Dr. A. Yılmaz SOYYER*[1]
İslam’ın yayılışından birkaç yüzyıl sonra müesseseleşen tarikatler, kendi görüşlerinin yayılmasının yanı sıra bağlı bulundukları dinin de yayılmasında mühim bir rol üstlenmişlerdir. Bu müesseseler, inanç yayıcılığı fonksiyonlarının yanı sıra sosyoekonomik bir vazife de yüklenerek müessese kurucu bir faaliyet yürütmüşlerdir.
18. yüzyıla gelindiği zaman ise Anadolu’nun fethinde üstlendikleri örgütleme ve inanç yayıcılığı vazifelerini, artık kurumlaşmış bulunan devlete devreden bu müesseseler, halk nezdindeki sosyoekonomik fonksiyonlarını devam ettirmişlerdir. 18 ve 19. yüzyıllarda tekkeler ve özellikle de Bektaşi tekkeleri birer iktisadi yapı, dolayısıyla da birer iktisadi güç olarak toplum bünyesindeki yerlerini almışlardır.
Bektaşilik, yukarıda da belirttiğimiz üzere bir tasavvufi ekoldür ve bu ekol, Hacı Bektaş Veli yolunun kurumlaşmış hâli olan Bektaşi tarikati çerçevesinde ele alınabilir. Bu müessese ilk kapatılışı olan 1826'da (II. Mahmut dönemi) kısmen yeraltına çekilmekle birlikte, taraftarı olan devlet adamlarının göz yummalarıyla yarı gizli yarı serbest bir hâlde varlığını devam ettiregelmiştir. Hatta bu yarı serbesti dönemi İstanbul Bektaşiliği denilen ve Türk edebiyatını derinden etkileyen oluşumun da teşekkül dönemi olmuştur.
İnanç kaynaklı sosyal grubun hayatını idame ettirdiği mekân (tekke, hankâh, degâh, türbe) bir taraftan bu sosyal grubun yapısıyla diğer taraftan da itikat (düşünce-inanç) yapısıyla ilişkilidir. İtikat, grubu etkilemiş; grup, bu itikadın sürdürülebileceği bir mekânı geliştirmiştir.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında yazıldığı tahmin edilen ve yazarının ismi kayıtlı olmayan bir Arap harfli el yazması eserde Bektaşi tekkeleri hakkında detaylı bilgiler verilmektedir. Bu esere göre Bektaşi tekkeleri dört temel kısımdan oluşmaktadır.
Mihman evi: Bu kısım misafirlere mahsustur. Tekkenin büyüklüğüne göre bir ya da daha fazla odalardan oluşabilmektedir. Bünyesinde misafirlerin rahatını temin edecek her şey bulunmaktadır. Yalnız misafirlere değil, hayvanlarına da bakılmaktadır. Bu özen, misafirin kalış süresince devam etmektedir.
Aşevi: Burası yemeklerin piştiği yerdir. Yemeğin pişirildiği kazana “kara kazan” ismi verilir ve kutsiyet atfedilir. Kazanın yerine konulup kaldırılması merasime tâbidir. Bu kazan, nasip ayini, muharrem ayini gibi büyük “ayin-i cem”lerde kaynatılmaktadır. Diğer zamanlarda küçük kazanlar kullanılmaktadır.
Ekmekevi: Daha ziyade köy tekkelerinde ekmeklerin yapıldığı ev olmakla birlikte ayin zamanlarında kadınların dairesidir.
Meydanevi: Tekkelerin en önemli yeridir. Burası tarikat mensupları dışındaki herkese yasaklıdır. Bu gelenek Bektaşiliğin Babagân kolu tarafından titizlikle uygulanmaktadır. “Nasipsiz” denilen Bektaşiliğe girmemiş olanlar “cem”e alınmazlar. Burası tekkenin durumuna göre bir ya da birkaç mekândan oluşabilir.
Meydanevi büyük bir salondur. Ayinler burada icra olunur.
Bu dört ev ayrı ayrı dört babanın nezareti/kontrolü altındadır. Buralarda dervişler arasında “silsile-i meratip”/derecelendirme vardır. Büyüklere son derece saygılı davranılmaktadır. Yüksek sesle konuşulmaz ve sert adımlarla topuk vurularak yürünmez. Eşiğe kutsiyet atfedilir ve basılmaz.
