Prof. Dr. Ayşe İLKER
“Osmanlıca” teriminin “Osmanlı Türkçesi” kelime grubunun kısaltılmış, daha avami olarak ise kestirmeden anlatılmış biçimi olduğunu söyleyelim önce. Çünkü pek çok kişinin iddia ettiği gibi ortada Türkçeden başka veya Türkçe-Arapça-Farsçadan karıştırılmış karma bir dil yok, yani Türkçeden farklılaşmış bir yeni dilin adı değil Osmanlıca.
Osmanlı Türkçesi; bilimsel anlamda, 13. yüzyılda başlayan Batı Türkçesinin ikinci döneminin adı. Birinci dönem, bilimsel çevrelerde kabul edilen terimlerle söyleyecek olursak Eski Anadolu Türkçesi-Eski Oğuz Türkçesi-Eski Türkiye Türkçesi. Bu terimler bile Batı Türkçesi dışındaki coğrafi grupları da hesaba kattığımızda, Türkçe coğrafyasının ve Türkçe tarihinin genişliğine, derinliğine delalet eder ve Türkçenin yayıldığı, kullanıldığı, etkilediği ve etkilendiği alanlarla ilgili olarak onlarca adlandırma yapılabileceğini gösterir. Osmanlı Türkçesi dönemi 15. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar sürmüş, Osmanlı Devleti’nin gerileme ve yıkılma devrelerine koşut olarak yerini Yeni Türkiye Türkçesi dönemine bırakmıştır. Görüldüğü üzere sözünü ettiğimiz kavram esas olarak bir dil kavramıdır.
Böyle bir dil kavramı vesilesiyle ve Türkçenin tarihî bir dönemini öğretme çabalarıyla ortaya dökülen söz kalabalığı, meseleye çok sığ yaklaşıldığını, amaç ve hedefler konusunda da epeyi bir kafa karışıklığı bulunduğunu göstermektedir.
Evet, Türkiye Cumhuriyeti coğrafyasındaki Türkçe ana dillilerin Osmanlı Türkçesini öğrenmeye ihtiyaçları vardır, tıpkı diğer tarihî dönemleri öğrenmeye ve öğretmeye ihtiyaç olduğu gibi. Ama bu, herkesin işi ve sorumluluğu değildir.
Üniversitelerde tarih ve Türk dili ve edebiyatı bölümlerinde doğal olarak Osmanlı Türkçesi öğretilmektedir. Ayrıca halkbilimi, ilahiyat, felsefe, mantık ve retorik de dâhil olmak üzere, benzer bütün sosyal alanlarda eğitim görenlere Osmanlı Türkçesi öğretilmelidir. Fakat liselerde Osmanlı Türkçesi dersinin mecburi ders hâline getirilmesi, tabiri caizse damı mütemadiyen akan bir eve halı sermeye benzemektedir. Bugüne kadar Millî Eğitim Bakanlığında onlarca yönetici değişikliği ve buna bağlı olarak da yüzlerce yönetmelik, plan-program ve gelecek kurgusu değişti. Mevcut an içinde, kredili dersleri, Anadolu öğretmen liselerini, Anadolu imam hatip liselerini hatırlayan var mı? Her şey en fazla iki üç yıl içinde değiştiriliyor, yok ediliyor ve yerine farklı ve yeni olduğu iddia edilen başka programlar, başka başlıklar yerleştiriliyor. Bu bizim, yukarıda dikkati çekmek istediğimiz konuda yeterli ve gerekli kalıcılığı sağlayamadığımızı gösteriyor. Yani damın su geçiren aralıklarını kapatmayı beceremiyor ve halıların, eşyaların ıslanmasını engelleyemiyoruz bir türlü.
Sanırım, Osmanlı Türkçesi dersleriyle ilgili tartışmalar da yaydığımız bu kuru halının ıslanması ve belki de çürümesiyle sonuçlanacak!
Şimdi, Osmanlı Türkçesinin liselerde mecburi olarak okutulmasına gerek olmadığı, seçmeli olarak verilmesinin hevesli ve meraklı öğrenciler için yeterli olabileceği görüşümüzü destekleyecek menfi müspet, yani çoklu sebeplere bakalım Türkçe penceresinden.
