebiyat eleştirisinin tanımını birkaç satırla yapmak zordur ve genel bir tanım, birtakım eksiklikleri de beraberinde getirir. Bir tanıma ihtiyaç duyduğumuzda bugüne kadar yapılmış tanımlardan yola çıkarak ve öncelikle en temel kaynaklara başvurarak ancak kapsayıcı bir yoruma gidebiliriz.
Edebî eleştiri, Türkçe Sözlükte bir edebiyat ve sanat eserini her yönüyle sağlamak ve değerlendirmek amacıyla yazılan yazı türü, tenkit, kritik; eleştirmek ise bir düşünceyi, bir yargıyı inceleyerek doğruluk veya yanlışlığını ortaya çıkarmak ve gerçek değerini belirtmek, tenkit etmek şeklinde tanımlanmaktadır.
Zaman zaman eleştiriyle eş anlamlı kullanılan kritik sözcüğü, bir fikrin veya sanat eserinin değeri, doğruluğu ya da yanlışlığı hakkında hüküm vermek olarak tanımlanır.[7]
Rene Wellek, Concepts of Criticism[8] adlı eserinde tenkit kelimesinin tanımına ve içeriğine yer verir. Tenkidin tarihsel gelişimi ele alındığında pek çok sorunla karşılaşıldığını ifade eden Wellek, kelimenin ilk dönemlerde estetikte, şiirde kullanıldığını; fakat edebiyat eleştirisi terimi olarak kullanımına hemen hemen hiç rastlanmadığını ya da böyle bir kullanımın tesadüfi olduğunu belirtir. Bununla birlikte, Yunancada krités, yargı; krinein, yargılamak; khritikos, edebiyat yargısı (eleştiri) anlamında kullanılmıştır.
 Tenkit, nakd kökünden gelen bir kelimedir. Nakd, mal satın alırken verilen para anlamına gelir. Eski edebiyat terminolojisi içinde kaynakların varlığından söz edilen ilm-i nakd, şiirin iyisini kötüsünden ayırma ilmi olarak tanıtılır. İntikad ise paranın sahtesini gerçeğinden ayırmak demektir ve edebî eserlerde tenkitle ilişkili olarak kullanıldığı kaynaklarda belirtilmektedir.[9] Bu bilgiden yola çıkarak divan edebiyatı döneminde seçmek, iyisini kötüsünden ayırmak anlamlarında intikad kelimesinin kullanıldığı ve bugün eleştirinin belirleyici özelliklerinden olduğu kabul edilen değerlendirme, ayırma, seçme anlamı üzerinde o zamanlar da durulduğu söylenebilir.
 
Eleştiriyle İlgili Kitaplar ve Sözlükler Üzerine Değerlendirmeler[10]
 
