YENİ MEDENİYET VE ANKARA

11 Ekim 2014 13:33
Okunma
4960
YENİ MEDENİYET VE ANKARA


 
İnsanlığın yaşamakta olduğu savaşların, yıkımların, sorunları çoğu Batı’nın kurduğu dünya düzeninden kaynaklanmaktadır. Bütün bu bunalımların çözümlenmesi için insanlığın özlemlerini karşılayan yeni bir dünya düzeninin kurulması gerekmektedir. Bu da ancak yeni bir medeniyetin inşa edilmesi ile mümkün olabilir. Çünkü hâkim dünya düzeni Batı medeniyetinin yeniden oluşturulması ile meydana gelmiştir. Batı medeniyetini üstün kılan ise yeni bir dünya görüşü ve müspet ilim olmuştur. Bunun için yeni medeniyette aynı temeller üzerine inşa edilmelidir. Kurulacak yeni bir dünyada, medeniyet, bilim ve teknoloji, belli zümrelerin ve toplulukların değil, bütün insanlığın refahının ve mutluluğunun gerçekleştirilmesinin vasıtası olmalı, tabiat kaynaklarından bütün milletler, adil ölçüler içinde yararlanmalıdır.
Yeni bir medeniyet, hem coğrafi konumu dolayısıyla hem de tarihî birikimi ve tecrübesiyle ancak Türkiye’de kurulabilir. Anadolu nice medeniyetlerin beşiğidir; Türk toplumu Orta Asya’ya kadar uzanan, binlerce yıllık geçmişi olan devlet geleneğine ve kültür mirasına sahiptir.
Türk milleti, Batı’ya karşı kendisinin ve ezilen milletlerin istiklal ve hürriyetlerini kazanmaları yönünde bayrak açmıştır. Onunla savaşmış, kazandığı zaferle Batı’nın maddi ve manevi baskısından kurtulmuş, aynı zamanda ezilen toplumlara önderlik etmiştir. Bunun için, yeni bir medeniyet kurmak bizim açımızdan tarihten gelen mücadelenin devamı olarak Batı’nın karşısında varlığımızı korumak meselesidir. Bu medeniyet, aynı zamanda bilim ve teknolojinin yarattığı kuvvet altında ezilen milletlerin de kurtuluşunu sağlayacaktır. Mücadele, coğrafi sınırlar içinde “Türk medeniyeti”, yeryüzünde ise ‘evrensel medeniyet” olarak insanlığın refahını ve mutluluğunu gerçekleştirmek amacına yönelik olacaktır. Yeni medeniyet bu değerler üzerinde yükselecek ve yeni dünya düzeninin kurulmasını sağlayacaktır.
Medeniyetlerin beşiği olan Anadolu, geçmişte olduğu gibi yeni medeniyete de ev sahipliği yapacak; merkezi Ankara olacaktır. Ankara, yeni medeniyetin merkezi olarak tarihinden aldığı ışık ile bir “medeniyet güneşi” gibi doğacaktır. Bunun için öncelikle mirasçısı olduğu gerçekçi, dinamik, özgürlükçü dünya görüşünün ortaya çıkartılması gerekir. Bütün Anadolu bu misyonu üstlenerek, insanlığın bugüne kadar aradığı “ütopya”yı gerçekleştirebilir. Bunun için ortaya çıkartılacak olan yeni dünya görüşünü öğrenmeleri, anlamaları, sahip çıkmaları ve akla dayanarak bilimin verileri ile hayata geçirmeleri gerekir. O zaman, maddi ve manevi bütünlüğü olan, aklı ve bilimi temel alan, özgürlüğün, yaratıcılığın önünü açan, insanlığa saygı duyan ve ona hizmeti amaç edinen “evrensel medeniyet”in yaratılmasını sağlamış olacaklardır. Ankara ile birlikte bütün Ankaralılar da insanlık tarihindeki özel yerlerini alacaklardır.
 
KAYIP MEDENİYET
Biz hiç yoktan yeni bir medeniyet yaratacak değiliz. Medeniyetin temelini oluşturacak olan, yani modernliğin kaynaklarını kendi tarihimizin içinden çıkartarak, aklın ve bilimin verileri ile yeniden işleyeceğiz.
Bunun için önce akıl ve bilim ile birlikte Kur’an’ın üzerini örten “koyu gelenek şalı”nı kaldırmamız, modernliğin kaynaklarını ortaya çıkartmamız gerekiyor.
İslam dünyasını akıl ve bilimden yoksun bırakarak “Dünya ilminde cahil ol.” ilkesini fazilet kılan, hayatı “bir lokma, bir hırka” felsefesine indirgeyen, Müslümanları zehirleyen, onca kanın, onca namusun onca alçalmanın vebalini üzerinde taşıyan “gelenek şalı”nı kaldırırsak görürüz ki Müslümanların sahip olduğu tamamen ayrı bir dünya görüşü daha vardır. Batı medeniyeti de bu görüşün kaynaklarından beslenerek oluşmuştur. Dolayısıyla, Batı medeniyeti insanlığın ortak malıdır ve bütün toplumların meydana getirdiği eserlerden oluşmuştur.
Medeniyetin zaman zaman başka coğrafyalarda gelişmesi, bütünü ile oranın insanlarına mal edilmesini gerektirmez. Bu gerçeklik Batı medeniyeti için de geçerlidir. Çünkü anılan medeniyetin kökleri Doğu’dadır. Birçok yönleriyle Doğu medeniyetleri, özellikle Türk medeniyeti Avrupa’yı Orta Çağ’ın karanlığından çıkartarak aydınlığa kavuşturmuştur.
 
BATI MEDENİYETİNİN TEMELLERİ
Türk medeniyetinin, Avrupa medeniyetine etkileri Hunlardan beri sürüp gelmiştir. Avrupalılar, Hunlardan ve Avarlardan öğrendikleri süvarilik, okçuluk, ordu düzeni, ceket, düğme, pantolon ve pulluk (1) gibi buluşlardan sonra, akılcı düşünceyi ve modern bilimi de yine Türklerden öğrenmişlerdir. Türklerin sahip olduğu dünya görüşünün bir neticesi olan modern bilim önce Türk dünyasında ortaya çıkmış ve sonradan Batı’ya geçmiştir.
 
MODERN BİLİMİN KAYNAĞI
İşte, Avrupa’nın sanayileşmesini sağlayan, Osmanlı Devleti’ni üç kıtaya hükmeder hâle getiren ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran bu gerçekçi dünya görüşünün tekrar ortaya çıkartılması ile aklın, bilimin ve modernliğin önü açılmış olacaktır. Ortaya çıkacak olan kaynakların işlenmesi ile her alanda değişim ve gelişim yaşanacak, yani evrensel medeniyetin inşası başlamış olacaktır.
Bunun için bu dünya görüşünün ve akla dayalı müspet bilimin kaynağına inerek ve tarihî gelişimini izleyerek etkileri ile birlikte ortaya çıkartmamız gerekiyor. Bu da ancak, bu gelişimin üzerindeki örtüleri kaldırarak yapılabilir. İslam’ın üzerini örten gelenek şalının yanı sıra, açık bıraktığı yerler, Batılı oryantalistler tarafından kapatılmıştır. Avrupa “Eski Yunan mucizesi” uydurmacası ile kendinde olmayan bir dünya görüşü ile müspet ilime sahip çıkarken, İslam dünyası da kendi içinde olan bu dünya görüşünü ve müspet ilimi dışlayarak tarihin karanlıklarına atmışlardır. Fakat bu yitik hazineler orada durmaktadırlar ve sadece üzerlerinin açılarak ortaya çıkartılmasını beklemektedirler.
 
