Canfer BALÇIK
Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey’in dedesi, Ertuğrul Gazi’nin babası Süleyman Şah’ın Suriye-Halep Karakozak köyünde bulunan türbesinin yıkılarak nakledilmesi, sadece Şubat 2015’e değil, tarihimize birkaç yönden damga vuracak bir hadise olmuştur.
Kayı boyundan Kaya Alp’in oğlu Süleyman Şah yaklaşık elli bin kişiyle Türkistan’dan çıkarak 1214 yılında Erzincan, Diyarbakır, Mardin ve Urfa bölgesine yerleşmişti. 1227 yılında yanındaki birkaç beyle Halep’e doğru gitmeye karar vermiş, atıyla Fırat Nehri’ni geçerken iki muhafızla birlikte boğularak şehit olmuştu. Naaşları bulunarak Fırat Nehri’nin kıyısında yer alan Caber (Ca’ ber, Cabir, Ceber diye de anılır.) Kalesi’nin eteğine defnedilmişti.
Yavuz Sultan Selim tarafından fethedilen Caber Kalesi, I. Dünya Savaşı sonuna kadar Osmanlı mülkü olarak kalmıştır. 1886’ da II. Abdülhamit tarafından o günün koşullarına uygun düzenlenmesi yaptırılmıştır. Ancak I. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru İngilizlerin eline geçen bölge, daha sonra Fransız mandası olan Suriye’ ye ilhak edilmiştir.
1921 yılında Ankara hükûmetiyle Fransa arasında imzalanan Ankara Antlaşması uyarınca Caber Kalesi eteklerindeki türbe ve civarındaki on dönüme yakın arazi Türk toprağı olarak kabul edilmiştir. Bölgeye Türk bayrağı dikilmesi, bir askerî birlikle korunması esasa bağlanmıştır. 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması’nın 3. maddesinde yer alan “20 Ekim 1921 Antlaşması’nın 8. maddesiyle saptanmış olan sınır” Türkiye-Suriye sınırı olarak kabul edilip Süleyman Şah Türbesi ve etrafındaki arazinin Türk toprağı olduğu tekrar teyit edilmiştir. 1938 yılında günün koşullarına göre donanımlı bir karakol inşa edilerek Jandarma İhtiram Kıtası tarafından kullanılmaya başlamıştır. Sultan II. Abdülhamit’in yaptırdığı türbenin aşınması nedeniyle tarihî doku bozulmadan aynı bölgede yeni bir türbe yaptırılarak naaşlar buraya nakledilmiştir.
Suriye 1966 yılında Fırat Nehri üzerinde Tabka (Tebke) Barajı’nın inşasına başladı. Aynı tarihte Türkiye ‘ye Caber Kalesi’nin sular altında kalacağını, 1973 yılına kadar türbenin yerinin karşılıklı mutabakatla değiştirilmesi gerektiğini bildirdi. 1973 yılında da sınıra yaklaşık 30 km uzaklıkta bulunan, Fırat’ın kenarında yer alan Karakozak köyüne nakledildi.
Süleyman ŞAH Türbesi ile bulunduğu arazi Türkiye Cumhuriyeti’nin “eksklav” statüsündeki tek toprağıdır. “Eksklav”, bir ülkenin tamamen başka ülke topraklarıyla çevrilmiş, ana vatan ile bağlantısı olmayan toprağı” anlamına gelmektedir.
Süleyman Şah’ın; Alparslan’ın Anadolu’nun fethini tamamlamakla görevlendirilen komutanlarından Kutalmışoğlu Süleyman olduğu ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurucuları arasında yer aldığı iddiası da vardır.
Bu iddiaya göre, 5 Haziran 1086’da iktidar savaşına tutuştuğu Artuş ve Tutuş isimli Selçuklu beyleriyle giriştiği savaşta öldüğü ve cenaze namazının da kendisini yenen Tutuş Bey tarafından kıldırıldığı öne sürülmektedir.
