TÜRK ANAYASA MAHKEMESİ VE ÜLKE SEÇİM BARAJI SORUNU

05 Mayıs 2015 18:06
Okunma
3575
 TÜRK ANAYASA MAHKEMESİ VE ÜLKE SEÇİM BARAJI SORUNU

 
 
Prof. Dr. Hasan TUNÇ

 
ANAYASA YARGISININ GÖREV ALANI
Anayasa yargısı ve Anayasa yargısı organları; genel olarak devlet iktidarının, özelde ise siyasi iktidarın denetlenmesi ve dengelenmesi işlevini yerine getirmektedirler. Bu bağlamda kanunların Anayasa’ya uygunluğunun yargısal denetiminin, insan haklarını güvence altına alan Anayasa’nın yasama çoğunluğuna karşı etkili bir biçimde korunması ihtiyacından kaynaklandığını söylemek mümkündür. Demokratik hukuk devletinde Anayasa yargısının temel amacı, Anayasa’nın üstünlüğünü, özellikle yasama çoğunluğuna karşı etkili bir biçimde sağlamaktır. Bu ihtiyaç, yasamanın çoğunluk oyu ile Anayasa’ya aykırı kanun çıkarması ihtimalinden kaynaklanmaktadır.
  Çoğunlukçu demokrasi anlayışından çoğulcu demokrasiye geçmeden önce, yani Anayasa yargısının varlığından önceki dönemde kanun, bir anlamda ulusal iradenin açıklanması niteliğinde olduğundan, kanunun Anayasa’ya aykırı olmasının düşünülmesi söz konusu olmamıştır. Ancak siyasi partilerin doğuşu ve siyasi partilerde antidemokratik eğilimlerin ortaya çıkmasıyla birlikte siyasi azınlıkların yasama çoğunluğu ile çıkarılan kanunlara karşı hukuki ve etkili bir koruma görmesi ihtiyacı doğmuştur. Bu duruma modern devletin, yaşamın karmaşıklaşan pek çok alanını düzenleyebilmek amacıyla teknik konularda çıkarmak zorunda kaldığı ayrıntılı kanunlar da eklenince, kanunların Anayasa’ya uygunluğunun etkili bir biçimde denetlenmesi ihtiyacı çok açık bir biçimde kendini göstermiştir.
  Bütün bu gelişmeler neticesinde modern Anayasa’cılığın önemli gereklerinden biri olarak sınırlı iktidarı gerçekleştirme amacı ortaya çıkmıştır. Bu ihtiyaç, 20. yüzyılda kanunların Anayasa’ya uygunluğunu denetleyecek merkezî Anayasa yargısı organları olan Anayasa Mahkemelerinin önce kıta Avrupa’sında ve daha sonra Türkiye’de kurulmaları ile sonuçlanmıştır. İşte tam da bu noktada yasama çoğunluğuna sahip olan siyasi iktidarın yaptığı kanunların Anayasa Mahkemeleri tarafından iptal edilerek yürürlükten kaldırılmaları söz konusu olmuştur. Bu durum da tahmin edileceği gibi çoğu zaman Anayasa Mahkemeleri ile siyasi iktidar arasında bir karşıtlığa yol açmaktadır.
Türkiye’de son dönemde yaşanan gelişmeler Anayasa yargısı ile yasama çoğunluğu ve dolayısıyla hükûmet arasındaki gerilimi gözler önüne sermektedir. Hükûmetin yaptığı kanunlar ve yapmakta olduğu kanun tasarı ve teklifleri, Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmekte, bunun sonucu olarak Anayasa Mahkemesi hükûmet tarafından sert bir biçimde eleştirilmektedir. Ancak unutulmamalıdır ki bir ülkede yargı, genelde temel hak ve özgürlüklerin koruyuculuğu işlevini de üstlenmektedir.