NURULLAH ATAÇ - DİYELİM/ SÖZDEN SÖZE
 
Ataç, Türk tenkidinin en önemli isimlerinden biri olduğu için yazdıkları edebiyat çevrelerinde hemen yankılanır. Bu dönemde onunla ilgili onlarca yazı yayımlanmıştır; ancak yazıların çoğu onun kitaplarıyla değil kişiliğiyle ilgilidir. Yazılarda Ataç’ı metheden de hicveden de çoktur. Bu yazılarda daha çok Ataç’ın denemeci ve tenkitçi yönü üzerinde durulur, polemikçiliğine dikkat çekilir; öznel eleştiriyi önemsemesi, eleştirel açıdan disiplinli çalışmaması, yeniliğe karşı koruyucu tutumu eleştiri konusu yapılır.
Metin And, Diyelim’i Ataç’ın ben’i, dilciliği ve eleştirmenliği açısından değerlendirir. Ona göre Ataç, “edebiyat ve fikir dünyamızın yeri kolay kolay doldurulamayacak en ayrık Kişiliği”dir. And, her yazar gibi, Ataç’ın da görüş ve düşüncelerinin tartışılabileceğini, hatta yanlışlarının ortaya çıkarılıp kanıtlanabileceğini söyledikten sonra, onun yazılarının sağlam yazılar olduğunun altını çizer. Ataç’ın kitaptaki eksiklerine ve yanlışlarına değinen And’a göre Ataç’ın ilk yanlışı kendi benini çok fazla öne çıkarmasıdır. Benin etkisi âdeta yazıların içine sinmiştir. Öznel eleştiriyi önceleyen biri için bu doğal olsa da, önemli, önemsiz her ayrıntıda okurun önüne benin çıkması okuru korkutmaktadır. Bu nedenle benini biraz geri çekmesinde yarar vardır. Ataç’ın ikinci yanlışı dil konusuna hemen her yazısında değinmesidir. And, bu türden yazıların ayrı ele alınmasının daha doğru bir yaklaşım olacağı düşüncesindedir. And’a göre Ataç’ın üçüncü eksiği ise eleştirmenliği disiplinli yapmamasıdır. Yazarın dileği, Ataç’ın eleştirmenliği daha disiplinli, daha sürekli, daha yaygın yapmasıdır. And’a göre Ataç’ın, yalnızca[11] beğendiği eserleri değil, beğenmediği eserleri de ele alıp değerlendirmesi gerekir; ancak böyle yaptığında okura daha yararlı olur.[12]
 İbrahim Zeki Burdurlu, bu kitaptaki yazıların eleştiriden çok denemeye yakın olduğunu söyler. Yazar, bunu söylerken bu yazılardaki eleştirel bakışı göz ardı etmez. Ona göre bu yazılarda bir eleştirme özelliği de yok değildir. Ataç’ın eleştirilerinde düşündüklerini eğip bükmeden, herhangi bir şeyden çekinmeden dile getirdiğini söyleyen Burdurlu, buna örnek olarak da Orhan Hançerlioğlu’nun Karanlık Dünya romanıyla ilgili yazısını gösterir. Ataç’a göre Hançerlioğlu’nun kişileri yaşayan insanlar değildir. Gerçek yaşamdaki insanı roman kişisi yapmak, romanda yaşayan bir insan hâline getirmek kolay değildir. Burdurlu, Ataç’ın bu görüşlerini onaylar. Burdurlu’ya göre dil ve düşünce bakımından ilgi çekici yazılar yazan Ataç, edebiyatımıza, fikir konularını en derinlerden, en iyi yolda işleme özelliği getiren yazarımızdır.382[13] Akbal, Ataç’ı “gazete tenkitçisi” olarak görür. Akbal’a göre Ataç, Léautaud ile Gide’in kimi özelliklerini bünyesinde toplayan bir yazardır. Ataç, yaratılış açısından Léautaud’ya, beğeni açısından ise Gide’e yaklaşır. Akbal, Ataç’ın “Ben” yazısından alıntılar yapar, onun Dağlarca’yla ve yaratıcılıkla ilgili söylediği sözlerin çoğunun altına imzasını atacağını söyler:
‘Onun borcu, topluma borcu, toplumun istediği yeniliği bulup yaratmaktır. Sanat toplumun bir ürünüdür, her şey toplumun ürünü olduğu gibi… Kunduracı kundura, ekmekçi ekmek yaparken topluma hizmet ettiklerini şünüyorlar mı? Onlar sadece işlerini görüyor. Şair de boyuna toplumu şünmeksizin çalışmalıdır. Düşündü mü şaşıveriyor, yaptığı işten şüphe ediyor.’ Ataç’ın bu sözlerine katılmayacak gerçek sanatçı var mıdır bilmem?”[14]
Yıldırım Keskin, Sözden Söze’yi değerlendirdiği yazısında Ataç’la ilgili düşüncelerini de ortaya koyar. Ona göre Ataç, her gün daha fazla yenileşen, titiz, edebiyatı ciddiye alan, sözünün eri bir yazardır. Ataç, eskiyi yadsımaz, hatta divan şiirini belki de herkesten çok sever. Buna karşın o, bu dönemin kapandığını, yarının Batıda olduğunu bilir. Eski kuşaktan olmakla birlikte yeni kuşağı, yeniyi savunanları, yeniyi ortaya koyanları destekler. Onun önceden beğendiğini daha sonra beğenmemesi, ya da tersi bir durum bir çelişkinin değil, gelişmenin göstergesidir. Çünkü daima değişme hâlinde ve daima daha iyiye, daha doğruya ve güzele giden bir insanın fikir hayatında gün geçtikçe değerini yitiren eskilerin olması doğaldır. Ve dün güzel görünen eskiler bugün çirkin olur. Keskin, Ataç’ı bu yönleriyle Fransız yazar M. Léautaud’a benzetir. Keskin’in Ataç’la ilgili değerlendirmeleri şöyledir:
Nurullah Ataç, ne yaptığını, nasıl yapılması lâzım geldiğini iyi bilen bir eleştirmeci. (…) Her konuda Ataç, en ileriyi, en yeniyi görüyor. (…) ‘Sözden Söze’ de, okuyucuların ‘yeni’den anlamadıklarından bahsederken: ‘Bir eleştirmecinin öne düşmesini beklerler. Eleştirmeci fener çekecek, kılavuzluk edecek, şurada şu güzellik, burada bu güzellik vardır diyecek…’ diyor. Başka türlü anlamazlarmış. İşte Ataç, bunu yapmış adamdır, hem de ne pahasına… Bugün yeni şiirin, yeni hikâyelerin az da olsa bir okuyucusu varsa, bunda Ataç’ın payı büyüktür. Kısacası ‘Sözden Söze’ uzun zamandır beklediğimiz bir eserdi.”[15]
Cöntürk, Ataç’ın eleştiri anlayışını genel olarak değerlendirir. Ataç, izlenimcidir, yaratıcıdır, görüşleri edebiyattan çıkmadır, edebiyat eğrisi üzerindedir, ona aykırı değildir; ama bu görüşler belirli bir ölçüler sistemine bağlanmamıştır.[16] Ataç’ın en büyük eksikliği “böyle çürük bir eleştirme tutumunun bayraktarlığını yapmasıdır. Eleştirimizin ilerleyemeyişinde, farklı bir konumda olamamasında Ataç gibi edebiyatça güçlü bir kimsenin öznel eleştiriyi seçmesi büyük bir rol oynamıştır.[17] Cöntürk,’e göre Ataç, incelemiş olduğu eleştirel yazıların içindeki düşüncelerden çok bunların dili üzerinde durmuştur. Bundan dolayı onun yaptığı bir türlü dil eleştirmenliğidir, yapıt eleştirmenliği değil.[18] Cöntürk’e göre eleştirimizde olmasa da edebiyatımızın gelişmesinde en önemli uyarıcı, teşvik edici kişi Ataç’tır.[19]
Yazarların tenkitlerinde de görüldüğü gibi Nurullah Ataç’la ilgili birçok değerlendirme yapılabilir. Böylece onun Cumhuriyet dönemi edebî tenkidinde olumlu ya da olumsuz anlamda bıraktığı izlere dikkat çekmiş olduk.
 