Her iki iddiadan birinin doğru olması, orada büyük bir Türk atasının yattığı ve Suriye içerisinde bir Türk toprağının bulunduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Kaldı ki tarihî süreç içerisinde yapılan anlaşmalar ve yazışmalarda hep “Ertuğrul Gazi’nin babası Süleyman Şah” olarak yer almıştır.
Mevcut gelişmeler, Taraf gazetesinin 2014 yılında öne sürdüğü “Musul Konsolosluğundaki 49 rehinenin Süleyman Şah Türbesi’ndeki Türk askerlerinin çekilmesi karşılığında bırakıldığı” iddiasını destekler mahiyettedir.
“IŞİD ( DAİŞ = EL-DEVLETİ’L-İSLAMİYYE Fİ’L-IRAK VE’L-ŞAM = DAEŞ)’in başlangıçta Türkiye tarafından desteklendiği; zaman içerisindeki vahşet boyutuna varan uygulamalar karşısında IŞİD’e karşı bir tutum alındığı, gerçekte ise hâlâ Türkiye ile aralarında bir iletişim mekanizmasının bulunduğuna dair birçok emare ortaya konmuştur. 49 rehinenin serbest bırakılması, daha sonra Suriye sınırında rehin alınan bir astsubayın IŞİD tarafından salıverilmesi ve benzeri birçok olayı bu emareler arasında saymak mümkündür.
22 Şubat 2015’te Süleyman Şah Türbesi’nin ve orada bulunan saygı kıtasının nakledilmesini amaçlayan “Şah Fırat Operasyonu”nu birkaç yönden ele almak mümkündür. İktidar kanadı ile askerî kaynaklar “tahliyenin zorunlu olduğu, türbenin nakledildiği yerin daha büyük ve sınıra daha yakın olduğu”; muhalefet kanadı ile duyarlı birçok kesim ise “zafer olarak nitelendirilen bu harekâtın aslında bir hezimet, yapılanın ise ihanet olarak değerlendirilmesi gerektiği” görüşündeler. Durumu birkaç yönden değerlendirmek gerekir:
Askerî bakımdan değerlendirildiğinde;
20 Mart 2014 tarihinde IŞİD tehdidinden sonra karakolun takviye ve mevzilerin tahkim edilmesi çok doğru ve milletin yüreğini serinleten bir karardı. Zaman içerisinde gelişen olaylar ile siyasi iradenin tarih boyu tartışılacak karar ve uygulamaları sonucu gelinen noktayı “çok vahim” olarak değerlendirmek mümkündür. Gelinen aşamaya (operasyon öncesine) kadar TSK’nin değil, hükûmetin kararlarının uygulandığı stratejinin teraziye konulması gerekir. Sonuçta TSK, görüşlerini yazılı veya sözlü hükûmete sunar; hükûmet de kararını verir. TSK’nin hem uluslararası hukuk hem de anayasal olarak “vatan toprağı” sayılan bir bölgeyi terk etmesi ancak siyasi iradenin emriyle mümkündür. Yapılan açıklamalardan, operasyon öncesi durumun şöyle olduğu anlaşılmaktadır:
- Bölgedeki askerler uzun süredir rutin değişime tabi tutulamamıştır.
- İaşe ve barınma ile ilgili ihtiyaçlar zaman zaman İŞID veya PYD/YPG’nin destek, izin veya kolaylık sağlamasıyla mümkün olabilir hâle gelmiştir.
- İddia edildiği gibi İŞID ile Türkiye arasında daha önce sağlanan mutabakat veya gelişen IŞİD – PYD/YPG (yani PKK) çatışmasının doğurduğu riskli ortam yüzünden veyahut İŞID’in muhtemel saldırısından korunmak amacıyla geri çekilme zaruri hâle gelmiştir.