Kanun koyucunun Anayasa’ya aykırı yasama tasarruflarının iptal edilmesi ve kamu gücünün eylem, işlem ve ihmallerinden kaynaklanan hak ihlallerinin giderilmesi, Anayasa Mahkemesinin başlıca görevidir. Anayasa Mahkemesi, verdiği kararlarında bu hususu her daim göz önünde tutmak zorundadır. Özellikle yasama çoğunluğunun hukuk devleti ilkesi ve temel hak ve özgürlükleri hiçe saydığı durumlarda Anayasa Mahkemesinin bu işlemleri engellenmesi demokratik bir toplum düzeninin devamı açısından zorunludur.
Anayasa Mahkemesi, yasama çoğunluklarının insan haklarını ihlal yönündeki tasarruflarını önleyerek insan haklarının korunmasını da sağlamaktadır. İnsan haklarının Anayasa Mahkemeleri tarafından korunmasına yönelik yaygın uygulama, genelde “bireysel başvuru (şahsi başvuru)” yöntemiyle gerçekleşmektedir. Bireysel başvuru yolu; insan haklarının korunmasında birçok ülke tarafından kabul edilmiş,  yaygın bir uygulamadır.
Ülkemizde de bireysel başvuru, 1982 Anayasa‘sının Eylül 2010’da değiştirilmesiyle getirilen en önemli kurumlardan birisi olmuştur. Bireysel başvuru, bireylerin hak ve özgürlüklerinin iç hukukta korunması bakımından önemli bir yöntemdir. Bireysel başvuruları karara bağlamak, 148. maddenin ilk fıkrası ile Anayasa Mahkemesinin görevleri arasında sayılmıştır.
Ayrıca bireysel başvuru ile ilgili olarak aynı maddede bazı şartlar öngörülmüştür. Bu çerçevede 148. maddenin üçüncü fıkrası ile herkesin Anayasa‘da güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabileceği düzenlenmiştir. Maddenin son cümlesi ile başvuruda bulunabilmek için olağan kanun yollarının tüketilmiş olması şartı da getirilmiştir.
Bu maddedeki şartlardan hareketle bir kimsenin Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru yapabilmesi için:
1. 1982 Anayasa‘sı ile güvence altına alınmış bir hak ve özgürlüğün ihlal edilmiş olması;
2. İhlal edilen bu hak ve özgürlüğün Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi‘nde düzenlenen bir hak ve özgürlük olması;
3. İhlalin kamu gücü tarafından yapılmış olması;
4. Olağan kanun yollarının (temyiz gibi) tüketilmiş olması şartlarının yerine getirilmiş olması gerekmektedir.
Diğer yandan, 148. maddede bireysel başvurunun Anayasa Mahkemesince yapılacak inceleme aşamasına dair bir şart daha getirilmiştir. Buna göre “Bireysel başvuruda, kanun yolunda gözetilmesi gereken hususlarda inceleme yapılamaz”.
30 Mart 2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve İşleyişini Düzenleyen Kanun‘un 45. maddesi uyarınca, sadece 23 Eylül 2012 tarihinden sonra kesinleşmiş olan kararlara karşı bireysel başvuru yoluna gidilebilinecektir.
 

ÜLKE BARAJI SORUNU Türkiye’de 1961 ve 1982 Anayasaları belli bir seçim sistemini Anayasa hükmü hâline getirerek dondurmamıştır. Seçim sisteminin belirlenmesi, yasama organına bırakılmıştır. Bilindiği gibi çoğunluk sistemi veya barajlı seçim yöntemleri istikrara, buna karşılık ülke veya bölge barajlı olmayan nisbi temsil uygulamaları ise adalete yönelik sonuçlar doğurmaktadır.
1961 yılında Kurucu Meclisin d’Hondt sistemiyle birlikte kabul ettiği basit seçim sayılı çevre barajı uygulanmıştır. Baraj olarak bir seçim çevresinde toplam geçerli oyların o çevreden çıkacak milletvekili sayısına bölünmesiyle elde edilen çevre sayısı kullanıldığı için buna “basit seçim sayılı çevre barajı” denmektedir.