 
 
 
SUUT KEMAL YETKİN - GÜNLERİN GÖTÜRDÜĞÜ / EDEBİYAT ÜZERİNE
 
Suut Kemal Yetkin, dönemin önemli eleştirmenlerindendir. O da Ataç gibi öznel ve yaratıcı eleştiriyi benimsemiştir. Onun bu anlayışını Hüseyin Cöntürk aynı adı verdiği eserinde didik didik eder. Cöntürk, nesnel eleştiri anlayışının gereklerini yerine getirdiği bu yazısında, örneklerden ve kaynaklardan yola çıkarak iddialarını ortaya koyar, düşüncelerini buna göre temellendirir. Hüseyin Cöntürk, Günlerin Götürdüğü’nü Yetkin’in diğer kitabı Edebiyat Üzerine’den de yararlanarak eleştirir.
Cöntürk, kendisinden/kendilerinden önce gelen eleştirmenlerden Batılı anlamda bir eleştiriyi kurma ve yürütme bağlamında kendilerine kalan bilginin çok az olduğunu, bunun da Ataç’tan kaldığını vurgular. Bundan dolayı geçmişsiz olduklarını, eğer kurulacaksa eleştirinin kendi kuşağı tarafından kurulacağını iddia eder. Önceki kuşağı yok saymaz, ama yapılması gereken şeyleri yapmayıp bugünkü kuşağa bıraktıkları için onlara karşı hoşgörülü de değildir. Günlerin Götürdüğü’nü de bu anlayışla, ama yapıtı kılı kırk yararak inceler. Cöntürk, bu sözlerinden dolayı birilerinin kendisini nankörlükle suçlayabileceklerini, bir nankörlük örneği daha vererek Yetkin’in yapıtını değerlendireceğini söyler:
Yetkin’in günümüzün en önde gelen bir eleştirmeninin çıkardığı Günlerin Götürdüğü adlı kitabında önemli bir şey yok. Kendine özgü bir eleştirel temel bilgi devredilmiyor bize bu kitapla. (…) Bununla beraber Günlerin Götürdüğü’nü küçümsemek de olmaz. Çünkü o, bugünkü kuşakça yapılmasını gerekli sandığım işlerin büyüklüğü hakkında küçük de olsa fikir verebiliyor.”[20] Cöntürk işe, izlenimci eleştirinin kaynakları, ne olduğu ve Yetkin’in kimlerden etkilendiğini irdelemekle başlar. Ona göre izlenimci eleştiri çıkmaz bir yoldadır. İzlenimciliğin ilk çıkmazı herkeste var olan öznelliğin hiç kimsede bir benzerlik göstermemesidir. Yani her eleştirmen kendine özgü bir eleştiri yapar. Aşırı bir görecelilik söz konusudur. Bunun olanaksızlığını görenler ise ya eleştiriyi bırakırlar ya da mutlaklığa yönelirler. Bir başka çıkmaz ise eleştirmenin eleştirisini yaparken yapıttan uzaklaşıp kendi evrenine (otobiyografi ve ruh bilim) dalmasıdır. Diğer bir çıkmaz ise eleştirmenin eleştiriden çok edebiyat yapmak istemesidir.[21] Yani söz konusu olan onun eleştiri yapma kaygısı değil, güzel yazma kaygısıdır.
Cöntürk, eleştirisine Yetkin’in kaynaklarını belirlemekle başlar. Onun iki önemli kaynağı vardır: Montaigne ve A. France. Cöntürk, Yetkin’in öncelikle bu yazarlarla olan “ilintisini” saptar. Ona göre Yetkin, Montaigne’deki kimi özellikleri benimsemesine karşın bunları uygulamakta fazla başarılı değildir. Çünkü Yetkin,  düşüncelerinde kalıpçıdır. O, Montaigne gibi özgür ve kuşkucu bir düşünce biçiminden değil, tek yanlı bir düşünce biçiminden zevk alır. Onun denemelerinde atacağı adım baştan bellidir. O, kalıp düşüncelerden, mutlak düşüncelerden hoşlanır. Bundan dolayı Yetkin’le Montaigne’in düşünceleri uzlaşamaz. Birinin “fikirleri çoğaltan”, diğerinin ise “fikirleri azaltan, hatta bire indiren bir düşünüş tarzı” vardır. Cöntürk, buna ilişkin Yetkin’den çeşitli örnekler verir. Montaigne’i örnek alan bir kişinin kesinlemeden, genellemeden kaçması gerektiğinin altını çizer:
“ ‘Ya duyguların yaşlara göre değişmesi! Bir yaşta sevilen, hoşa giden şeyler başka bir yaşta hiç sevilmiyor (Edebiyat, 13).
(…)
… Her sanat gibi romanın da maksatçılıktan, güdümcülükten daha büyük düşmanı olamaz. Bu gözlemin doğruluğunu, maksatçı romanlar arasında yaşayan bir dengine rastlanmaması da gösterir (Günler, 37).
… Şiiri, sadece konuda, temada, anlamda bulan bu yanlış anlayışın şiirle hiçbir ilgisi yoktur (Günler, 62).’
Montaigne’den feyzalan bir kimseden hiç, hep, elbette gibi deyimler yerine daha az kesin olan deyimler kullanmasını beklemek bilmeyiz fazla bir şey mi olur?”[22]
Cöntürk, ikinci olarak Yetkin’le France arasındaki ilişkiyi irdeler. Onun Francetipi izlenimci eleştiriyi kendine örnek almasına karşın çok da başarılı olmadığı kanısındadır. Yetkin, A. France’in eleştirmenin görevinin okuru meraka düşürmek olduğunu ileri süren görüşünü aynen benimser. Cöntürk’e göre Yetkin, meraklı olmadığı için, bu konuda başarılı değildir. Kendisinde merak olmayan bir kişinin, başkasında merak uyandırması düşünülemez. Merak ögesinin olması bir eleştiride pek kötü sayılmaz, ama eleştiriyi yalnızca meraka indirgemek de doğru değildir. Herkesin büyük diye kabul ettiği yapıtları kendisi de büyük sayan Yetkin, bu yönüyle meraksız eleştirmene bir örnektir. Çünkü onun sorgulamak, kuşkulanmak gibi bir kaygısı, bir sorunu yoktur. Böyle bir şey aklından bile geçmez. Bu nedenle o, France ile çelişir:
France, herkesin büyük bulduğu yapıtların büyük olduğuna, benimseyerek değil, enikonu şaka yollu (ironically) inanmıştı. Yetkin ise, büyük diye devraldığı yapıt ve yazarlara toz kondurmayacak kadar inancında mutlakçıdır. France, şüpheci olduğu için, büyük yapıtlar diye bir masala içten inanamazdı. Yetkin’de ise şüpheciliğe benzer bir düşünce esnekliği, yumuşaklığı bulunmadığından, büyük yapıtlara kutsal kitaplar gibi sarılma vardır. Jarrett ve Wellek gibi bilginlere bakılırsa (…) bu tip düşünenlerin çoğu üniversiteye bağlı kimselerdir.”[23]
Cöntürk’e göre mutlakçılıktan kurtulmak için gereken tek şey, dünden büyük diye gelen yapıtlardan kuşkulanmak ve bu yapıtları yeniden değerlendirmektir. Yetkin’de ise, böyle bir cesaret yoktur.[24] Yetkin’in yalnızca aydınlara güvenmesi, aydınların iyi yapıttan anladığını ileri sürmesi, yeni yapıtlara karşı güvensiz olması doğru ve yerinde bir yaklaşım değildir. Cöntürk, Yetkin’in yeniyi sevmemesinin nedenlerini ve onun eleştiri anlayışını şöyle değerlendirir:
“İlk akla gelen sebepler onun cesaretsizliğidir, araştırmak, bulmak yolundaki inisiyatif noksanlığıdır. Eleştirmeyi bir şeyler keşfetmek, yeni değerleri ortaya çıkarmak anlamına değil, bizden önce keşfedilmişlere ‘itaat etmek’ anlamına aldığındandır. Edebiyatın eleştirmesini yapmaktan çok psikolojisini yapmak eğiliminde olmasından, eleştirmenden çok edebiyat yapmak, güzel yazmak, içini dökmek gibi amaçları benimsemesindendir. Eğer Yetkin eleştirmeye biraz daha fazla meraklı olsaydı, içinde yaşadığı çağı inceleyerek değerlendirmek isteğini de duyar, içinde yaşadığı çağın değerlendirilmesi yapılmadan tarihsel bir perspektif kazanılamayacağına, büyüklüklerine ‘dokunulmaz’ saydığı o eski yapıtların çağdaş yargılara da tabi tutulmadıkça büyük olamayacaklarına, edebiyat tarihinin her değişen çağda yeniden yazılmasının gerektiğine kanı getirirdi. Bizim yadırgadığımız, Yetkin’in yeniyi sevmeyişi değildir. Yeni eskiye göre gerçekten kötü olabilir. Yadırgadığımız şey onun yeniyi incelemeden, tanımaya iyice çalışmadan, öznel eğilimlerinin sonucu, reddedişidir.”[25]
Görüldüğü gibi Cöntürk, bu yapıtı olumsuz yönde eleştirir. Bunu söylerken özellikle şunun altını çizmeliyiz. Cöntürk, eleştirisini yaparken yapıttan yola çıkar. Yapıtta neyi gördüyse değerlendirmesini de ona göre yapar. Bu bağlamda ön yargılı değildir. Nesnel eleştiri anlayışının gereklerini yerine getirerek, örneklerden / kaynaklardan yola çıkarak iddilarını ortaya koyar, düşüncelerini buna göre temellendirir. Buna göre Yetkin, tekil düşünen, mutlakçı, zamanın yargısına inanan, geçmişten gelen büyük yapıtlar söylemini sorgulayamayan, bir solukta iyi eser ortaya konulacağına inanmayan, yapıttan çok kendisini, kendi izlenimlerini ortaya koyan izlenimci bir eleştirmendir. Cöntürk, Eleştirmeden Önce’de kuramını ortaya koyduğu eleştiri anlayışını burada uygular. Söz konusu olan teoriyle pratiğin uyumudur. Bu başarılmıştır.
Meliha Özgü, Edebiyat Üzerine’yi ele aldığı yazısında kitaptaki tüm yazıları tek tek değerlendirir. Kitaba sevecen ve olumlu bir şekilde yaklaşan Özgü, genel olarak kitabı yargılamaktan, yorumlamaktan çok yazarın görüşlerine katılma yolunu seçer. Bu tutum bir eleştiri yazısı için doğru olmasa da, kitabın derli toplu özeti ile değerlendirmesinin yapılması ve kitabın sevdirilmesi açısından olumludur. Eserdeki yazıların birbirlerini tamamlayıp bir bütünü oluşturduğunu söyleyen Özgü, bu eseri özellikle edebiyat sorunlarını inceleyen, sanat eserlerinin tahlili ve eleştirisiyle uğraşan insanlara önerir. Çünkü bu kitap ona göre, sağlam düşüncelere dayanan, iç şekli dış şeklinden mükemmel bir eserdir. Bu kitap, okuru kendine çekmesi nedeniyle, kitaplık raflarında tozlanmaya bırakılmayacak kadar önemlidir. Özgü, kitaptaki “Okuyucu ile Tenkitçi” yazısını şöyle ele alır.
Tenkitçi de okuyucu gibi bir eser hakkında değer hükmünü vermek için şahsî duygularına kapılmayacak, peşin hükümlerle hareket etmeyecektir. Çünkü o, eseri aydınlatmak gibi bir görevi üzerine almıştır. Bunun için de yabancı unsurlardan kendini korumak zorundadır. Tenkitçi kendi duygularını değil, eserleri belirtecektir. Aksi takdirde, yaptığı şey yerme veya övme olur ki, bu da yazarın pek haklı olarak dediği gibi tenkit sayılmaz. Tenkitçi için tutulacak yol kendisini mümkün olduğu kadar sübjektiflikten uzaklaştıracağı ve objektif olmaya alıştıracağı için, evvelâ dünün eserlerini özlü bir şekilde incelemek, sonra bu günün eserlerine dönmektir. Ancak bu suretle insan çağdaş eserlerin sanat ölülerini bulabilir.”[26]
 