MEDENİYETİN KÖKLERİ
Avrupa gerçeklerin üzerini “Eski Yunan mucizesi” denilen bir örtü ile kapatarak müspet ilimin, Batı kaynaklı olduğunu kanıtlamaya çalışmıştır. Bilimin temelinin Eski Yunan’da atıldığını, Rönesans ve Reform döneminden sonra geliştirilerek, 19. yüzyılda en yüksek seviyeye çıkartıldığını ve sanayii kurduğunu ilan etmiştir. Yani bilim, felsefe, siyaset ve sanat, birdenbire mucizevi olarak Eski Yunan’da ortaya çıkmıştır.
Eski Yunan’dan önceki; Sümer, Babil, Mısır, Hint, Çin ve Orta Asya medeniyetlerinin bilimsel etkinlikleri ise kısmi bir gelişmeyi ifade ediyorlardı. Daha sonra Orta Doğu ve Asya’da görülen İslami ve Türk kaynaklı bilimsel gelişmeler ise Eski Yunan’ın tekrarından başka bir şey değildi. Fakat üstü örtülen gerçekler bunun tersini söylüyordu. Her şeyden önce tarihte bir “Yunan milleti” yoktu ve 19. yüzyılda Avrupalılar tarafından yaratılan bir toplumdu (2). Eski Yunan’ın varlığı ve bugünkü ile bağlantısı da şüpheli idi. Onlara mal edilen bilimsel atılım ise Sümer, Babil, Mısır, Hint, Çin, Orta Asya, İç ve Batı Anadolu bölgelerinde gelişen bilimlerin bir uzantısı idi. Bu medeniyetlerin birbirlerinden etkilenerek gelişen ürünlerinden kotarılan bir sentezdi.
 
BİLİMİN YAYILMASI
Medeniyetler aniden bir mucize ile oluşamayacak kadar derin köklere sahiptir. Çok çeşitli kaynaktan beslenir zengin bir yapı oluşturur. Kökleri geniş coğrafyalara kadar uzanır. Medeniyet, genel olarak yaşamak için meydana getirilen maddi ve manevi değerlerin, insanları mutluluğa götürecek fikirlerin uygulaması ile ortaya çıkar. Toplumların dünya görüşüne, hayat felsefesine uygun bilimsel atılımları gerekli kılar. İlerleme dönemleri çoğunlukla askerî ve siyasi mücadelelerin arkasından ortaya çıkarak medeniyetin gelişimini sağlar.
Batı medeniyeti de böyle bir gelişimin sonunda ortaya çıkmıştır. Bilimin evrenselleşerek Batı’ya ulaşma serüveni 8. yüzyılda başlamıştır. Abbasi Halifesi El-Me’mun’un (786-833) Bağdat’ta kurduğu, Bilgelik Evi ile bilimsel faaliyetler başlamıştır. Me’mun’un annesi Türk’tü, kendisini dayısı yetiştirmişti. Horasan valiliği yaptığı için, Türklerin dünya görüşüne ve gerçekçi hayat felsefesine sahipti. Abbasi hanedanlığı sırasında Türkler idarede etkinlerdi. Mutezile mezhebinin, akla dayalı bilimci Müslümanlık öğretisi devletin resmî görüşü olmuştu. İşte bu sürede Batı’ya ve sonra da Doğu’ya yönelen Arap-İslam imparatorluğu, Sümer, Asur, Babil, Hint, Mısır, Grek ve Roma medeniyetlerinin kültürel birikimini özümseyerek bilimi önemli ölçüde dünyalılaştırdı. Fakat Eş’ariliğin (3) ortaya çıkmasından sonra Arap coğrafyasında akıl ve bilim faaliyetleri durdu. Araplar hamle gücünü yitirdi.
 
MODERN BİLİMİN ÖNCÜLERİ
Bu sırada bilim ve medeniyet merkezi Orta Asya’ya kaymıştı. Ta¬rihin akışını değiştiren modern bilim anlayışı da Asya’da, Türk dün¬yasında doğmuş ve gelişmiştir. Türk bilim adamları akıl, gözlem ve deneye dayanan modern bilimin metodolojisini oluşturmuş ve ileri bir düzeye ulaştırmışlardır.
Bunda Kur’an’ın akla ve bilime değer vermesi önemli rol oynamıştır. Türkler bilim ve medeniyet dünyasına modern bilimi öğretmekle kalmamış, Orta Asya ve Çin buluşlarını da özümseyerek yüksek düzeyde bir sentez yaratmışlardır. Bilimin Çin’den Atlantik kıyılarına kadar yayılmasını sağlamışlardır. Akılcı ve bilimci İslam anlayışının oluşumunu sağlayan Türk bilim adamları; Ebu Hanife, Maturidi, Nesefi, Harezmi, Abdülhamit İbn-i Türk, Farabi, Fergani, Biruni, İbni Sina, Yusuf Has Hacip, Uluğbey ve Ali Kuşçu gibi inançlı kişilerdi. Günümüzde İslam dünyasının bilim ve düşünce hayatındaki yeri konuşulduğunda sahip çıkılan Batı’nın değişimini, gelişimini ve modern medeniyetinin oluşumunu sağlayan bütün eserler bu Türk bilim adamlarının ürünüdür.
Türk bilim adamları, Allah’ın insanlara doğru yolu göstermesi ve düşünmesi için aklı ve hür iradeyi verdiğini söyleyen, modern bilimi esas alan bilginlerdir. Maturidi (848-944), bu bilginlerin kelam (itikat) alanında ki temsilcisidir. O, İslam’ın akıl ve bilime dayanan bir din olduğunu ortaya koymuştur. Türklerin İslam bayraktarlığını almasının en önemli sebebi budur. Türkler arasındaki bilimsel gelişmelerin sebebi de budur. Bu nedenle Maturidi’nin bilimsel medodu yalnız çağının değil, günümüzün de ilerisinde olan bir metottur. Fakat ne yazık ki Batı’yı aydınlatan bu bilimsel metot hiçbir zaman Anadolu’ya ulaşamamıştır. Başta Maturidi olmak üzere diğer Türk bilginlerinin zihniyeti ve eserleri bu coğrafyaya gelmemiştir. Akıl ve bilim düşmanı olan iktidarlar, ırkçılar, mezhepçiler, tasavvufçular tarafından üzeri örtülerek tarihin karanlığına gömülmüştür.
 