Tekkelerde ayrıca bir harem dairesi bulunmamaktadır. Bektaşiler haremlik selamlık ve tekke içinde tesettür uygulamasında bulunmamaktadırlar. Ancak tekkelere bir yabancı misafir geldiği zaman kadınlar ekmek evi denilen yerde kalırlar.[2]
Burada bir inanç sisteminin yani itikadın yaşatılıp geliştirileceği her şey düşünülmüş ve uygulanmıştır. İçe dönük ve dışarıya kapalı biçimde bir “soyutlanmış topluluk” için mekân olma özelliğiyle Pirevi ve diğer Bektaşi tekkeleri döneminin en gelişmiş yerleşim mekânlarıdır.
Gerek Pirevi gerekse diğer Bektaşi tekkeleri aynı zamanda, toplum içerisinde özellikle de Bektaşiler arasında bir denge unsuru olarak vazife yapmaktadır. Aileler ve muhipler arasında bir münakaşa olduğu vakit bu durum tekkede çözümlenmekte, kolay kolay mahkemeye intikal etmemektedir. Küçük çaptaki anlaşmazlıkları tekkelerde babalar çözmektedir.
Bir Bektaşi ailesinin fertlerinin nikahını da hoca ya da imam kıymamakta, Baba kıymaktadır. Ölen Bektaşiyi de baba ya da yine babanın görevlendireceği bir Bektaşi yıkayabilmektedir.
Tekkeler muhiplerin mali vaziyetini de yakın takip edip yardımlaşma mekanizmaları oluşturmaktadırlar.[3]
Bektaşilik, Osmanlı tarihi boyunca var olan ve Osmanlı tarihine damgasını vurmuş bulunan İslam tasavvuf ekollerindendir. Mevlevilikle birlikte Türk sanat ve edebiyatını bir taraftan en çok etkileyen, diğer taraftan ise gücü nispetince oluşturan bilgi ve kültür merkezlerinden biridir. Tarikat, XIII. yüzyılda, o günlerde ismi Karahüyük olup daha sonraları tarikatın piri Hacı Bektaş'ın ismiyle anılacak olan bir köyde doğmuş ve nüvelenmiştir. Bu küçük köy, yüzyılların başkenti ve medreseler şehri Konya'nın Mevlevilikle bağlantılı olarak yüklenmiş bulunduğu fonksiyonun aynısını yüklenmiştir. Bektaşiliğin tespiti ve sınırlarının çizilmesinde de bu kendisi küçük, tesiri büyük yerleşim biriminin rolü çok önemlidir. Bu yerleşim birimi, efsanelerle günümüze taşınan dönemlerden, Bektaşi tarikatinin kapatıldığı 1826 yılına kadar tek merkez ve bütün tekkelerin tarih sahnesinden çekildikleri 1925 yılına kadar -yine Bektaşilik içerisinde- en önemli merkezlerden biri olarak önemini korumuştur. Bu merkez hiç şüphesiz ki Hacı Bektaş'taki Pirevi ismiyle de anılmakta olan hankâhdır.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kitaplığındaki müellifi bilinmeyen bir yazma eserde Bektaşiliğin teşkilatının çok muazzam olduğundan söz edilmekte ve çok düzgün tutulan kayıt defterlerinden bahsedilmektedir. Bu yazma esere göre tarikata giren her ferdin kimlikleri ve ailevî özellikleri kayıt altına alınarak bunların bir sureti merkez Hacı Bektaş tekkesine gönderilmektedir.[4]
Bektaşilik kapatıldığı 1826 yılına kadar, devlet içerisindeki güç odaklarından biri olmakla beraber; ancak diğer tarikatlerin -mesela Mevlevilik- gücüne eşit oranda yönetim mekanizmasında etkili olabilmiş bir gruptur. Çünkü Osmanlı Devleti'nin klasik bünyesi katı merkeziyetçi bir yapı olduğundan, bütün toplumsal guruplar geleneksel otorite konumundaki padişaha itaat ve teslimiyetle varlıklarını devam ettirme düşüncesindedirler. Zaten, Bektaşiler geleneksel otorite konumundaki padişahın otoritesini paylaşma yolunda bir süreç başlatmış bulunan yeniçerilerle iş birliği -daha ziyade gönül birliği- içerisinde oluşlarından dolayı kapatılmak gibi müthiş bir akıbetle karşılaşmışlardır.