YAŞAR NABİ NAYIR - YILLAR BOYUNCA
 
Yaşar Nabi Nayır, edebiyatımızın “Varlık”ıdır. Bu kitaptaki yazılar da onun adıyla özdeşleşmiş olan Varlık’taki yazılarından bir seçkidir. Bu seçki, onun edebiyat, öykü, roman ve şiir üzerine yazmış olduğu yazılardan oluşmuştur. Bu yazılarda, sanat ve edebiyata değer veren, sürekli edebiyat düşünen, sanatın sorunlarına ilgisiz kalmayan, bu konuda çözümler üreten bir eleştirmeni, bir edebiyat adamını görürüz.
Mehmet Seyda, Yaşar Nabi’nin 1947-1950 yılları arasında Varlık’ta yazdığı yazılardan derlediği bu kitabını özellikle sanatçıların okuması gerektiğinin altını çizer. Bu kitap belki yeni şeyler söylemez, ama onun düşüncelerini toplu hâlde barındırması dolayısıyla önemlidir. Seyda’ya göre Yaşar Nabi, “Toplumcu yazarlardan çoğunun kalemlerini yöneten güç sevgiden çok kinden alır kaynağını” gibi genellemelere gitmediği zamanlarda çoğu doğru ve gerçeklere bilimsel yöntemi kullanmadan, kendine özgü sezgisiyle ulaşır. O, dergici olmasından dolayı okuyan, seçen, ayıklayan kişidir. Kitabında bu durumundan, yani her gelen yazıyı okumaktan şikâyet etmesi kendisine yaptığı bir haksızlıktır. Seyda, bunun niye haksızlık olduğunu Fethi Naci’nin Gerçek Saygısı’ndan yaptığı bir alıntıyla ortaya koyar:
“Roman hakkında, hikâye hakkında, şiir hakkında konuşabilmek, dinlemeğe değer, yararlı, ilginç sözler söyleyebilmek, genel bilgilerin sınırını aşmakla, sürekli olarak roman okumakla, hikâye okumakla, şiir okumakla, romanın, hikâyenin, şiirin somut, belirli sorunları üzerinde düşünmekle kısaca, romanı bilmekle, hikâyeyi bilmekle, şiiri bilmekle olur. Dünya görüşü gibi sözlerin rahatlığından vazgeçmekle edebiyatımızı izlemekle olur.”[27]
Mehmet Seyda, Yaşar Nabi’nin yazdıklarında ikiciliği, söz gelimi ruhsal yapıyla fiziksel yapı arasında ayrımı savunduğunu bunun yanlış olduğunu, Dr. Ernat Kretschmer’in gövde yapısıyla ruh arasında sıkı bir ilişki kurduğunu ve bunu deneylerle kanıtladığını ileri sürer. Seyda, bu tür bir ayrımın edebiyat sorunlarının söz konusu edildiği bir yerde dikkati bölüp parçalamak, dağıtmak olduğunu dile getirir. Seyda, Yaşar Nabi’nin sanata nasıl bakılırsa bakılsın, bireysel ya da toplumsal, anlatılan kişilerin canlı, yaşamış ya da yaşanmış sanısı veren kişiler olmasını istediğini, kendisinin de buna katıldığını belirtir.
Yazarların Yaşar Nabi ile ilgili söylediklerinden yola çıkarak tenkidin gerçekleşebilmesi için öncelikle türlerin iyi bilinmesi gerektiğini söyleyebiliriz. Varlık dergisinde büyük emeği olan yazar, dergiciliğin gereği olarak okuyan, seçen, ayıklayan bir kişidir. Ayrıca, yazarın tenkit anlayışının sezgisel olduğu görülür.
 