İSLAM’DA AKLIN VE BİLİMİN ÇÖKÜŞÜ
Nizamiye Medresesi’nde Müslümanlara “öte dünyacı” bir din anlayışı verilirken, aklı ve bilimi esas alan dersler önemsenmemiştir. Medresenin kurucusu olan Nizamü’l-Mülk (1018-1092), akılcı vezir Muhammed El-Kunduri (1024-1064)’yi Sultan Alp Arslan’a öldürttükten sonra onun yerine vezir olmuştur. Arkasından da Hanefilik ve Maturidiliği olduğu kadar, onların akla ve bilime dayanan din anlayışını da yok etmeye girişmiştir. Bu amaçla Nizamiye Medresesi’ni kurmuştur. Medresenin başına atadığı Gazali (1058-1111)’ye devlet ideolojisi olarak Şafi fıkhı, Eş’ari akaidi ile tasavvufu (Hermesciliği) (4) birleştirme görevini vermiştir.
Gazali, Eş’ariliği güçlendirerek o güne kadar kabul edilmeyen tasavvufu Sünni anlayışın içine yerleştirmiştir.
Muhammed Abid el-Cabirî, (5) tasavvufa “Sünni” meşruluk kazandırma sürecini daha önce Kelabazi ve Serrac’ın başlattıklarını Ebu Kasım el-Kuşeyri’nin er-Risale’si ile son rötuşlarının yapıldığını ve Sufi irfancılığının Sünnileştirme meselesinin bittiğini söylüyor. Onun hemen ardından Gazali daha da ileri giderek İhya’da yaptığı gibi sırf “muamele ilmi”yle kalmamış ve hepsi de “ehli olmayandan sakınılması gereken” kaydını taşıyan birçok eserinde “mükâşefe-ilahî sır ilmi”ne dalmıştır. El-Cabiri, Gazali’nin “tasavvuf anlayışında” Hermetik din felsefesinin ana tezlerinin tamamını temel aldığını yazıyor. Böylece Gazali’nin felsefe, siyaset alanında önderlik ettiği akıl, bilim düşmanı ve tamamen öbür dünya ya yönelik bir din anlayışı meşrulaştırılarak yayılmıştır. Gazali, Batı’yı aydınlatan Farabi ve İbni Sina’yı “kâfir” ilan etmiş, Orta Asya’daki akılcı, bilimci ve dünyevi din anlayışının önüne de set çekmiştir. Gazali anlayışı ile Müslümanlar mutluluğu artık ölüm sonrasında aramaya başlamışlardır.
Müslümanlar artık bu dünyayı sadece geçiş dönemi saydığı için daha çok metafizik âleme bağlanıyor, maddi yaşama önem vermiyor, ihtiyaçlarını bir lokma bir hırkaya indiriyor, çevreyi değil, ahireti anlatan bilgiyle ilgileniyor ve sonsuz kurtuluşu ibadete arıyordu. Biruni kronolojisi için bir önsöz yazan Dr. Edward Sachaus, Gazali’nin öğretisini sert bir dille tenkit ediyor: “Dördüncü asır, Müslümanlığın fikir tarihinde bir dönüm devridir; 500 tarihlerinde Ortodoks (ehlisünnet) imanının yerleşmesi müstakil ilmî araştırmaların yolunu ebediyen kapamıştır; Eş’ari ve Gazali olmasaydı Araplar Galilelerin, Keplerlerin, Newtonların milleti olacaklardı.” Müslümanları akıl ve bilimden yoksun bırakan; gizemci, kaderci, statik din anlayışını devlet ideolojisi yapan Nizamü’l-Mülk bir Farslı olarak sadece görevini yerine getirmiştir. Hem İslamiyet’e karşı hem de Türklere karşı batıl Fars siyasetinin zaferini sağlamıştır.
 
İSLAM DEVLETLERİNİ YIKAN, DİNİ SİYASALLAŞTIRAN DÜŞÜNCE
Akla, bilime ve bu dünyaya sırtını dönen Gazali’nin tasavvuf öğretisi ile kaderci Eş’ari akaidi bütünleşerek İslam devletlerinde “resmî dinî ideoloji” olarak benimsenir. Bu da Selçuklu gibi, o devletlerin de sonunu getirir(6). Aynı son bu dinî ideolojiyi benimseyecek olan Osmanlı Devleti’ni de bekliyordu. Anadolu’da kurulan Türk devletleri ve medeniyeti gibi Osmanlı Devleti’nde Türklerin dünya görüşü esas alınarak akıl ve bilgi temelleri üzerine kurulmuştur. Maturidi’nin itikat anlayışı esas alınmıştır. Fakat bilimin koruyucusu olan Fatih Sultan Mehmet’in çocukluğu sırasında bu anlayış değişmeye başlamıştı. Gazali’nin öğretisi 1444 yılında Osmanlı Devleti’nin eğitim ve kültür sistemine yerleştirildi.  12 yaşındaki padişah (Fatih) 2. Mehmet’i ikna eden ve bunu uygulatan 33 yaşındaki hocası, Hocazade lakaplı Mustafa Musluhiddin Bursavi idi. Böylece Gazali ile Bizans’ın Hermesciliği buluşmuş oldu. Çünkü Bizans, Mısır’dan sonra Hermesciliğin ikinci yurdu idi. Bizanslıların öte dünyacı din anlayışını Hermescilik oluşturuyordu. Hermescilik, âlim ve avam seviyesindeki bütün Bizanslıların ortak diniydi. Üzeri Hristiyanlık ile cilalanmıştı.
 
ÖTE DÜNYACI BİZANS
Bütün Bizans’ta ruhi gerçek ve sır kavramları ortak olarak benimsenmiştir. Eğitim görmüş olanları bunu Yunan düşünürlerinin mistik felsefelerini okuyarak, eğitilmemiş olanlarıysa çok renkli sanat ve efsaneleri takip ederek somutlaştırmışlardır. Ancak sanatın sembolizmi ile düşüncenin temelleri, kilisenin dogma ve törenlerinde ortaklaştırıldığından, bu ikisinin görüşleri de hiçbir zaman birbirleriyle sürtüşmeye girmemiştir. Böylelikle de Bizans halkı imparatorluğu etkileyen politik olaylar ve dünyevi meselelerle ilgilenmemiş, bütün ilgisini kilisenin çalışmalarını ve dinî tartışmalarını takip etmeye yöneltmiştir.
Bizanslılar için “din bilimi”nden başka bilim yoktu! Onların inancına göre, bu dünyayı idare eden, yönlendiren sebepler ne akıl ne siyaset ne savaş ve ne de ekonomi idi. Asıl olan, dinin sırları ile öte dünyadaki yaşam idi. Bunun için insan aklının ermediği, bilmediği bu sırlara sahip olan din adamları olağanüstü ilgi ve saygı görüyorlardı. Onları kurtuluşa erdirecek bilgiye ancak din adamlarının aracılığı ile ulaşabiliyorlardı(7). Kilise bin yıllık öğretisinin sonunda, Bizans’ı “öte dünyacı” ruhların yaşadığı kutsal kente (!) dönüştürerek bu dünya ile bütün bağlarını koparttı. Hermesciliğin ruhaniyetinde eriyen Bizanslılar, dinin sırlarını öğrenerek, öte dünyada sonsuz hayata kavuşmak için yaşamaya çalışırken yok olup gideceklerdi.
 