Tarih boyunca pek çok kültürdeki inanışa göre, devletlerin başındaki güç "kutsal" la ilişki içerisindedir. Devlet başkanının kutsal özelliğinin büyük bir ihtiyatla muhafazası gerekmektedir. İlkel topluluklardaki devlet başkanını müdafaa eden şiddetli tabular yüksek medeniyetlerin gelişmesi esnasında da varlıklarını devam ettirmişlerdir. Bu durum, Osmanlı Devleti için de geçerlidir.
Osmanlı Devleti'nde –en azından burada ele alınan 19. yüzyılda- geleneksel otoritenin temsilcisi olan padişahla karizmatik otoritenin temsilcileri olan tarikat şeyhlerinin (daha doğrusu kurucu pirlerinin) hakimiyet bakımından karşı karşıya gelmemeleri, “Padişah, Allah’ın yer yüzündeki gölgesidir.” ve "Padişahlar yedi evliya kudretindedir.” düsturlarıyla formüle edilen anlayışla mümkün kılınmıştır. Çünkü otorite kavramının mühim bir bileşeni, otoriteye sahip olanın veya otoriteyi kullananın buna haklı olduğuna başkaları tarafından inanılmasıdır. Böylece Konya'daki karizmatik otoritenin temsilcisi Mevlevi şeyhi ile Kırşehir'deki karizmatik otoritenin temsilcisi Bektaşi şeyhi, hem geleneksel hem de karizmatik otoritenin sahibi sayılan padişah karşısında ikincil dereceye düşmüş bulunmaktadırlar. Tarikatler, padişahın "Allah'ın yeryüzündeki gölgesi" oluşunu tasdik ederlerken, padişah da tarikat ulularının "mana sultanları", yani karizmatik otorite oluşlarını onaylamaktadır. Böylece bir dünya-ukba hâkimiyeti ayrımı gerçekleşmiş bulunmaktadır. Ancak padişahın “karizmatik otorite” olarak onayladığı makam, kendi çağdaşı olan tasavvufî mercî değildir. Geleneksel otorite, ölmüş bulunan tasavvuf ulularını “karizmatik otorite” olarak onaylamaktadır. Padişahın çağdaşı olan şeyhler ise tarihteki “karizmatik otorite” nin temsilcisi konumundadırlar. Devlet; Hacı Bektaş Veli gibi, Mevlana Celaleddin Rumi gibi artık ölmüş bulunan şahıslara, resmî belgelerde oldukça abartılı hürmet cümleleri kullanırken bu şahısların takipçisi rolündeki şeyhlere sıradan insan muamelesi yapmaktadır. Hatta onların şeyhliklerinden daha çok, gelirleri bulunan bir vakfın mütevellîsi oluşlarıyla ilgilenmektedir. Çünkü “karizma” nın asıl sahibi artık tarihe mal olmuş bulunan bu pirler, mürşitlerdir. Bir toplumsal gerçeklik olarak, padişahtan bürokratlara kadar muhtelif devlet erkânının bu çağdaşları olan şeyhlere intisabı ise devletin tavrı olmayıp bir şahsi tavır olarak tezahür etmektedir. Aslında bunların -padişahtan bürokratlara ve sıradan insanlara kadar-, çağdaşı oldukları şeyhlere gösterdikleri tazim de çoğu kez, şeyhin, “ilk pir” ya da “kurucu” nun makamında oturuyor oluşuna inanılmasından dolayıdır.
1826'dan sonra "geleneksel otorite" nin, kendisini artık "karizmatik otorite" nin yani Hacı Bektaş Veli'nin temsilcisi oluşunu reddedişiyle, devlet dışına itilme sürecine girmiş bulunan Bektaşilik, 99 yıl sürecek olan bir var olma mücadelesi vermek zorunda kalmıştır. Geleneksel otoritenin temsilcisi Osmanoğlu, Bektaşiliğin karizmatik otoritesini kabul etmezken, Bektaşiler Osmanlıların geleneksel otoritesini kabul etmekte devamlılık göstermek zorunluluğundadırlar. Bu hiç değilse kâğıt üzerinde böyle olagelmiştir. Şair Hatifî, 19. yüzyılda, Hacı Bektaş Tekkesi’ndeki olumsuz olayları anlattığı destanında, bu olayların asıl müsebbibi olan –ki tekkeye Nakşibendi şeyhi tayin edip karışıklıklara sebebiyet vermiştir- devlete dua etmektedir.