Bu baraj 1965’te kaldırılarak millî bakiye sistemine geçilmiş, daha sonra 1968’de d’Hondt sistemiyle birlikte yeniden baraj konmuştur. Ancak Anayasa Mahkemesi “engelli seçim düzeninin” demokratik seçim ilkelerine aykırı olduğu, seçme ve seçilme hakkını zedelediği gerekçesiyle bunu iptal ettiğinden, ülkemizde 1980’e kadar barajsız d’Hondt sistemi uygulanmıştır.
2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu‘nda, d’Hondt’lu nispi temsil sistemi kabul edilmiştir. Bu Kanun‘un “Seçim Sistemi ve Usulü”ne ilişkin maddesinde, "Milletvekili seçimi tek derecelidir ve seçim nisbi temsil sistemine göre, genel eşit ve gizli oyla bütün yurtta aynı günde yargı yönetim ve denetimi altında yapılır." hükmüne yer verilmiştir.
2839 Sayılı Kanunda 1987’de yapılan bir değişiklikle D’Hondt sistemi yanında ülke genelinde %10 genel baraj da öngörülmüştür. Siyasi partilerin TBMM’de temsil edilmeleri Ülke genelinde %10’un üstünde oy almaları şartına bağlanmıştır. Bu %10 genel baraj, dünyada başka herhangi bir ülkede bulunmamaktadır. Var olan genel barajlar Avrupa ülkelerinde genelde en fazla %5 civarındadır, mesela İsveç’te %4’tür. Avrupa Konseyine üye 47 devlet arasında genel baraj uygulamalarında ülkemize en yakın olanı %8 ile Lichtenstein’daki uygulamadır. Ondan sonra %7 ile Rusya ve Gürcistan gelmektedir. Üye devletlerin üçte birinde baraj %5’dir. 13 devlette baraj %5’in altındadır. 7 devlette ise hiç baraj yoktur. 
1968 sonrasında, 1980 yıllarına kadar olan sürede, ülkemizde uygulanan nispi temsilin barajsız d’Hondt uygulaması istikrarsız ve güçsüz siyasi iktidarların olduğu bir dönemdir. Yine bu yıllarda sürekli siyasi krizler yaşanmıştır. Yaşanılan bu krizlerde seçim sistemi uygulamasının da katkısı olduğu inkâr edilemez. Çünkü bu sistem, oyların çok sayıda parti arasında dağılması sonucunda parlamentoda istikrarlı bir çoğunluğun oluşmasını, dolayısıyla buna dayalı istikrarlı bir hükûmet kurulmasını zorlaştırır. Sık sık yaşanan hükümet krizleri, ülke gündemindedir. Çoğu zaman koalisyon hükûmetlerinin kurulması zorunluluğu doğar. Ancak, koalisyon hükûmetlerinde her zaman uyumlu bir çalışma ortamı sağlanamaz. Hiçbir parti, programını tam olarak uygulamak imkânı bulamaz ve bir başarısızlık durumunda da hiçbir parti, sorumluluğun tamamıyla kendine ait olduğunu kabul etmez. İstikrarsız hükûmetler, ülkenin siyasal ve ekonomik bunalımlara sürüklenmesine ve istikrarsız bir ortamın doğmasına yol açabilir.
Sistemin bu sakıncalarını gidermek amacıyla bazı önlemler alınması ve bazı formüller geliştirilmesi zorunluluğu ile karşı karşıya kalınmaktadır. Bu çerçevede parlamentoya ülke genelinden veya seçim çevrelerinden üye gönderebilmek için asgari bir oranda veya miktarda oy almak, yani belirli bir barajı aşmak zorunluluğunun konulması gibi tedbirler öngörülmektedir. Ülkemizde de 1987 sonrasında yapılan seçimlerde alınan sonuçların parlamentoda güçlü hükûmetlerin oluşmasını sağlamış olması, ülke barajının bir sonucu olmaktadır. Şöyle ki;
Genel baraj dolayısıyla 2002 seçimlerinde AKP, oyların %34’ünü almasına rağmen TBMM’de %66’lık bir çoğunluğa sahip olmuştur (363 milletvekili). CHP %19 oyla Meclis’te %33 oranında temsil edilmiştir (178 milletvekili). DYP, MHP, Genç Parti, DEHAP barajı geçememişlerdir. Yine 2007 seçimlerinde, AKP oyların %46,5’ini alarak Meclis’te %62’lik bir çoğunluk elde etmiştir (341 milletvekili). CHP % 21 oyla %20 oranında temsil edilmiştir (112 milletvekili). MHP %14 oy oranıyla,  %13’lük bir temsil sağlamıştır (71 milletvekili).