BİLİM VE ÖTE DÜNYACILIK
Türkler akıl, bilim ve teknoloji ile Bizans kapılarına dayandıklarında, onlar azizlerinden kendilerini kurtarmasını bekliyorlardı. Şehir alındıktan sonra bile hâlâ “öte dünyacı”lıktan medet umuyorlardı. Ayasofya Kilisesi’ne sığınan halk “öte dünya”dan gelecek bir meleğin kılıcı ile Türkleri kovacağına ve onları kurtaracağına inanıyordu. İşte Türkleri bekleyen ölümcül tehlike de bu “öte dünyacı” düşünce idi.
Bizans gibi Hristiyan Avrupalılar da mutluluğu ölüm sonrasında bulacaklarına inanıyor, yaşantılarını bir lokma, bir hırka ile sürdürmeye çalışıyorlardı. İtalyan düşünür Machiavelli (1469-1527) bu öte dünyacı anlayışın Avrupalıları Osmanlıların karşısında bozguna uğrattığını söylüyor:
- Hristiyanlık kişileri pısırıklaştırıyor, alıklaştırıyor. Yazgıcı, bir lokma bir hırkacı (8) yapıyor, bu nedenle Osmanlılardan tokat üstüne tokat yiyoruz. Dinimiz, eylem adamlarından çok kendilerini içi dünyalarına adamış alçak gönüllü kişileri yüceltir, mutluluğu alçak gönüllülükte, sadelikte, insani şeylerin küçümsenmesinde görür.
Ne var ki İstanbul’un fethinden sonra Osmanlıların “dünyevi” anlayışını örnek alan Avrupalıların “öte dünyacı” görüşleri yavaş yavaş değişmeye başlar. Bu sırada Farabi’nin, Biruni’nin, İbn Sina’nın, İbni Rüşt vb.nin eserlerini okuyarak öte dünyadan bu dünyaya yönelirler ve onların modern bilim anlayışını benimserler. Böylece elde ettikleri teknoloji ile sanayilerini kurarlar. Sanayi ve ticareti birleştirerek yeni kaynaklar ve pazarlar bulurlar, her şeyi yağma ve talan ederek bir sömürge düzeni oluştururlar. Asya’nın, Afrika’nın ve Amerika’nın zenginliklerini Avrupa’ya aktararak buranın imar ve refahını sağlarlar. Bunun neticesinde de dünya ekonomisine hâkim olurlar. 
Görülüyor ki Batı medeniyeti Avrupa’da kendiliğinden ve birden bire doğmuş değildir. Esas olarak Hunlardan beri Asya-Türk medeniyetinden alınan (dünyevi) bilgiler üzerine kurulmuştur, dolayısıyla Asya-Türk medeniyetinin bir devamı niteliğindedir.
 
GÜÇLÜ TOPLUMDAN GÜÇSÜZ TOPLUMA
Osmanlı Devleti de, Asya-Türk devlet anlayışı esas alınarak dünyevi temeller üzerine kurulmuştur. Devlete hâkim olan dünya görüşü ve bilim anlayışı üstün gücünün oluşmasını ve gelişmesini sağlamıştır. Bu sayede topraklarını genişleterek üç kıtaya hükmetmiştir (9). Ancak bu sırada içeriden de yavaş yavaş “dünyevi” niteliğini yitirmeye başlamıştır.
Türkler, akıl, bilim ve teknoloji sayesinde Bizans’ı almışlardı. Ama Bizans Hermesciliğinin de kucağına düşmüşlerdi. Fethedilen Bizans şimdi fatihlerini fethedecekti. Medreselerdeki bilim ile birlikte tekke ve zaviyelerde Osmanlı Devleti’nin eğitim ve kültür sistemine yerleştirilen tasavvuf anlayışı, İslamlaştırılmış Hermesci ve benzeri öğretilere dayanıyordu. Bizans Hermesciliği ile birleşerek Türkleri yavaş yavaş bu dünyadan koparacaktı.
 
MÜSLÜMANLARI BU DÜNYADAN KOPARTAN DÜŞÜNCE
Tasavvuf örtüsü altındaki Hermescilik sonradan Muhiddin Arabi, Mevlana ve benzerleri ile çeşitlenerek büsbütün kuvvet kazandı. Osmanlı coğrafyasına hâkim olarak Müslümanları metafizik bir dünyada yaşamaya mahkûm etti. Türklerin fizikî dünyadan kopartılarak nasıl metafizik dünyaya göç ettirildiğini, dinî-tasavvufi metinlerle çözümleyen Prof. Sabri Ülgener “İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası” adlı eserinde teferruatı ile anlatıyor:
-Din ve tasavvuf ahlakı, yaşayan hayatın mevcut kıymet ideallerine hâkim oldukça yaşamın bütün dünyevi değerlerini asıllarından çözerek büsbütün ayrı bir mana ve anlam kalıbına dökmüştür. Dini yaşamı, dünya işlerinden vazgeçip yalnız ibadet etmekle sınırlamıştır. Netice de hangi yönden bakılsa kökleri gerçek hayatın derinliğinde saklı olan kıymet ve ideallerin yerini bu dünya ötesine çevrili kıymetlere bıraktıkları görülmektedir.
 
BİR LOKMA BİR HIRKA
1548 yılında Kanuni döneminde akıl ve bilim medreselerden atılır, devletin yapısı dinamik Maturidi anlayışından statik Eş’ari (10) anlayışına kayar. Böylece Osmanlı kendi kaderini kendi eliyle yazar. Osmanlı Devleti’nin eğitim ve kültür programlarında akıl ve bilim önemini yitirir, Müslüman’ın mutluluğu ölüm sonrasında araması görüşüne yer verilir. Sanat ve edebiyatta işlenen ilahî ve değerli aşk fikri, insanın çevreyi görmesini, araştırmasını engeller. İslamiyet’in ölüm sonrası kadar bu dünyada da güzel yaşamayı öngören kuralları kapsamasına rağmen eğitimde daha çok ahirete ait bilgi verilmekle yetinilmiş, gözlem ve deney yöntemlerine dayanan modern bilim anlayışına sırt çevrilmiştir.
Avrupa’nın Orta Çağ’da sahip olduğu “öte dünyacı” görüş İslamlaştırılarak Osmanlı toplumuna benimsetilmiştir. Müslümanlar, -Hıristiyanlar gibi- mutluluğu ölüm sonrasında aradığı, bu dünyayı sadece geçiş dönemi saydıkları için, daha çok metafizik âleme bağlanıyorlar, maddi yaşantıya önem vermiyorlar, ihtiyaçlarını “bir lokma bir hırkaya” indiriyorlar, çevreyi değil, ahireti anlatan bilgiye bağlanıyorlar ve sonsuz huzuru ibadette arıyorlardı.
 
BİZANS’IN İZİNDE
Sonunda Osmanlı Devleti de “öte dünyacı” yapılarak aynen Bizans gibi kendi sonunu hazırlamıştı. Böylece, aklı temel alan modern bilimi ve dünyevi yaşamı benimseyen Avrupalılar, teknolojiden elde ettikleri güçle tepelerine binince kaçınılmaz son gelmiş, Osmanlı Devleti çökmüştü. Fakat aslında çöken Bizans’tı. Türklerin teknoloji gücü karşısında çöken Bizans, şimdi İstanbul olarak yine teknolojik gücün karşısında çöküyordu.
 