MHP’nin 2012 yılındaki Suriye tezkeresine evet oyu vermesini “AKP’ye payanda olundu.” diye yorumlayanlara atfen Genel Başkan Devlet Bahçeli’nin o tarihte yapmış olduğu açıklamayı hatırlatmakta fayda vardır:
“MHP, millî menfaatleri göz önüne alarak hareket eder. Hiçbir çevrenin tesiri altında kalmaz. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin elini güçlü kılmak için TSK’nin sınır ötesi müdahalesi için yetki verme taraftarıyız.”
MHP; gelinen aşamayı da göz önüne alarak ve gerektiğinde Suriye’nin kuzeyinde oluşabilecek PKK güdümünde defakto bir devlet oluşturulma ihtimaline karşı, hükûmete sınır ötesi harekât yetkisi verilmesine “Evet.” demiştir.
Askerî gereklilik bakımından “geri çekilme” ilk bakışta haklı görülebilir. Ancak milyonlarca Suriyeliye milyarlarca dolar para harcayarak barınma, iaşe vb. imkânlar sunan Türkiye, bu masrafın çok çok altında bir harcamayla sınır ötesi operasyon (hava indirme-uçarbirlik öncelikli) yapabilir ve bölgeyi geçici olarak genişletip tampon bir bölge ve ikmal için de bir koridor oluşturabilirdi. Suriye Devleti’nin yasal hükûmetini muhatap alarak IŞİD, PYD gibi terör örgütlerine de kudretini göstererek hiçbir çatışma olmadan, Suriye ile anlaşmak suretiyle bunun yapılması mümkün olabilirdi. Öngörü yoksulluğu ile zamanında, doğru ilişkiler geliştirememenin ve doğru kararlar verememenin sonucunda oluşan mevcut durumda elbette ki askerlerimizin saldırıya uğrayıp şehit olmalarına, “Vahabi” inancına mensup teröristlerce mevcut türbenin yıkılıp tahrip olmasına göz yummak mümkün değildi.
Ancak uygulamaya dökülen hareket tarzı oldukça yanlış ve önümüzdeki süreçte de ağır sonuçlara yol açabilecek bir hareket tarzı olmuştur. Bu yanlış kararın uygulanması esnasında, bir başçavuşumuzun, açıklandığı şekliyle “kazaen” şehit olması harekâtın başarısına gölge düşürmüştür. Süleyman Şah Türbesi ve etrafındaki arazinin askerî anlamdan ziyade stratejik düzeyde manevi bir önemi bulunmaktadır. O coğrafyada, derinlikte bir Türk toprağının bulunması ve Türk bayrağının dalgalanmasının ne denli önemli olduğunu “Osmanlı kılıcı”na keskin tarafından yapışanların çok iyi anlaması gerekirdi.
Olayı siyasi bakımdan ele aldığımızda karşımıza çok daha trajik bir tablo ortaya çıkmaktadır. Her yönüyle bir geri çekilme olan ve vatan topraklarının terk edilmesi anlamına gelen bir harekâta çok büyük değerler yükleyerek büyük bir zafer olarak addetmek, en azından büyük ve asil bir milletin tarihine ve o tarihi birlikte yazdığı ordusuna hakaret olsa gerektir. Türkiye’nin “var olma” savaşı verdiği bir ortamda gidilmekte olan 7 Haziran 2015 Genel Seçimine çok az bir zaman kala, Genelkurmay Karargâhındaki operasyon takibinin özellikle bazı medya organlarındaki sunuluş şekli, TSK’nin geleneksel siyasetüstü duruşuna büyük gölge düşürür bir mahiyettedir.