Bâ emr-i âli-i meşihatpenah
Vali-i vilayet erişti nâgâh
Payidar eylesin Hazret-i Allah
Hanedan-ı pak-i âl-i Osman'ı [5]
Gerek Pirevi denilen yerde ve gerekse taşra tekkelerinde postnişinlik vazifesinde bulunan Bektaşi şeyhleri birer “karizmatik otorite”dirler. Bektaşiliğin Babagân koluna ait bir yazmada “dedebaba” yani mürşidin bizzat şahsının kutsal olduğu; çünkü Allah-Muhammed-Ali’den mürekkep olan vahdaniyetin onun şahsına intikal etmiş olduğuna inanıldığı kaydedilmektedir.[6] Onlara gösterilen saygı ve itaat, kutsal oluşundan ve “kutsal olan”la ilişkide olduklarına inanılmasından dolayıdır. Ama mürit ve muhiplerince birer “Tanrı dostu” kabul edilen bu şahıslar makamlarını devlete onaylatmayı, yani tıpkı bürokratlar gibi geleneksel otoritenin atamasını kabullenmiş görünmektedirler. Bu duruma yalnızca şeyhler değil, müritler de itiraz etmemektedirler.
Osmanlı Devleti, yürüttüğü ilişki çerçevesinde Bektaşiliğin merkezi olarak Hacı Bektaş karyesindeki (köyündeki) hankâhı, tarikatin şeyhi olarak da burada yerleşik (mukim) olan ve Hacı Bektaş Veli'nin soyundan gelen şahısları kabul etmektedir. Bektaşilik de Osmanlı Devleti'ndeki bütün tarikatler gibi vakıflar sayesinde yaşayan bir müessese olduğu için, devletin karşısındaki muhatap rolünü bu vakıflar üstlenmektedir. Çünkü devlet, bir tasavvufi ekol olan Bektaşiliğin mürşidinin kim olduğundan daha ziyade -bütün vakıflar gibi- bünyesinde iktisadi teşekküller barındıran Hacı Bektaş evkafının mütevvellilerinin kimlikleriyle ilgilenmektedir. Tarikat vakıflarında şeyhler aynı zamanda mütevelli oldukları için, devlet vakıf mütevellisiyle birlikte şeyhi de onaylamış olmaktadır.
1156/1743 yılında, Hacı Bektaş Veli seccadenişini olan Hacı Bektaş Veli soyundan Feyzullah Efendi [7], padişaha gönderdiği arzuhâlde mealen şunları söylemektedir:
“Osmanlı Devleti'nin sınırları içinde yer alarak nazargâh, tekke, hankâh ve zaviye gibi isimlendirilen müesseselerde bulunan ve Hacı Bektaş Veli Hazretlerinin yolunda yürüyen baba, dede, sultan, derviş gibi şahısların biri ölürse veya değiştirilmesi gerekirse ancak Hacı Bektaş Veli soyundan olan seccadenişînlerin arz ve tevcihleri doğrultusunda yapılması şart-ı vakıfa uygun düşmektedir. Kadıların, nüvvabın, mütevellilerin ve diğer arz sahiplerinin müracaatları sonucu bunlara nişan-ı hümayun verilmemelidir. Birkaç yıldır böyle hadiseler görülmekte, zaviyelerimizden bazıları ehliyetsiz insanların ellerinde mali kuvvetleri ve pazu kuvvetiyle geçmiş bulunmaktadır. Dervişlerimiz perişan olmuştur. Kandillerimiz sönmüş, ayinimiz icra olunamaz olmuştur." demektedir.[8]