Uygulamada da görüldüğü gibi, %10 ülke barajı en fazla oy almış siyasi partinin aldığı oy oranının üzerinde bir milletvekili sayısına sahip olmasına yol açmaktadır. İstikrar ve adalet arasında bir tercih yapmak gerektiğinde, günümüz şartlarında ülkemizin istikrarlı ve güçlü hükûmetlerle yönetilmesinin Türk milletinin çıkarına olması gerçeği, %10 ülke barajının devamına taraf olmaya yöneltebilecektir. Ancak, yaşanılan iç ve dış tehditler karşısında Türkiye Cumhuriyeti Devleti‘nin “ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün korunması” ve ülkenin istikrarlı bir biçimde kalkınmasını sağlayacak tedbirlerin alınması kaydıyla, ülke barajının makul seviyelere (%5 gibi) çekilmesi mümkün olabilir. Ülkenin anılan sorunlarının çözümü sonrasında, bu nevi barajlara hiç ihtiyaç kalmayacağından, tabiidir ki bütünüyle barajlardan arınmış seçim uygulamaları da mümkün olacaktır. Diğer bir deyişle ülke seçim barajı sorunu, tamamen istikrar ve adalet arasındaki bir yasal tercihin ifadesidir. 
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de konuya ilişkin kararında, benzer bir yaklaşım sergilemektedir. Şöyle ki:
 AİHM'nin ilgili dairesi, Türkiye'de uygulanan %10'luk seçim barajına karşı açılan davada, Ocak 2007 tarihli kararında, insan hakları ihlalinde bulunulmadığı görüşüne varmıştır. AİHM'nin gerekçeli kararında, “Türkiye'de özellikle 1970'li yıllardaki istikrarsızlığın göz önünde tutulduğu” ifade edilmiştir. Kararda “bu barajın TBMM'nin aşırı şekilde bölünmesini ve işlevsiz hâle gelmesini önlemeye yönelik olduğu” da vurgulanmıştır. Kararında milyonlarca oyun parlamentoya yansımadığını hatırlatan Mahkeme, seçim barajının diğer Avrupa ülkelerine göre yüksek olduğunu da vurgulamıştır. Mahkeme bunun düşürülmesininin arzulandığını ancak kararın Türk yetkililere ait olduğunu ifade etmiştir.
Türk Anayasa Mahkemesi de konuya ilişkin 18 Kasım 1995 tarihli Karar‘ında şöyle demektedir: “Seçime katılan ve 2839 sayılı Yasa’nın 33. maddesinde öngörülen %10’luk ülke barajını aşan siyasi partilere verilecek ülke seçim çevresi milletvekilinin hesabında gözetilecek ölçünün yasama organının takdiriyle yürürlüğe konulduğu açıktır. Seçim sistemlerinin anayasal ilkelere ödünsüz uygunluğu yanında kimi zorunlu koşulları içermesi kaçınılmazdır. Sistemin doğasından kaynaklanan ve yüzdelerle konulan barajlar, ülke yönünden, seçme ve seçilme hakkını sınırlayıcı, olağan dışı ölçülere varmadıkça uygulanabilir, kabul edilebilir ve aykırılığından söz edilemez belirlemelerdir. Yasama organının anayasal çerçeveye bağlı kalarak takdir ettiği sınırlama ve aşırı sayılmayacak düzeydeki baraja rakam ve oran olarak el atmak, yargısal denetimin amacıyla bağdaşmaz. Kaldı ki %10’luk baraj yönetimde istikrar ilkesine uygundur ve temsilde adalet ilkesiyle de bağdaşmaktadır.”