Milat başlarından bugüne yazılı belgeleriyle kesintisiz olarak ulaşabilmiş bir dildir Türkçe. Milattan önceki Türkçe veriler çoğunlukla Çince kaynaklarda ve Çince telaffuz ve yazılışlarladır. Çok geniş bir alanda, bir taraftan batıya, bir taraftan kuzeye ve güneye doğru yürüyen Türkler, hem ana yurtlarında hem yürüdükleri ve kondukları alanlarda değişik alfabeler kullanmışlardır. Türkçenin kendine özgü ve Türkçe ünlüler sistemine çok uygun biçimde oluşturulmuş Göktürk yazısı, Uygur Kağanlığının kurulmasına kadar kullanılmış, sonra Uygur Türklerinin Budizm ve Maniheizm gibi farklı dinlerle teması ve bu dinlerin öğretileri için gerekli olan yazılı kaynakların okunup yeni telifler yapılabilmesi için Sogud(Soğd?) alfabesine dayanan yeni yazıya geçilmiştir. Bu alfabe de Türklerin millî alfabesi olmuş ve Osmanlı-Türk devlet erkânının dahi ilgisini çekecek kadar yüzlerce yıl kullanılmıştır.
Türklerin batıya yürüyüşleri esnasında kayda geçen en önemli sosyal, siyasi ve kültürel hadise, onların Müslüman olmalarıdır. Kutlu Peygamber’imizin vefatından sonra Araplar Horasan ve Semerkant’a doğru pek çok sefer başlatmıştı. Abbasiler ve Emevilerle süren bu seferlerin çoğunda Taberi’de de anlatıldığı üzere özellikle Haccac ve Kuteybe yönetiminde değişik Türk topluluklarının kılıçtan geçirildiği bir vakıaydı. Ama bunların neticesinde Türklerin İslamiyet’i kabulü vuku bulmamıştı. Sadece münferit kabuller başlamıştı. Nihayet Satuk Buğra Han’ın, rivayete dayalı bir bilgi olarak önce bir rüya görmesi ve sonrasında Müslümanlarla değişik sebeplerle karşılaşması, onun İslamiyet’i kabulünü ve yönettiği Karahanlı Türklerini de İslamiyet’e davetiyle toplu İslamlaşma başlamış oldu.
Bu, bir dönüm noktasıydı. Önceki dinlerin öğretileri için başlatılan tercüme ve telif faaliyetleri İslamiyet için de başlatıldı ve ilk olarak İslamiyet’in dili olan Arapçanın alfabesi kabul edildi. Hasılı alfabe değiştirmek, Türklerin kaderi oldu. Bu kadar geniş bir coğrafyada hükümran olmak, pek çok komşu değiştirmek, birkaç dine girmek neredeyse alfabe değişikliğini kaçınılmaz hâle getirmiştir.
Daha önceki alfabelerde yapılan tashih ve uyarlama gibi Türkçe kelimelerin ve özellikle ünlülerin, ayrıca da bazı ünsüzlerin yazımına kolaylık sağlayacak yeni tashihler de Arap alfabesinin kabulüyle birlikte başladı. Burada şunu da hemen belirtelim, Türkler hem Arapçayı ve Farsçayı öğrenmeye başladılar hem de Türkçeyi Arap alfabesiyle yazmaya başladılar ama İslamiyet’in temel kitabı Kur’an-ı Kerim’in Türkçeye ilk tercümesi Farsçadan yapıldı, Arapçadan değil.
Bu arada, Arap harfleriyle görkemli Türkçe eserler telif edildi. Hem Kutadgu Bilig’de hem de Divanü Lügati’t-Türk’teki Türkçe örneklerde, Türkçe kelimelerin doğru okunabilmeleri için olağanüstü bir çaba görülmektedir. Bunlar, o/ö ünlülerinin Arapçada bulunmaması, u/ü ünlülerinin Arapçadakinden farklı sesletimi, karangu, könül, tonuz, teniz gibi Türkçe kelimelerde “nazal n” olarak söylenegelen damak n’sinin bulunması ve bu ünsüzün Arap alfabesinde karşılığının bulunmaması gibi bir Türkçe kelimenin doğru okunabilmesi için hayati sayılacak hususlardı. Türkçe yazan ve an adili Türkçe olan ilk Türkçe Arap harfli eser müellifleri, bu sıkıntıları iliklerine kadar hissetmişler ve devam eden her yeni yüzyılda, Arap harflerinin Türkçeye uygun hâle nasıl getirilebileceği, bu imlanın nasıl ıslah edilebileceği konuları tartışmaların başköşesine oturmuştu. İşte bu sebeple, kütüphanelerimizdeki binlerce Arap harfli Türkçe yazma eserin birisindeki imla, diğerindeki imlayla ’ tıpatıp’ aynı değildir.