Bu belge, devlet yetkilileri tarafından onaylanmıştır. Böylece Osmanlı Devleti'nin Bektaşi vakıfları, dolayısıyla da tekkeleri konusunda muhatap aldığı tek yetkili makam Hacı Bektaş Veli'nin soyundan gelen şahıslardır. Bu şahısların şeyh olmaları da devletin onayıyla olabilmektedir. 1177/1763 yılında vefat eden Şeyh Seyyid Bektaş Efendi'nin yerine Hacı Bektaş Veli hankâhı seccadenişini olan, Hacı Bektaş soyundan Abdullatif Efendi de benzer bir arzuhâlle devlete seslenmekte ve taşra tekkelerindeki şeyhlerin Hacı Bektaş evladının arz ve tevcihleri doğrultusunda tayin edilmesini istemektedir. Abdullatif Efendi "...144 ve 147 (1731 ve 1734) senelerinde virilen şurût mûcibince hazine-i âmire defterlerine şerh virilmek içün aklâma ilm ü haberleri ve şurûtıyle emr-i şerîf-i âli şan virüldigi hazine-i âmirede mahfuz baş muhasebe defterlerinde aziz müşarunileyhin (Hacı Bektaş Veli'nin) memalik-i mahrûse-i pâdişahîde tarikat-ı aliyyesine müntehî baba ve dede ve abdal ve derviş ve sultan namıyle elsine-i nasda mezkur olan (halk dilinde söylenen) tekâyâ ve zevâyâ ve nazargahları şart-ı vâkıf üzere zaviyedarlardan ve mütevellîlerden ve nazırlardan bir fevt (vefat etse) veya debdil lazım gelse aziz müşarünileyhin kendi asitane-i keramet-haviyelerinde bi'l-fiil seccadenişîn olanların arz ve icazetnameleriyle tevcih olunagelüb....."[9] diye kaleme aldığı arzuhâlde devlete, şeyh tayinleri konusundaki tek muhatabın kendisi olduğunu hatırlatmaktadır. Devletin cevabı ise yine olumludur.
Hacı Bektaş Veli postnişinlerinin devletle ısrarla yazışmaları sebepsiz değildir. Gerçekten de merkez Hacı Bektaş Veli hankâhı dışında Bektaşi kökenli yapılanmalar gözlemlenmektedir. Örneğin bunlardan biri Malatya, Gaziantep, Rumkale, Besni, Aydın, Halep civarlarındaki Çepni aşiretleri üzerinde etkili olan Dede Garkınzadelerdir. Dede Garkın evladının, Bektaşilerden ayrı olarak Anadolu’nun muhtelif yerlerinde zaviye açtıkları anlaşılmaktadır. Dede Garkınlar 1238’li yıllarda hiç değilse görünüşte Hacı Bektaş Veli hankâhıyla ilişki içindedirler. Şeyh Feyzullah Efendi 7 Rebiyülevvel 1238/1822 tarihli İcazetname’siyle bazı Dede Garkınzadelerin şeyhliğini onaylamaktadır. Belgede “Malatya tarafında Dede Garkınzadelerden Veliyüddin Halife Baba, Dede Garkın ecdad zaviyesi meşihati arzımız ile berat-ı padişahi mutasarrıf olup, Tarikat-ı Muhammed-i Aliye üzere Hz.Hünkar Hacı Bektaş Velî dergâhında erkân-ı izn-i icazet verildi.” denilmektedir. Yine 1238/1822 yıllarında Dede Garkın evladının kontrolündeki Çepni aşiretleri arasında zaman zaman baş gösteren anlaşmazlıklara Bektaşi Postnişini Feyzullah Çelebi tarafından çözüm bulunmuştur.[10]
Şeyhliği tasdik edilen Hacı Bektaş Veli soyundan gelen bu şahısların arzuhâllerini saraya sunanlar ise yeniçeri ağalarıdır. 1112 / 1700 yılında Hacı Bektaş Veli Dergâhı'nda seccadenişin olan Abdulkadir Çelebi vefat edince yerine, yine Hacı Bektaş Veli soyundan olan, dergâhının evkaf nazırı Elvan Çelebi geçmiştir.[11] “Ağa-i Yeniçeriyan-ı Dergâh-ı Âli'den İbrahim” imzasıyla onay için gönderilen belgede Elvan Çelebi'nin şeyhliğe (meşihata) uygun olduğu belirtildikten sonra "mûmaileyh kullarına meşîhat-ı mezbûr tevcih ve inayet buyurulmak ricasıyla" denilmektedir. 1235/ 1819 yılında da aynı şekilde Hacı Bektaş hankâhı şeyhi Feyzullah Efendi vefat edince yerine geçen oğlu Hamdullah Çelebi'nin tevcihleri yine yeniçeri ağası vasıtasıyla olmaktadır.[12]
