YENİDEN ŞİİR ve İNŞA’YI YAZMAK
Galiba bizim her şeyi tekrar tekrar söylememiz gerekiyor. Bir yüzyıl önce başını ezdik zannettiğimiz Tepegöz’ü yeniden Oğuz ülkesine tebelleş olmuş görmekten biz de bıktık ama bu musibeti her yüzyıl üzerimize salan Tepegöz’ün peri anası bir türlü bıkmadı. Tabii perinin ilahi bir hüviyeti olmasından ötürü ulvi bir yaratık zannedilse de burada bahsettiğimiz peri, nevisi itibarıyla iblisin levsinden neşet etmiştir. Öyle olmasa bugün her yüzyılda bir yeniden aynı şeyleri yazmak zarureti duymaz, yeni çağın yeni dertlerine gözümüzü diker ve müktesebatımızın yettiğince bu derdin çaresini aramaya çalışır dururduk. Ama anlaşılan o ki bir ağaç gibi şeytanlık da mazinin toprağında tekrar filizlenmek için bir damla su bekleyen ve bulduğu anda toprak yüzüne çıkan bir tohumdur. Bu tohumun boy verdiği andan itibaren, tarihin her döneminde Türkçeye taarruz etmek gibi soysuzca bir arsızlığı vardır. Türk soyu, üç bin yıllık o müthiş askerî serüveninde yeni kültür ve dinlerle karşılaşmıştır. Bu kültürlerin bir kısmının dinine teveccüh göstermiş ve o dine geçmişlerdir. Din değişikliği sırasında yeni bir kültür sahasına ayak basıldığı için yeni kelimelerin dile girmesi tabiidir. Bu sadece Türklere mahsus bir talihsizlik değil sosyal bir kanundur. Elbette kültür münasebetinden tamamen arınmak, Türkler gibi büyük bir coğrafyaya ordu sevk edip yayılmış savaşçı milletler için mümkün değildir. Bugün bunu başarabilenler ancak hâlâ mızrakla av kovalayan iptidai kabilelerdir. Bu yüzden belli bir seviyede kalmak şartıyla başka dillerden kelime almak, Türkçenin intiharı anlamına gelmezdi ama bu seviyenin boyu maalesef çok aşılmış ve iş Türkçenin imhasına varan tehlikeli bir yola sapmıştır. Bu keskin kültür yakınlaşmalarından birisi Uygur Dönemi’nde Mani dini ile olan karşılaşmamızdır. Uygurların Mani dinine geçişi sırasında Türkçeye pek çok Soğdca kelime hücum etmiştir. Mani dinine geçiş ile tanıştığımız Mani dininin perileri, cinleri, şeytanları ve diğer dinî kelimeleri hep Türk diline de girmiştir. Bunlardan en meşhuru “acun, tamu, uçmak” kelimeleri o günden kalma Soğdca kelimelerdir. Bir milletin dilinin en ince işlendiği sanat olan şiir de bu işten nasibini kurtaramamış hem muhteva açısından Mani dininin propaganda vasıtasına dönüşmüş hem de şekil olarak değişikliğe uğramıştır. Bu Mani dininin Türkler arasında yayılışı sınırlı kaldığı için çok yıkıcı olmamış, Türkçe esas imtihanını İslam dinine geçtikten sonra vermiştir. İslam’a geçişle beraber Arapça ve Farsça kelimeler dilimizi birkaç yüzyıl gibi kısa bir süre içerisinde kuşatmıştır. Bu kuşatma sonradan azalıp durmamış, tersine giderek şiddetini arttırmaya devam etmiş ve Osmanoğullarının askerî açıdan en şaşaalı döneminde Türkçe kelimeler en cılız zamanını yaşamıştır. Artık iş o hâle gelmiştir ki Türkçe; tamlama, sıfat, zamir, edat mevzilerini nesirde bu istilacılara terk etmek zorunda kalmış ve fiillere kadar çekilmiştir. Bu taarruz tam on asır raddesi artan bir arsızlıkla sürmüştür. Ta ki Tanzimat Dönemi’ne kadar. Tanzimat Dönemi’nin bilhassa ilk dönem Türk aydınları, bir buçuk asırdır süren Türkiye’nin korkunç izmihlaline karşı direnişe geçen ilk öncü kuvvettirler. Kuvayımilliye’nin temellerini bu neslin yazdığı Vatan yahut Silistre’de, Hürriyet gazetesinde, makalelerde, tiyatrolarda aramak gereklidir. Memleketin düştüğü vaziyete çareler düşünürken iktisadi, siyasi ve idari fikirlerin yanında sanat ve edebiyata ihtimam göstermişler, bu arada dil üzerine de fikir beyan etmişlerdir. Bu beyan ettikleri fikirler, Türkçenin yattığı ölüm uykusundan uyanışını ve millî veznimiz olan o güzel hecemizin dirilişini tetiklemişti. Namık Kemal de Şinasi de o günlerde kullanılan ağır dilden daha sade bir dil kullanıyor, Arapça ve Farsça ile anlaşılmaz hâle gelmiş şiiri ve nesri kurtarmaya çalışıyorlardı. Sebk-i Hindî ile Türk şiirinde mazmunlar ve teşbihler ağırlaşarak karmakarışık hâle gelmişti. Bu Türk aydınları, şairlerin girdiği ağdalı bir dil kullanma yarışının gırtlağına sarılmış ellerinden Türkçeyi kurtararak daha sade ve temiz bir Türkçe tasavvur ettiler. O günlerde bu kavgaya Ziya Paşa da omuz verdi ve pek meşhur olan ama muhteviyatı sadece mütehassısları tarafından okunan “Şiir ve İnşa“makalesini yazdı. Bu makale zamanına göre sade, temiz bir dil ile yazılmıştır. Daha mühimi lafı evirip çevirmeden başka manalara gelmeyecek açık cümlelerle, Türkçenin Arapça ve Farsça kelimelerle dolduğu için bir mektup dahi yazılamaz hâle geldiğini ve Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan halkın, devletin kanunlarını ağır bir dille yazıldığı için anlayamadığını, bu sebeple kanunsuzlukların, haksızlıkların yapıldığını anlatmakta ve demektedir ki:
“…bundan ne kadar çıkmaz hükümler zuhûra gelir ki cümlesi devletin ‘adâletsizliğine hamlolunur.”