 
ANAYASA MAHKEMESINE YAPILAN BIREYSEL BAŞVURU SONUÇLARI
%10 ülke barajının millî iradenin Meclise tam olarak yansımasına engel olduğu gerekçesiyle Saadet Partisi, BBP ve DSP‘nin Anayasa Mahkemesine yapmış oldukları bireysel başvuru dolayısıyla konu yeniden gündemdeki yerini almış bulunmaktadır. Özellikle Haziran 2015 milletvekili seçimlerine kısa bir süre kalmış olması konuyu daha hassas hâle getirmektedir. Yapılan açıklamalardan anlaşıldığına göre, Anayasa Mahkemesi sözkonusu başvuruları incelenebilir nitelikte görmüş ve esas incelemesi safhasına geçmiştir. Bu durumda Yüksek Mahkemenin olası kararlarını şöyle özetlemek mümkündür.
1-  Anayasa Mahkemesi, hak ihlali olmadığına  karar vererek 1995 yılındaki içtihadı yönünde bir yaklaşım sergileyebilir. Özellikle Yüksek Mahkeme, başvuru yapmış partilerin, Mahkemeye bireysel başvuru hakkı tanınmasına yönelik kanuni düzenleme tarihi olan, 23 Eylül 2012 sonrasında yapılan bir genel seçimde baraj altında kalmadıkları, yani henüz mağdur sıfatını almadıkları gerekçesiyle böyle bir sonuca varabilir. Bu durumda herhangi bir uygulama değişikliğine ihtiyaç duyulmaz.
2-  Anayasa Mahkemesi %10 seçim barajının, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Anayasa‘daki temel hakları ihlal ettiği sonucuna varabilir. Ancak bu yöndeki bir karar tek başına seçim barajının düşürülmesi ya da kaldırılması sonucunu doğurmayacaktır. Milletvekili Seçimi Kanunu‘nun 33. maddesindeki,  %10 ülke barajına ilişkin yasal düzenleme, hak ihlaline yol açan bir kural olarak varlığını koruyacaktır. Tabiidir ki bu şartlarda yapılacak 2015 seçimleri sonrasında, baraj altında kalan siyasi partilerin veya adayların Türkiye Cumhuriyeti Devleti‘nden tazminat taleplerinin  yolu da açılmış olacaktır.
3-  Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuruyu inceleyen dairesi veya kurulu, ülke barajına ilişkin kanunun ilgili maddesinin Anyasaya aykırılığı iddiasını Genel Kurula iletebilir. Genel Kurul bu yöndeki başvuruyu kabul eder ve esas incelemesine geçebilir. Bu durumda Yüksek Mahkeme, Milletvekili Seçimi Kanunu‘nun 33. maddesinin 1. fıkrasındaki; “Genel seçimlerde ülke genelinde, ara seçimlerde seçim yapılan çevrelerin tümünde geçerli oyların %10'unu geçmeyen partiler milletvekili çıkaramazlar. Bir siyasi parti listesinde yer almış bağımsız adayların seçilebilmesi de listesinde yer aldığı siyasi partinin ülke genelinde ve ara seçimlerde seçim yapılan çevrelerin tümünde %10‘luk barajı aşması ile mümkündür." düzenlemesinin Anayasaya aykırı olmadığına veya olduğuna karar verebilir.
Barajın Anayasa‘ya aykırı olmadığı yönünde verilen karar sonrasında, ilgili daire veya kurul hak ihlali konusunda kendi kararını verecektir. Bu hâlde, sonuç verilecek karara göre 1 ve 2. ihtimaleri doğuracaktır.
Mahkeme, ülke barajına ait kanun hükmünün Anayasa‘ya aykırı olduğu sonucuna varabilir. Bu durumda, Milletvekili Seçimi Kanunu'ndaki baraj düzenlemesi sona erer ve gerekçeli karar Resmi Gazete‘de yayımlandığı andan itibaren geçerlilik kazanır. Bu yöndeki kararın 2015 milletvekili seçimi öncesinde verilmesi hâlinde, seçimde ülke barajı uygulanamaz. Seçim, nispi temsil sisteminin D’Hondt usulünün hiçbir baraj olmayan şekliyle yapılır.