18. yüzyıldan 20. yüzyıla gelindiğinde ise başta Hüseyin Kâzım Kadri gibi yerleri doldurulamaz aydınlar, Türkçe kelimelerin Arap harfleriyle en doğru biçimde nasıl yazılabileceği konusunda emek harcadılar. Hüseyin Kazım Kadri, İçtihad dergisinde yazdığı yazılarda, hem ortak Türk yazı diliyle ilgili görüşlerini hem de alfabenin ıslahıyla ilgili düşüncelerini ortaya koymuştur. Burada, Gaspıralı’yı anmadan geçmek olmaz. O, “dilde-fikirde-işde birlik” derken, alfabe birliğini de murat ediyordu.
Cumhuriyet kurulup da Latin alfabesini kabul etmeden önce arkamızda alfabemizle ilgili pek çok mesele bulunmaktaydı.
Bir tarafta, Bolşevik İhtilali’nin geçici ve sönücü bir ilkbaharında Rusların Azerbaycan, Türkmenistan ve diğer cumhuriyetlerdeki Türklere Latin alfabesi tercihini serbest bırakması, bir tarafta teknolojik yeniliklerden uzak kalışımız ve öbür tarafta medreselerde özgün ve sadre şifa bilgi üretiminin neredeyse durmuş olması mevzuları, Millî Mücadele’nin sonunda Cumhuriyet’i kuran kadronun entelektüel ilgi alanındaydı.
Osmanlı Devleti yıkılırken halk fakir, aydınlar çaresizdi. Evet, yedi düvel üstümüze gelmişti ama yedi düvelle mücadele edecek enerjimiz ve yaratıcı gücümüz eriyip gitmişti. Zihinsel yenilenememe, bilime ve teknolojiye uzaklaşma, büyük cihan devletinin, Osmanlının sonu oldu. Türkiye Cumhuriyeti, devlet teşkilatı, askerî yapısı, bürokrasi ve daha pek çok bakımdan Osmanlı Devleti’nin devamıydı ama asıl olan bir şey vardı: Halkın kendisini yönetme iradesi göstermesi ve seçimlere gidilmesi. Cumhuriyet’i kuran kadrolar, yeni bir yaratıcı enerjiye ihtiyaç duydular ve o enerji çerçevesinde bilim ve teknolojiye daha çok yaklaşma düşüncesiyle Latin alfabesini kabul ettiler. Latin alfabesi kabul edilirken en az iki yüzyıllık bir alfabe ıslahı çalışmaları olduğunu bilerek!
Türkçenin ünlülerini tam isabetle gösteren bu alfabe, pratik ve öğretilmesi kolay bir alfabeydi. Artık “yeni yazı” okullarda öğretilmeye başladı. Arap harfli Türkçe metinler “eski yazı”lı metinler oldu. Bin yıllık alfabemizle ilişkimiz böyle bıçakla kesilir gibi mi olmalıydı? Burada, elbette böyle olmamalı, diğer alfabe de devam etmeliydi diyebiliriz. Fakat böyle olunca da Latin alfabesinin öğretilmesi sekteye uğrardı. Ancak, kütüphanelerimizdeki eserlerle bağımızı koparmayacak önlemler daha dikkatle ve hemen alınabilirdi.
Bir de Osmanlı Türkçesi hakkındaki profan görüşlere değinelim:
“Osmanlı Türkçesi sarayda kullanılan yapma bir dildi, halk ve saray erkânı birbirini anlamıyordu!”