28 Şubat sürecindeki bazı yanlış uygulamaların istismar edilerek provokatif şekilde topluma aksettirilmesi, zaman içerisinde, ordu ile ilgili olumsuz bir algıya yol açmıştı. Bu algının yarattığı sonuçlar herkesin malumudur. O gün haksız olarak “dinsiz, halktan kopuk” olarak hakkında algı oluşturulmaya çalışılan TSK’nin; bugün de “İktidara payanda oluyor.” şeklinde bir suçlama ile karşılaşmasına yol açabilecek her türlü uygulama, beyan, tutum ve davranışlardan uzak durması, “devletin ve milletin bekası ile iç barış ortamının korunması bakımından” bir zaruret olarak karşımıza çıkmaktadır.
Operasyonun Suriyeli muhalifler için ABD ile “eğit-donat” mutabakatının sağlanmasından üç gün sonra yapılması da anlamlıdır. Operasyonun yapıldığı sürecin, birçok kesimden ve uluslararası çevrelerden ağır eleştiriler alan güvenlikle ilgili yasa tasarısının görüşülmesine denk gelmesini “gündemin saptırılması” olarak değerlendirenlere de hak vermemek elde değildir.
Operasyon öncesi ve sonrasında muhatap alınan kesimler göz önünde bulundurulduğun da çok daha vahim bir durumla karşılaşılmaktadır. Bunu daha iyi anlayabilmek için PKK’nın yapılanması olan YPG’nin sözde basın merkezi tarafından yapılan açıklamaya bakmak yeterlidir:
“Türk devletinin talebi ve koalisyon güçlerinin isteğini değerlendiren komutanlığımız, insani boyutları ön planda olan operasyonda bir sakınca görmemiş ve onay vermiştir. Komutanlığımız ile Türk devlet yetkilileri arasında yürütülen dört günlük tartışmaların ardından operasyon planlanması somutlaştırılmıştır. Bu çerçevede Türk ordusu, daha önce belirlenen yol hattı üzerinden güçlerimize ait araçlar eşliğinde ilerleyerek Süleyman Şah Türbesi’ne ulaşmıştır. Güçlerimizin aktif olarak katıldığı operasyon sağlıklı bir şekilde tamamlanmıştır.”
Arap medyası olayı genellikle “Türkiye IŞİD ile anlaşma yaptı.” diye yansıtırken PKK’ya yakın kaynaklar “PKK gerillaları Türk askerine izin verdi.” , “T.C. askerî bölgeye YPG kontrolünde ulaştı.”, “T.C.nin koruyamadığı bölgeyi kahraman gerillalar koruyor.” şeklinde yayın yapmaktadır. Ama bir başlık, bölgede ve özellikle güneydoğumuzda oluşabilecek vahim gelişmelerin emaresini sunmuştur:
“Bütün karakollarınız ve türbeleriniz önderimizin bayrağı altına girecek.”
Tanklarımızın YPG bez parçası ve bölücübaşının posterlerinin yakınından geçerek yine PKK’nın kontrolündeki bir bölgede konuşlanılması, sözde Kobani Kantonu lideri Enver Müslim’in operasyondan üç gün önce Ankara’da ağırlandığı iddiaları “trajik bir stratejik derinliğin uygulamaları ” olarak tarihe geçmeye mahkûmdur.
Konu uluslararası hukuk açısından ele alındığında, çok daha riskli bir durumla karşılaşmaktayız.
Tahrip edilip terk edilen topraklar ne kadar Türk toprağı ise türbenin nakledilmesi için el konulan topraklar da en azından mevcut durumda, Suriye toprağıdır. “Ben burayı riskli gördüm; onun için başka bir yeri gözüme kestirdim. Orayı işgal ediyorum.” deme hakkımız yoktur. Suriye ile resmen savaş hâlinde olmadığımıza göre; bu ülkenin onayı olmadan yapılan bu ve benzeri toprak ilhakları, geçici de olsa uluslararası hukuka aykırıdır. Uygun olan ise TBMM’den de alınan yetki çerçevesinde, IŞİD dâhil Türkiye’ye meydan okuyan tüm unsurlara yönelik sınır ötesi operasyonları tereddütsüz uygulamaktır.