Bektaşilik gibi Mevlevilikte de merkez dergâhdaki şeyhlik vazifesinde, hanedan-sülaleler bulunmaktadır. Hacı Bektaş karyesinde (köyünde) -sonra nahiye ve kaza olmuştur- nasıl ki Hacı Bektaş Veli soyundan çelebiler posta oturuyorsa, Konya Mevlevi Dergâhı postuna da Mevlana Celaleddin Rumi'nin soyundan olan çelebiler oturmaktadır. Her ikisinde de bu merkez tekkelerin şeyhliği çoğunlukla babadan oğula geçmekte, bazen de sülalenin en büyük erkek evladına verilmektedir. Tıpkı Bektaşi çelebileri gibi Mevlevi çelebilerini de devlet onaylamaktadır. [13]
Osmanlı Devleti, bünyesindeki dinî-sivil toplum örgütleri denilebilecek tarikatlere, bu meyanda Bektaşiliğe devlet çıkarları ve devletin ebedîliği zaviyesinden bakagelmektedir. Bütün bu yapıların devlet zaviyesinden tek amacı devletin devamlılığı, sultanın gücünün sürekliliği olmalıdır. Bu durum tarikatlerce kabullenildiği sürece hiç mesele olmamaktadır. Devlete itaat etmiş, kamu düzenini bozmayan hiçbir dinî-sivil yapıya ilişilmemektedir.
Tarikatler her türlü faaliyetlerinde devlet denetimine tabidirler, hatta şeyhülislamlık, şeyhlerin ölmeden dört halife bırakmasını şart koşmaktadır. Bu bir tür tarikatin mevcut şeyhin sağlığında dörde bölünerek devlet karşısında güç kaybetmesi anlamına gelmektedir.
[1] SDÜ İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
[2] Bektaşîlik, İBŞBAK, (Yazma eser) No. K.443, tarihsiz, v:32.
[3] Bektaşîlik, İBŞBAK, (Yazma eser) No. K.443, tarihsiz, v:31.
[4] Bektaşîlik (Yazma), İBŞBAK, nu:K443, s.29.
[5] Vasfi Mahir Kocatürk, Tekke Şiiri Antolojisi, Ankara, 1955, s. 501; Hatifî’nin Destan’ının konuyla ilgili olan ilk otuz kıtası ilgili bölümün arkasında verilmiştir. Konuyla ilgili dipnotlardaki kıta numaraları hem makale sonundaki metin hem de kitap için geçerlidir.
[6] Bektaşîlik (Yazma), İBŞBAK, No. K443,s.33.
[7] Söz konusu Şeyh Hacı Feyzullah Efendinin kabri İstanbul, Merdivenköy Şahkulu Dergâhı'nın hazîre kısmındadır ve son derece bakımlı olan mezar taşında şunlar yazılıdır:
Seyyid-i sâdâd Nesl-i Hacı Bektaş-ı Velî
Hayli demler seccade-nişîn oldu dergâhına
Gitdi dem evlâd-ı ceddî kurb-ı nur Hünkârına
Gülşen-i vahdetde bir bülbüldü amma bir zaman
İtibar etmez idi aslâ fenâ gülzârına
Hâdi-i ehl-i tarîkat rehnümâ-i sâlikîn
Mazhar olmuşdu rumuz-ı men aref esrârına
İrdi bir gün sem'ine savt-ı sadâ-i irciî
Urdu bir lebbeyk ol dem azm kıldı yârine
Söyledim tekbîr ile tarihin Afvî cevheri
Hacı Feyzullah Efendi virdi can dildârına (1175)
[8] B.O.A, Cevdet evkaf, No. 23695.
[9] B.O.A, Cevdet evkaf, No. 886.
[10] Mehmet Akkuş, “Dede Garkınzadeler”, Tasavvuf, Yıl: 1, S: 2, Aralık 1999, s. 21.
[11] B.O.A, İbnülemin Vakıf, No. 4053.
[12] B.O.A, hatt-ı hümayun, No. 34510.
[13] Tarikatçi Dede: Mevlevi tarikatine girmiş olanlara tarikat usül ve adabını öğretmekle vazifeli dedeye verilen addır. Buna ser-tarik de denir, Çelebi efendinin muavini sayılır. M. Zeki Pakalın, Tarih Deyimleri ve Terimleri sözlüğü, İstanbul, 1983.