 
 
 


[1] Baycanlar, Ç. S. (2007). Türk Edebiyatında 1951-1961 Yıllarında Edebî Eleştiri. ÇÜSBE Türk Dili ve Edebiyatı ABD, yayımlanmamış doktora tezi, Adana.

[2] Baycanlar, Ç.S. (2007), age.

[3] Uçman, A. “Tanzimat ve Servet-i Fünûn Dönemi Türk Edebiyatında Eleştiri”, Hece, Eleştiri
Özel Sayısı, S. 77-78-79, Mayıs Haziran Temmuz 2003, s. 48-70.

[4] Ercilasun, B., age; Uçman, A., age.

[5] Kahraman, A. “XX. Yüzyılın İlk Çeyreği İçinde Türk Edebiyatında Eleştiri”, Hece, Eleştiri Özel
Sayısı, S. 77-78-79, Mayıs Haziran Temmuz 2003, s. 86-89.

[6] Özçelebi, H. Cumhuriyet Döneminde Eleştiri (1939-1950), MEB Yay.  İstanbul, 2003, s. 276.

[7] Karaalioğlu, S.K. (1975). Edebiyat Terimleri Kılavuzu, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul.

[8] Wellek, R. (1965). Concepts of Criticism, Yale University Pres.

[9] Mengi, M. (2000). Divan Şiiri Yazıları, Akçağ Yay. Ankara,  s. 78

[10] Özçelebi, H. (2006).Cumhuriyet Döneminde Edebî Eleştiri (1951-1960). AÜSBE Türk Dili ve Edb. ABD Doktora Tezi, Ankara.

[11] Buğra, T. (Kasım 1955). “Siyah Kehribar, Megalomani ve Eleştirmeye Dair”, Yenilik, C. 6, S. 35, s. 10. 134

[12] Metin And, “Ataç”, Forum, C. 3, S. 25, 1 Nisan 1955, s. 20.

[13] Burdurlu, İ.Z. (Ağustos 1955) “Diyelim”, Yenilik, C. 5, S. 32.s. 67-72.

[14] Akbal, O. (1967).  “Diyelim”, Dost Kitaplar, Kitapçılık Ticaret Limited Şirketi Yayınları, İstanbul, s. 29. 135.

[15] Keskin, Y. (1 Kasım 1952).  “Nurullah Ataç”, Varlık, S. 388, s. 22.

[16] Cöntürk, H. (1958).  “Eleştirmede Ölçü”, Eleştirmeden Önce, Kültür Matbaası, Ankara, s.30.

[17] “Eleştirmenin Bağımlılığı”, age. s. 44.

[18] “Parçalı Düşünme”, age. s. 97.

[19] Cöntürk, H. (27 Mayıs 1958). “Ataç ve Dilekler”, Salkım, C. 3, S. 49, s. 1. 136.

[20] Cöntürk, H. , Bezirci, A. (1962). “Yarınkilere Karşı Hazırlanmak”, Günlerin Götürdüğü Getirdiği,
Ataç Kitabevi Yayınları, İstanbul, s. 6.

[21] “İzlenimcilik ve Çıkmazları”, age. s. 12-13. 137.

[22] “Yetkin ve Montaigne”, age. s. 15-16. 138.

[23] “Yetkin ve France”, age. s. .22-23.

[24] “Yapıtları Büyük Yapan”, age. s. 34.

[25] “Teke İndirme”, age. s. 51. 139.

[26]Özgü, M. (Haziran 1953). “Kitaplar: Edebiyat Üzerine”, Türk Dili, C. 2, S. 21, s. 632-633. 140.

[27] Seyda, M. (15 Eylül 1959). “İki Kitap”, Forum, C. 11, S. 132, 15 Eylül 1959, s. 18.