Bu ifadeler, mesnetsizdir. Klasik edebiyatımızın müellifleri, Arapça ve Farsça kelimeleri bazı durum ve zamanlarda aşırı kullanmışlardır, doğru ama onların amacı salt sanatkârane bir üslup yaratmaktı ve bunun için de kelime ve kelime gruplarının nereden geldiğine bakılmamaktaydı. Sarayda da halkın konuştuğu Türkçe konuşuluyordu.
Anlattığımız konulara farklı bir cepheden bakınca son günlerde ortaya çıkan tartışmaların bazılarında mantıksal ve zihinsel hatalar bulunmaktadır.
Bir kere alfabe değişikliği, Türk milletini İslam’dan koparmak için yapılmamıştır. Bu, Mustafa Kemal’in ve arkadaşlarının “Türk milletini asri milletler içinde görme” ülküsüyle uyumlu bir değişikliktir. Batı’nın fennine ve teknolojisine yetişme çabasının bir basamağı olarak görülmüştür alfabe değişikliği. Okuma oranının yükseltilmesi, kız çocuklarının ve kadınların eğitimi bunun içindedir.
“Dedesinin mezar taşını okuyamayan bir nesil.” cümlesi, romantik olarak çekici ve albenili bir cümle olabilir. Ama şöyle bir soru sorduğumuzda bu çekicilik ve albeni yitip gitmektedir: Arap harflerini öğrenmiş olanlar, Kur’an-ı Kerim bilenler ve özel olarak Osmanlı Türkçesi dersi görenler veyahut da herhangi bir vakıf ve derneğin Osmanlı Türkçesi kursuna katılmış olanlar, Süleymaniye Kütüphanesinde 1928’e kadar yazılmış olan ve sonrasında da Arap harfli baskıları bulunan romanlardan, hikâyelerden okumuşlar mıdır acaba? Veyahut da Osmanlı Devleti tarihinin, Şemsettin Sami lügatinin Osmanlı Türkçesi alfabesiyle yazılmış cisimlerini görmüşler midir? Bir şehrin yazma eser kütüphanesinden cönkleri eline alıp, o şehrin tarihine düşülen notlardan şaşkınlığa uğramışlar mıdır? Soruyu bir de şöyle çevireyim: Dedesinin mezar taşını okumayı öğrenen bu gençler, 1900’lü yıllarda basılmış, Türk tarihini ve İslam tarihini anlatan eserlerden bir tanesini baştan sonra okuyup tamamlamışlar mıdır?
Evet, görüldüğü üzere liselilere Osmanlı Türkçesi alfabesini öğretmek, bizim eğitim-öğretim ve zihinsel faaliyetlerle ilgili problemlerimizi çözecek bir sihirli değnek değildir.
Böyle sihirli bir değnek olmadığı için başka sorular soralım:
Bugün, Latin alfabesiyle okuyup yazabilenlerin kitap okuma oranı nedir?
Bugün, Latin alfabesiyle okuyup yazabilenlerin bilgi üretme, teknolojik buluşlara imza atma oranları nedir?
Eski alfabemize dönüp gençlere bunu öğrettiğimizde, bu oranlarda iyileşme mi olacak? Mezar taşlarını okuyan gençler, tarihle nasıl bir bağ kuracaklar, ruhlarında sağlam tarih şuuru var mı?
Arap harfli metinlere kutsiyet atfetmemiz, bizim İslam’la olan ilişkimize bağlıdır. Türkçe metinlerin tamamı dinî nitelikli değildir ve bunların içinde son derece müstehcen metinler ve şiirler vardır. Ama biz, bu alfabeyi öğrenirsek İslamiyet’i daha iyi öğreteceğimizi sanıyoruz.
Kur’an’ı okuyanların kaçı meal okumaktadır, Müslümanların el kitabı olan vahyin yazısı, kapalı ve kilitli kutulardan aklımızın ve zihnimizin kilitlerini açmak için aralanmış mıdır?!