ANADOLU’NUN DİRİLİŞİ
Ne var ki Türklerin sahip olduğu dünya görüşü ve değerleri henüz çökmemişti. Türk milletini yeniden diriltip hayata döndürmek, vatanını kurtarmak ve yeni bir devlet kurmak için Anadolu’da ortaya çıkmıştı. Böylece, İstanbul’da egemen olan “Bizans ruhu”nun Anadolu’yu fazla etkilemediği, dünyevi değerlerin hâlâ yaşadığı anlaşılmıştı. Bu dünyanın da vazgeçilmezliğini, yaşanan vatanın kutsallığını ve her şeyden önemli olduğunu; onun için ölüneceğini dost-düşman herkese göstermişti.
Anadolu’nun ruhuna sinmiş olan bu dünya görüşü, vatanın kurtulmasını, bağımsızlığın kazanılmasını sağladıktan sonra kaybettiği dünyevi değerleri elde etmek için yeni bir medeniyet kurmaya girişmişti.  Bunun için kendi kurtuluşunu sağlayan Anadolu, kendi medeniyetini de kuracaktı. Çünkü Osmanlı Devleti’nin temellerini atan değerler hâlâ varlığını koruyordu. Fatih, Yavuz ve Kanuni gibi büyük padişahların yetiştiği ve valilik yaptığı bu topraklar, Osmanlıyı Osmanlı yapan; dünyevi, akılcı ve yaratıcı özelliğini hâlâ saklı tutuyordu. Bunlar yeni medeniyetin kuruluşu ile birlikte ortaya çıkacaktı. Anadolu bu sefer devletin merkezi hâline gelecek ve güçlü bir yapıya kavuşacaktı. Anadolu bozkırlarında, yeni Türk devletinin sağlam temeller üzerine oturmasını sağlayacak, başta mazlum milletler olmak üzere, bütün insanlığa ışık tutacak evrensel bir medeniyet kurulacaktı. Bunun için önce Türkler kendi dünya görüşüne, aklına, benliğine ve kimliğine kavuşturuldu. Akılcı-bilimci İslam anlayışının yerleşmesi ve bilimsel zihniyetin benimsenmesi için “öz” kaynağa dönüldü.
 
BİZANS RUHU ANKARA’DA
Türkiye Cumhuriyeti yine aynı dünya görüşü ve müspet ilim esas alınarak kurulmuştur. Aynı zamanda yeni modern bir medeniyetin de temelleri atılmıştır. Fakat Atatürk’ün ölümünden sonra inşa edilmekte olan yeni medeniyetin temelleri yıkılmaya başlamıştı. “Bizans ruhu” yeni başkent Ankara’nın semalarında görünmüştü. Bu ruh hem din hem de kültür alanlarında ortaya çıkmıştı. 1941 yılında Türk toplumunu medenileştirmek (!) amacıyla bir “kültür devrimi” yapıldı. Eski Yunan-Helen klasiklerini çevirerek Türk kültürü, Yunan/Latin tabanına oturtulmaya çalışıldı. Temel alınan hümanizm” düşüncesi ile de Hermes felsefesi yaygınlaştırıldı.  Gazali’nin ve diğer tasavvufçuların öğretileri ise ABD’nin istekleri doğrultusunda 1945 yıllarında ABD, Sovyet yayılmasına karşı toplumların “dine sarılması” politikasını benimsedi. Türkiye’de Sovyetlerin tanrıtanımazlığının Türkiye’de yayılmasını engellemek amacıyla Müslümanların din duygularını arttırmak için okullara din dersleri koydu. Fakat akılcı-bilimci İslam anlayışının yerine Gazali’nin ve benzerlerinin “öte dünyacı” din anlayışını yerleştirdiler. Din eğitimi Eş’ari-Gazali (11) anlayışına göre temellendirilerek; kaderci, statik-nakilci-tasavvufçu ekol yeniden hâkim kılındı. Topluma akıl, bilim karşıtı statik, kaderci ve sufi Müslümanlık aşılandı. Yeni devlette Osmanlı da olduğu gibi yine Bizans-Gazali anlayışına teslim edildi.
 
BİZANS KÜLTÜRÜ
Böylece Türk toplumunu Hermesciliğin maddi ve manevi öğretileri ile kıskaca aldılar. Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerine yerleştirilmiş olan “bilimsel zihniyet”i ortadan kaldırdılar. Türkleri kendi aklına, kimliğine, felsefesine ve dünya görüşüne yabancı kıldılar. Akılcı, bilimci İslam anlayışını ortadan kaldırdılar. Böylece Cumhuriyet tarihinde büyük bir makas değiştirme olayı yaşandı. İstanbul hâkimi Bizans ruhu ve hümanist ruh Ankara’ya da hâkim kılındı. Yıkıcı faaliyetine başlayarak devleti içeriden çürütmeye başladı. Bu anlayış İstanbul merkezli din, kültür, sanat, siyaset ve düşünce yolları ile hâlâ yıkıcılığına devam etmektedir.
 
BİZANS GİBİ
Çünkü Eski Bizans’ta olduğu gibi bugünkü İstanbul’da da ruhi gerçek ve sır kavramları ortak inanç olarak benimsenmiştir. Aydını, siyasetçisi, sanatçısı bunu mistik felsefeleri okuyarak, halk ise, çok renkli sanat ve efsaneleri takip ederek somutlaştırmışlardır. Âlim ve avam seviyesindeki sanatın sembolizmi ile düşüncenin temelleri; eğitim kurumlarının siyasi ve dinî tarikatların doğma ve mistik öğretilerinde ortaklaştırıldığından, bu ikisinin görüşleri uyumluluk içinde sürüp gitmektedir. Bunun için, o kadar üniversiteye rağmen “bilimsel zihniyet”ten yoksun olan İstanbul hâlâ “Bizans Hermesciliği”nin egemenliği altında yaşamaktadır. Aklın ve bilimin değil, hümanist-mistik zihniyetin (12) öğretilerini, dünya görüşünü Türkiyelileştirmeye çalışmaktadır.
Onun için görünürdeki bir sürü aldatıcı değişmelere, gelişmelere rağmen toplumun yapısı ve mahiyeti yine eskisi gibi aynı kalmıştır.  Toplum kendi isteklerine ve ihtiyaçlarına göre akıl yürütmek, bilgi üretmek ve teknikler meydana getirmek acizliğinden kendini kurtaramamıştır.
 
İSLAM BİLİMLERİ MÜZESİ
Her şey bir yana, bu gerçekliğin en somut örneği İstanbul’da açılan “İslam Bilimleri Müzesi”ne gösterilen ilgisizliktir. Müzeyi halktan ve başka kesimlerden hiç kimse ziyaret etmezken, türbeler, dolup taşmaktadır. Aydın kesim ise bu müzeden habersiz olduğu gibi; müzedeki akıl, bilim ve teknoloji üreten zihniyetin zerresine bile sahip değildir. İşte, İstanbul’un göbeğinde yalnız ve sahipsiz bırakılan “İslam Bilimleri Müzesi” gerçekte Cumhuriyet’le birlikte Ankara’da açılmıştır. Bozkırın ortasında “bilimsel zihniyetin” oluşumunu sağlayarak Anadolu’da bilimin yeşermesine çalışılmıştır. Bütün Anadolu’nun akıl, bilim ve teknoloji yolu ile yükselip kalkınmasını ve “çağdaş medeniyet seviyesinin üzerine” çıkmasını ideal edinmiştir. Yeni devletin bütün kurum ve kuruluşlarını bu amaca uygun yapılandırmıştır. Böylece yeni bir medeniyetin temelleri atılmıştır.
 