Şüphesiz ki orada bulunan askerlerimizin can güvenliği her şeyden öncelikliydi. “Oradaki askerleri, türbeyi tahrip edip vatan toprağını terk ederek korumak” veya maliyeti yüksek ancak caydırıcı etkisi ve itibarı çok yüksek “Bölgeyi geçici olarak daha da genişleten bir operasyonla Türkiye’nin tarihine ve gücüne yaraşır bir sonuç elde etmek.” arasında karar vermek gerekiyordu. Verilen karar siyasi bir karardır. TSK’nin bu kararın alınmasındaki rolünü bilmiyoruz. Hükûmet mi böyle bir kararı dayattı, yoksa Genelkurmay mı önerdi? Ne şekilde olursa olsun, kararın tüm siyasi sorumluluğu hükûmete aittir. Ancak tarih önündeki manevi sorumluluktan herkes payını alacaktır.
Şah Fırat Operasyonunu doğurduğu sonuçlar itibarıyla ele aldığımızda; başta MHP olmak üzere muhalefetin gösterdiği tepkiler yerindedir.
Bu operasyonun kazandırdıkları ve kaybettirdiklerine baktığımızda;
- Oradaki askerlerimiz sağ salim nakledilmiştir.
- Süleyman Şah ve iki muhafızının naaşlarının bulunduğu sandukalar IŞİD’in eline düşmekten kurtarılmıştır.
- Sınıra çok yakın (yaklaşık 200 m) ve korunması daha kolay bir bölge ele geçirilmiş, böylece hem askerî riskler hem de maliyetler azaltılmıştır.
Ancak;
- Bir vatan toprağı terk edilmiştir.
- Manevi önemi büyük türbe ve eklentileri teröristlerin eline geçme korkusu ile tahrip edilmiştir.
- Terörist örgüt veya örgütler (IŞİD, PKK, PYD veya YPG) muhatap alınarak taviz verilmiştir.
- Operasyon öncesi ve sonrasında PKK ve Suriye’deki uzantıları ile iş birliği ve koordinasyon sağlanmıştır.
- Uluslararası hukuka uymayacak şekilde başka bir ülkeye ait bir toprak işgal edilerek ayrı bir “uluslararası sorun” yaratılmıştır.
- Manevi değer yargılarının algılanma şekli değiştirilmiştir.
- “Sıkıştığında terk etmekte, vermekte bir mahzur yoktur.” algısı oluşturulmuştur.
- Hiçbir ekonomik veya stratejik değeri olmayan Kardak Kayalıklarına “vatan toprağı olması nedeniyle” genel bir savaşı dahi göze alarak sahip çıkan büyük ve güçlü Türkiye; “toprağını, hakkını, hukukunu koruyamaz” bir konuma düşürülmüştür.
- Başta PKK olmak üzere terör örgütleri itibar kazanmış, “meşru, kurtarıcı, koruyucu, güçlü oldukları” algısına yol açılmıştır.
- Milletin “savunma, sonuna kadar direnme, savaşma, sahip çıkma, koruma” gibi refleksleri zayıflatılmıştır.
Fayda ve mahzurlarına baktığımızda, hangi hareket tarzının tercih edilmesi gerektiği milletimizin takdirindedir. 2002 yılından önce terörist örgütlerin simgelerini taşımak, teröristleri övmek, sloganlarını atmak suç sayılırken küçük bir kayalık adacık bile savaş nedeni kabul edilirken bugün ne hâlde olduğumuzu ve neden bu duruma geldiğimizi sabırla, bıkmadan ve korkmadan milletimize anlatmak zorundayız.
Süleyman Şah’ın ruhu asıl şimdi mi boğuldu?
Torunu Osman Gazi ve övündüğümüz Osmanlı sultanları sağ olsaydı aynı şeyleri mi yapardı, Türkiye’nin bu hâli ile gurur mu duyardı dersiniz?