Görüldüğü üzere, mesele alfabe değiştirme meselesi değildir. Sadece şu veya bu alfabeyi okuyabilme/okuyamama meselesi de değil, bir zihniyet meselesidir. Latin alfabesi, Türklerin kimliklerini, millî benliklerini ve dinlerini unutturan bir unsur olmamıştır. Bunun böyle algılanması veya buna inanılması, Cumhuriyet’i kuranları özellikle İslamiyet’ten uzaklaşmış gibi gösterme çabasına yarar. Burada, Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra, hümanizma histerisiyle klasik kültürümüzden ve doğal Müslümanca yaşama çizgisinden uzaklaşıldığını da belirtmeliyiz.
Bunlardan başka meselenin üniversite eğitimiyle doğrudan ilgili olan yönleri de var. Bu yönlere hiç kimse temas etmek istemiyor.
YÖK, yıllarca fen-edebiyat fakültesi mezunlarına öğretmenlik hakkı vermedi. Türkçe öğretmenliği bölümünden mezun olanlar, fen-edebiyat mezunlarına göre çok şanslıydı. Ama onların Osmanlı Türkçesi eğitimi müfredat gereği yeterli değildi. Okullarda Osmanlı Türkçesi bilen öğretmen arandığında bulunamadı. Çok iyi bir eğitim alan bu gençler, dershanelerin insafsız ellerine terkedildi. Delikanlılar, işsizlikten polis veya infaz memuru oldu.
Şimdi, şöyle bir bilgi veriliyor: MEB, 2013 yılında bazı vakıflarla anlaşma yaptı, bu vakıflarda Osmanlıca öğrenmiş olan gençler MEB okullarında Osmanlıca öğretecek! Bizler, dört yıl boyunca Türkçenin bütün tarihî dönemlerinden Türkçe metinleri özgün alfabeleriyle öğrettiğimiz öğrencilerimizi sokağa atalım, onlara okullarda öğretmen olma hakkı vermeyelim, sonra siz herhangi bir dernek veya vakıfta altı ayda yetişmiş insanlardan “Osmanlıca öğretmencilik” oyununu sahneye koyun!
Bizim fen-edebiyat fakültelerinin Türk dili ve edebiyatı ve tarih bölümlerinden çok iyi Osmanlı Türkçesi eğitimi alarak mezun ettiğimiz öğrencilerin kıymeti ne zaman ve nasıl bilinecek?
Nihayet son cümlelerimizi söyleyelim:
Alfabe değiştirmek bir suç değildir. Göktürk yazısından Uygur yazısına, Uygur yazısından Arap yazısına geçerken atalarımızın hiçbiri suç işlemedi. Arap yazısından Latin yazısına geçerken Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının yaptığı da bir suç değildi, tarihi örtmek ve geçmişle bağları koparmak hiç değildi!
Bugün, 70 yıl Sovyetlerin sosyalist baskılarıyla Kiril harflerini kullanmak mecburiyetinde bırakılan Orta Asya Türk devletleri Latin yazısına geçiyorlar. Onların da Nevayî gibi, Mahdumgulu gibi muazzam eserler yazmış sanatkârları, bin yıl ortak alfabemiz olan Arap alfabesini kullanmışlardı, ama değiştirme gündeme geldiğinde tercih edilen alfabe, birleştiricilik yönü ağır bastığı için Latin alfabesi oluyor.
Günümüz için yanlış olan, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranların, alfabe değiştirmekle büyük bir ihanet yapmış olduklarını sezdirmektir.
Bu mantığa göre, iki bin yıl içinde alfabe değiştiren Göktürk, Uygur, Karahanlı atalarımız ve dedelerimiz de Türk milletine ihanet mi etmişlerdi?
Yoksa biz sadece Osmanlı Türklerini mi atalarımız sayıyoruz? Selçukludan geriye giderek Karahanlılar Uygurlar ve Göktürkler de dedemiz, atamız değil mi?
Evet, Osmanlıca bağlamında meseleye bakınca, sorulacak o kadar çok soru çıkar ki ortaya, dam aksa da akmasa da çekiştire çekiştire halılar eskitilir!
Galiba yapılan iş de hendeği atlamak değil, atlar mı atlamaz mı söz düellolarıyla çağlar kaybetmek!
İyi çalışmalar Tanrı parçacığını bulan Cern Fizikçileri! Size kolay gelsin!
Bizler hâlâ alfabeden metnin muhtevasına geçemedik!