BİLİMSEL ZİHNİYET 
İşte, bu temeller “İslam Bilimleri Müzesi”nin ortaya çıkarttığı “bilimsel zihniyet”in ta kendisidir. Aynı zamanda Batı’nın modern medeniyetinin kurulmasını sağlayan zihniyetin de bizzat kendisidir. Ankara’da bu zihniyetin kabul görmesi ve yaygınlaştırılması için gerekli ortam hazırlanmıştır. 1938 yılından sonra bu ortam bozulmuşsa da hâlâ bilimsellikten kopmamıştır. Ankara üniversiteleri Cumhuriyet’in akılcı bilimci eğitim anlayışını sürdürmüşlerdir.
“Maddi ve manevi hayat içinde en hakiki mürşit olarak bilimi” öngörmüşlerdir. Şimdi o bilimin mürşitleri gelmiştir ve yeni medeniyetin kuruluşu kaldığı yerden inşa edilmeye devam edecektir. Bu da “İslam Bilimleri Müzesi”ndeki zihniyetin Ankara’da meydana çıkartılması ve yaygınlaştırılması ile gerçekleştirilecektir. Müzenin açılış amacı da budur. Fakat bilimin toplumu değiştirmesini sağlayacak dünya görüşü İstanbul’da değil Ankara’da bulunmaktadır. Bütün Anadolu’da bundan etkilenmeyi beklemektedir. İslam Bilimleri Müzesi’nin kurucusu bilim tarihçisi Prof. Dr. Fuat Sezgin (13)’de bunu amaçlamıştır.
 
İSLAM BİLİM ADAMLARININ DÖNÜŞÜ
Günümüzün en büyük bilim tarihçilerinden biri olan Prof. Dr. Fuat Sezgin (1924...) 61 yıllık çalışmalarının sonunda artık hiç itiraz edilemez bir biçimde Türklere ve bütün Müslümanlara; aklın, bilimin, teknolojinin, yeni modern bilimin ve bu dünyanın kapılarını sonuna kadar açmıştır. Fuat Sezgin 1960 yılında Arapça olarak yazmaya başladığı “Bilim Tarihi”nin on iki cildini bitirmiş ve İslamiyet’in akılcı-bilimci gerçek kimliğini ortaya çıkartmıştır. Bu çalışma, Müslümanları; akıldan, bilimden ve bu dünyadan kopartarak yalnız öbür dünya için yaşamaya mahkûm edenlerin “yanılgılarını” ortaya çıkartmıştır. Nasıl büyük bir vebal altına girdiklerini ve nasıl Kur’an’ın yolundan saptıklarını göstermiştir. Şimdi onların tarihin karanlığına gömdükleri akıl ve bilim sahibi Müslüman bilim adamları eserleriyle birlikte canlanarak karşılarına dikilmiştir. Hristiyan-Bizans-hümanist-mistik bozması ilimcilerin, aydınların ve sahte dincilerin maskelerini düşürmek, gerçek yüzlerini ortaya çıkartmak, Müslümanları akıl ve bilim yoluyla yeniden hayata döndürmek ve en önemlisi yeni bir medeniyet kurmak için geri dönmüşlerdir.
 
BATI MEDENİYETİNE ULAŞMAK
Fuat Sezgin “öte dünyacı”ların attığı bilimin kaynaklarını bulmuş ve nasıl Batı medeniyetini yarattığını bize göstermiştir. Sezgin, bilimin Türkiye’de de hayat bulmasıyla Batı dünyasına ulaşılacağını söylüyor ve tek amacını şöyle açıklıyor:
- İslam topluluğuna bağlı insanlara, özellikle Türklere ister dindar ister dinsiz olsunlar, İslam bilimlerinin gerçeğini tanıtmak, onları benlik duygularını hırpalayan yanlış yargılardan kurtarmak ve onlara ferdin yaratıcılığına olan inancı kazandırmaktır.
Sezgin; İslam uygarlığının, uygarlığın bayrağını taşıyacak ardılı kendisinin getirdiğini, bu ardılın başarısı önünde aşağılık ve yabancılık duygusuna kapılmadan ondan hızlı öğrenmek ve ona ulaşmak zorunda olduğumuzu söylüyor.
 
BİLİMİN DİRİLİŞİ
Aslında Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte yapılan bilimsel atılım, tam da bunu amaçlamıştır. Modern bilimin memleket kültürüne mal edilmesine çalışılmıştır. Fakat Orta Çağ kültüründen miras kalan, mutluluğu ölüm sonrasında arayan anlayış buna izin vermemiştir. Müslümanlar akıl ve özgür iradeden yoksun bırakılarak metafizik dünyaya hapsedilmiş, çevreyi görmesi, araştırması engellenmiştir. Bu anlayış modern bilime dayanan dünya görüşünün ortaya çıkartılmasına mâni olmuştur. Prof. Dr. Fuat Sezgin, işte bize bu mâniyi aşacak olan kaynakları gösteriyor.
Modern bilime dayanan bir kültürün yaratılması için, İslam bilim dünyası hakkında bilimin bütün dallarını içine alan ciltler dolusu kitaplar, makaleler ve kataloglar ile birlikte önümüze büyük bir hazine döküyor. Başta Türkler olmak üzere bütün Müslümanlara; aklın, bilimin ve bu dünyanın kapılarını ardına kadar açıyor. Bize yeni bir dünya görüşü, yeni bir kültür yaratımı ve yeni bir medeniyet modeli sunuyor.
 
YENİ MEDENİYET
Bunları hayata geçirmek ise; başta bilim adamları, sanatçılar, siyasetçiler, eğitimciler olmak üzere bütün topluma kalıyor. Böylece yeni bir medeniyetin inşasına başlanacaktır. Bilim temelleri üzerine kurulacak yeni medeniyetin başkenti ise Ankara olacaktır.
Ankara’da hâkim olan dünya görüşü, bilimin yüksek seviyede kabul görmesini sağlamıştır. Aynı görüş bütün Anadolu ile birliktelik oluşturacaktır. Başkent Ankara, yükseköğretimde diğer illere oranla çok ileri durumdadır. Nüfusunun %15’i yüksekokul ve üzeri eğitim seviyesine sahiptir. Bunun için Ankara, bu yaratımın merkezi olacaktır. Yeni medeniyetin temelleri, üniversitelerin omuzlarında yükselecektir. Ankara üniversiteleri “bilimsel zihniyeti” önce bütün Ankaralılara aşılamalıdır. Ankaralılar, inanç olarak ideoloji olarak akıl ve bilim anlayışını benimsemeli ve bu çizgide bir hayat felsefesi oluşturmalı, Ankara’yı medeniyetin başkenti yapmalıdırlar.
Her Ankaralı bu amaç doğrultusunda okumalı, araştırmalı, çalışmalı, üretmeli ve bir potansiyel yaratmalıdır. Aklın ve bilimin açtığı yoldan yürüyerek yeni bir dünya görüşünün ve evrensel medeniyetin kurucusu olmalıdır.
Bilim adamı, siyasetçi, aydın, asker, mühendis, teknisyen, şair, yazar, ressam, müzik adamı, eğitimci, öğretmen kısacası her kesimden ve her yaştan eli kalem tutan bütün Ankaralılar yeni bir medeniyet yaratmanın bilincinde olarak, bunun için aşkla, şevkle, onur, gurur, mutluluk ve sonsuz huzur duyarak çalışmalı ve üretmelidir. Bu anlayışı kendisinin ve sonraki nesillerin geleceklerinden emin olacağını, başta Türkiye olmak üzere bütün insanlığın huzur bulacağını, adalet, refah ve barış içinde yaşamasını sağlayacağını bilerek zihnine vazgeçilmez düşünce ve hedef olarak yerleştirmesi gerekir.
Aksi hâlde, yeni Türk devleti de cahillik, yoksulluk ve perişanlık içinde, öbür dünyada(14) mutlu olmak fikrinin etkisinde Bizans ve Osmanlı gibi çürüyerek yıkıma sürüklenecektir.
 Ankara’daki Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, 1935 yılında kurulan fakülte, bilim merkezi olarak özel bir görev yüklenmiştir. Yeni medeniyetin kurulmasına kaynak olacak bilimsel çalışmalara öncülük yapacaktı. Bunun için Türk tarihinin incelenmesine ve yazılmasına kaynaklık edecek olan Sümerceden Hititçeye Latinceden Yunancaya Antik Doğu ve Batı dillerinin yanında modern diller ile coğrafya, felsefe, psikoloji, sosyoloji, antropoloji gibi çeşitli sosyal bilimlerin farklı alanlarında eğitim veren bir bilim kurumu olmuştur. Fakültede hem temel kaynaklara inen hem de çağdaş dünyaya ayak uydurmayı hedefleyen 18 bölüm ve 71 ana bilim dalı mevcuttur. Bunlardan 17 bölüm ve 65 ana bilim dalında eğitim öğretim yapılmaktadır.
 İstanbul Üniversitesi, İstanbul Darülfünununun yerine 1933 yılında bilimsel temeller üzerine yeniden kurulmuştur. Türkiye’deki üniversite eğitimine kaynaklık etmiştir. Ankara ile birlikte kurulacak olan diğer üniversiteler, burada yetişenlerin eseri olmuştur.
 
SON NOTLAR:
(1) Pulluk, Avrupa’da “tarım devrimi” yapmıştır.
 Eski Yunan bilim ve felsefesi, Sümer, Babil, Mısır, Hint, Çin Orta Asya, İç ve Batı Anadolu bölgelerinde gelişen bilim ve düşüncelerin bir uzantısı idi. Bu medeniyetlerin birbirlerinden etkilenerek gelişen ürünlerinden kotarılan bir sentezdi.
(2) Bk. Martin Bernal, Kara Atena, 1998, Kaynak Yayınları.
 Martin Bernal, “Kara Atena” adlı eserinde Yunan milletinin 19. yüzyılda Avrupalılar tarafından yaratıldığını gösteriyor.
 Bağdat’ta “Bilgelik Evi”ni kuran Abbasi Halifesi El-Memun”un annesi Türk’tü. Kendisi Türklerin akılcı ve gerçekçi dünya görüşüne sahipti.
(3) Eş’ari (873-936) akla ve hür iradeye karşı çıkarak İslam düşüncesindeki gelişmeye engel olmuştur. Ehlisünnetin iki itikat imamından biridir. (Öbürü, aklı ve hür iradeyi esas alan Maturidi’dir)
Batı’nın değişimini, gelişimini ve modern medeniyetinin oluşumunu sağlayan bütün bilimsel eserler; Harezmî, Farabi, İbni Sina, Biruni ve Uluğ Bey gibi Türk bilim adamların ürünüdür.
 Harezmî (780-850): Matematik, gök bilimi ve coğrafyanın gelişimini sağlamıştır.
İbni Sina (980-1037): Hekim ve filozof. Matematik, astronomi, fizik, kimya ve müzik alanlarında da çalışmalar yapmıştır.
 Farabi (870-950): Felsefeci ve bilim adamı. Fen bilimi, mantık, sosyoloji ve müzik alanında çalışmalar yapmıştır
Uluğ Bey (1349-1449): Matematikçi ve gök bilimci Timur hükümdarı
 Biruni (973-1048): Gök bilim, matematik, doğa bilimleri, coğrafya ve tarih çalışmaları ile bilime büyük katkı sağlamıştır.
 Dini için yaşayan ve çalışan Gazali, akılcı çizgiden ayrılarak tasavvufta karar kılmıştı. Tasavvufta, Hermetik din felsefesinin ana tezlerini baz almıştı. Gazali bu tasavvuf anlayışını bazen İhya-u Ulûmi’d-Din kitabında olduğu gibi “Sünni” İslam’ı beyan içinde, bazen de “Mearicu’l-Kuds ve Mişkâtu’l-Envar” kitaplarında olduğu gibi Hermetik felsefenin diliyle ifade etmiştir.
(4) Eski Mısır Tanrısı Toth’un yapıtlarına kadar uzanan dinsel-gizemsel öğretilerin bütünü. Hermesçilik ya da Hermetik felsefe adıyla anılır. Batı’nın “mistizism” dediği şeyin asıl kaynağı olan bu öğreti, İslamiyet’e aykırı olmasına rağmen “tasavvuf” adıyla kabul ettirilmiştir.
(5) Muhammed Abid el- Cabirî, Arap Aklının Oluşumu, 2000 Kitabevi.
(6) Tasavvuf bu dönemde Horasan, İran, Irak gibi merkezlerde dinsel, sosyal ve siyasal kurumlaşmasını tamamlamıştır. Her ikisi de Sünni olan Gazneliler ve Selçukluların hâkimiyetine rastlayan bu dönemde tasavvuf ehli, şeyhlerin idare edip devletin gözettiği tekke ve zaviye gibi mekânlarda öbeklenmişlerdir. Devlet, bu tekke ve zaviyeler vasıtasıyla kitle desteğini sağlamayı hedefliyordu. (El Cabirî).
 Fatih Sultan Mehmet, bilim ve felsefenin gelişmesi için medreseler kurdurmuştu. 12 yaşında iken hocasının etkisiyle de Gazali anlayışını eğitim alanına yerleştirmişti. Daha sonra bu anlayışın etkisiyle bilim ortadan kaldırılacaktı.
(7) Christope Dawson, Batı’nın Oluşumu, 1997, Dergâh Yayınları.
(8) 16. yüzyıldan itibaren bu roller değişecekti. Yavaş yavaş “öte dünyacı” olmaya başlayan Osmanlılar, bu sefer tokat üstüne tokat yiyen taraf olacaktı.
 Bizanslılar için “din bilimi”nden başka bilim yoktu. Onların inancına göre, bu dünyayı idare eden, yönlendiren sebepler ne akıl, ne siyaset, ne savaş ve ne de ekonomi idi.
 İtalyan düşünür Niccolo Machiavelli (1469-1527) Hristiyanlığın, kaderci, bir lokma bir hırkacı anlayışının Türklerden tokat üstüne tokat yemelerine sebep olduğunu söylüyordu.
 Türk dünyasında ortaya çıkan modern bilime ulaşan Avrupalılar, sanayileşerek “bir lokma, bir hırka” anlayışından kurtuldular. Gözlerini dünyanın zenginliklerine diktiler. Keşfetmek, fethetmek ve sömürgüleştirmek. Bu üç aşama hızla birbirini izledi. Kıtaların yerlilerini katleden Avrupalılar gördükleri her şeyi yağmadılar. Ele geçirdikleri zenginlikleri Avrupa’ya taşıdılar.
 Prof. Dr. Sabri Ülgener  (1911-1983): (İktisatçı ve sosyolog. İncelediği dinî-tasavvufi metinlerle Türk toplumunun nasıl “öte dünyacı” yapılarak Osmanlı Devleti’nin yıkıma sürüklendiğini gösteriyor.
(9) Eğer Osmanlı yöneticisi, aydını ve uleması memleket kültüründe, aklı hâkim kılabilmiş, düşünce hayatını gözlem ve deney yöntemlerine dayandırabilmiş olsaydı, imparatorluk yaşardı. Belki de Avrupa, Osmanlı topraklarına katılmış olur, Hristiyanlığın yerini de İslamiyet alırdı.
 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nin eğitim ve kültür programlarında, Müslüman’ın mutluğu ölüm sonrasında araması görüşüne yer verilir. Sanat ve edebiyatta işlenen ilahî ve değerli aşk fikri, insanın çevreyi görmesini araştırmasını engeller.
(10) Eş’arilik 1517 yılında Yavuz Sultan Selim tarafından halifelik ile birlikte Mısır’dan getirilmiştir. Akıl ve bilim de Kanuni Sultan Süleyman’ın son zamanlarında medreselerden atılmıştır.
 Avrupalılar bilim ve teknoloji ile elde ettikleri güçle Osmanlının tepesine çökünce beklenen son gelir. Akıl ve bilimden yoksun bırakılan Osmanlı Devleti her şeyini kaybederek, Viyana’dan Sakarya’ya kadar çekilmek zorunda kalır.
 Türk milleti tam uçurumun kenarında iken kendileri ile birlikte “dünyevi” anlayışları da yeniden ortaya çıkar. Türk milleti yeniden dirilip hayata döner, vatanını kurtarmak ve dünyevi yaşamını sürdürmek için mücadeleye girişir. Bu dünyanın da en az “öte dünya” kadar değerli olduğunu herkese gösterir.
(11) Oryantalist İngiliz Tarihçi Arnold Toynbee, Millî Mücadele sırasında “Kuzey İslam’ı” dediği; Semerkant-Buhara-İstanbul eksenindeki Hanefi-Maturidi ekolünün yani akılcı, bilimci ve dünyevi İslam anlayışını büyük tehlike olarak görüyor ve Batı’yı uyarıyordu. İşte Batı’yı korkutan bu anlayış yeni din dersleri ile yok edilmiştir.
 Kültür devriminde temel alınan “hümanist” düşünce Hermes felsefesine dayanıyordu.
Thot ya da Hermes Trimegisto; tüm farklı yönleri ile “iki katlı” felsefelerdeki bütün önemli rolleri üstlenebilir. Tanrıların babası ve yüce akıl olarak “gizli Tanrı” olabilir. Tanrı’nın iki unsuru birleştiren ve ayıran “kutsal ruh” olabilir. Ancak, sonradan baskın duruma çıkan gelenek Hermes’i bir filozof ya da ahlak eğitmeni olarak yorumlamaktaydı. Bu da “hümanist” ve “tasavvuf” öğretilerinin kaynağını birleştiriyordu. Yani Türk toplumu âlim ve avam seviyesinde Hermes kıskacına alınıyordu.
 Arapçadan Latinceye çevrilen Hermesçi metinler, Rönesans İtalya’sında sanat ve bilim adamlarına rehberlik etmişti. Mısır’a karşı büyük bir tutku oluşmuştu. Mısır tüm sanatların kaynağı olarak görülüyordu.
(12) Ne düşünce alanında ne de sanatta (sinema, tiyatro, roman); ne bilimsel zihniyetin ne de bir bilim adamının hayatı anlatılmamıştır.
(13) Prof. Dr. Fuat Sezgin; 1981’den beri kuruculuğunu yaptığı Frankfurt Goethe Üniversitesi Avrupa-İslam Bilimleri Tarihi Enstitüsünün müdürüdür. Çalışmalarını Almanya’da sürdürmektedir.
İslam Bilim ve Teknolojiler Müzesi, başta Türkler olmak üzere bütün Müslümanlara; aklın, bilimin ve bu dünyanın kapılarını ardına kadar açıyor. Bize yeni bir dünya görüşü, yeni bir kültür yaratımı ve yeni bir medeniyetin oluşumu için yol gösteriyor.
 Bilim tarihçisi Prof. Dr. Fuat Sezgin, Türk eğitiminin bilime karşı kayıtsız kaldığını, Avrupa’daki İslam bilimlerine ait kaynakların Türkiye’de hiç bilinmediğini belirtiyor. Bu da aklın ve bilimin bu coğrafyada nasıl yok edilerek üzerinin kapatıldığını ve Türk milletinin nasıl “bilimsel zihniyet”ten yoksun bırakıldığını göstermeye yetiyor.
 Bilimin başkenti olan Ankara’da ODTÜ Bilim ve Teknoloji Müzesi…  2010 yılında yapılan dünyanın en iyi 500 üniversitesi sıralamasında ODTÜ Türkiye’den yer alan tek üniversite oldu.
Ankara Türkiye’de bilimsel yayına en çok katkı sağlayan ildir. Her Ankaralı bilimsel amaç doğrultusunda okumalı, araştırmalı, çalışmalı, üretmeli ve bir potansiyel yaratmalıdır.
(14) Bilim tarihçisi Prof. Dr. Remzi Demir (Osmanlı’da Bilimsel Düşüncenin Yapısı) adlı eserinde “nakilci-tasavvufçu” anlayışın Osmanlıyı nasıl bilimden yoksun bıraktığını anlatıyor. Bu dünyaya sırt çevirmenin, öbür dünyada mutlu olma fikrinin toplumu miskinliğe ittiğini; böyle bir ortamda, bilimsel çalışmalar ve araştırmalar yapmanın da hiçbir değeri kalmadığını söylüyor ve şu tespitte bulunuyor:
- Bu eğilimin toplum içinde giderek güçlenmesi, toplumu oluşturan diğer toplulukları olduğu kadar, âlimleri de olumsuz yönde etkilemiştir. Aslında bu öğretilerin etkisi, bugün de sürmektedir. Çalışkanlık ve üretkenlik, bir ideoloji veya bir dinî anlayış çerçevesinde idealleştirilmemiş ve ideal biçiminde yaygınlaştırılmamıştır. Hepimiz tembeliz; bilginler de öyle!..
 
Geniş bilgi için bakınız:
1- Durmuş Hocaoğlu, Laisizmden Millî Sekülerizm’e, 1995, Selçuk Yayınları
2- Burhan Oğuz, Türkiye halkının Kültür Kökenleri, 2002, Anadolu Aydınlanma Vakfı Yayınları
3- Sabri Ülgener, İktisadi çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, 1991. Der Yayınları
4 İsmail Tokalak, Bizans-Osmanlı Sentezi, 2006, Gülerboy Yayıncılık
5- Hüseyin Atay, Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi, 1983, Dergâh Yayınları.
6- Muhammed Abid El-Cabiri, Arap-İslam Aklının Oluşumu, 2001.
7- Cengiz Özakıncı, İslam’da Bilimin Yükselişi ve Çöküşü, 2005, Otopsi.
8- Remzi Demir. Osmanlılarda Bilimsel Düşüncenin Yapısı, 2001, Epos Yayınları.
9- Süleyman Kazmaz, Yeni bir Güneş/Atatürk ve Anadolu Güneşi.
10- Orhan Dündar, Atatürk Aklı, 2006, Alp Yayınları.
-Avrupa Türkleşirken/Kıyametin Türkleri, 2006, Alp Yayınları.
- Medeniyetlerin Aşil Topuğu, 2003, Keçiyolu Yayınları.
- Avrupa’nın Dünyevilik Oyunu, 2007, Akasya Yayınları.
Not: Bu yazıda yer alan bilgiler 24 Ekim - 1 Kasım 2011 tarihleri arasında Anayurt gazetesinde yazı dizisi olarak yayımlanmıştır.