Görülür ki halkın kendi kanunu anlayamaması ne feci vaziyetler ortaya çıkartmıştır. Devlet daireleri adaletsizlik çamuruna düştükçe Devlet-i Aliyye’de “Bize zulmediliyor!” diyen her ekalliyet ileriki günlerde Türk komşusunun kapısına baltayla dayanmıştır. Ziya Paşa bunu görür ve makalesinin sonucunda Türk dilinin ve Türk şiirinin girdiği bu karanlık kuyudan çıkış yolunu kendisinden bin iki yüzyıl önce taşa kazınan bir deklarasyon da yazdığı gibi “Bu fenâlığı def’ için tabî’ata ittibâ’ etmeli.” diyerek sesini yükseltir. Orkun abidelerinde de Bilge Kağan, Kül Tigin abidesinde Göktürk beğlerinin Çince ad almasını, Çinlinin ipeğine kanarak Çinli gibi yaşamasını, Türk kadınlarının cariye, Türk yiğitlerinin köle olmasını “kötülük” diye tabir ettikten sonra bütün bunları yok ederek büyük Türk Devleti’ni ve soyunu yeniden ayağa kaldırmayı devasa bir cümle ile ilan ediyordu:
“Artık kötülük yok!”
Sırf bu cümle dahi başlı başına ne büyük bir abidedir? Ziya Paşa’nın sözü de bin iki yıl önceki atalarının sözünü hatırlatır. Görülüyor ki bin iki yüz yıl sonra Osmanlıda hortlayan aynı kötülüğe karşı yine bir Türk, bu kötülükten kurtulmak için aynı neticeye varır ve esas köklerimize dönmek gerektiğini abidevi bir cümle ile ilan eder. Çünkü Çinlileşen ataları gibi Farslaşan Osmanlılar, Türkçeyi karmakarışık anlaşılmaz ibarelerin ve ifadelerin olduğu bir burjuva lisanına dönüştürmüştü. Ziya Paşa’nın Harâbât’ına Sami Paşa’nın “Katarât-ı cünbiş-i ebr-i nisân ve reşahât-ı cûşiş-i bahr-i ‘ummân-ı â’dâd-ı bî-pâyânından ferâvân-ı mevârîd-i rahşân-ı hamd-i Mennân ile nazm-ı sübha-i zikr-i zebân ederim ki.” diye başlayan takrizin bugün anlaşılması nasıl mümkün değil ise yüz yıl önce de anlaşılması da zordu. Âdeta farklı bir dil gibi duran tercümeye muhtaç şu ibarelerin Türkçe bir yazı olduğuna inanmak gayet de güçtür. Böyle bir dilin kullanıldığı günlerde Tanzimat’ın bu ilk neslinde yakılan çoban ateşi dev bir yangın olmuş, Namık Kemallerin ölmez ruhu, cephede mevzi almış Türk askerinin üstünde dolaştıkça azimlerine kattığı kuvvet Türkiye’nin yeniden ayağa kalkmasına ilham olmuştur. O direniş Ziya Gökalpları, Süleyman Nazifleri, Müftüoğlu Ahmet Hikmetleri ve Gazi Mustafa Kemalleri yaratmıştır. Yeni kurulan ve Türkçülük ruhuyla inşa edilen bu yeni Türkiye’nin topraklarına ayak basan düşman postallarının içini kurşunla doldurup gönderdikten sonra Türklerin güzelim Türkçesini kurtarmak istemesi mutlak bir mukadderattı. Önceleri Ömer Seyfettinlerin ve Ziya Gökalpların tavsiye ettiği “sadeleşme” kıymet görüyordu. İş sonradan değişti ve “arı Türkçecilik” fikirleri dillenmeye başladı. Bu sesler Atatürk’ün yanından da münakaşa konusu oluyordu. Bütün dirliğine hâkim olan Türkçülüğün şiddeti, Gazi Paşa’yı ona söylenen “arı Türkçecilik” fısıltılarına çabuk ikna olacak bir adam hâline getirdiği şüphesizdi. Nitekim Gazi Paşa, yeni bir rejime geçmiş Türkiye’nin ilk yıllarında bu hareketi desteklemiş ve sonucunda İsveç Veliahdına muhtemelen kâtipleri “Mustafa Kemal” imzasıyla tercümeye muhtaç şu satırları yazmıştır: “Altes Rauyâl, Bu gece, yüce konuklarımıza, Türkiye’ye uğur getirdiklerini söylerken duyduğum, tükel özgü bir kıvançtır. Burada kaldığınız uzca, sizi sarmaktan hiç durmayacak ılık sevgi içinde, bu yurtta, yurdunuz için beslenmiş duyguların bir yankısını bulacaksınız.”
Hâlbuki “Katarât-ı cünbiş-i ebr-i nisân”ın bir musikisi olduğu hâlde şu Afrika’daki iptidai zenci kabilelerinin kekelemesini hatırlatan sesler bundan da mahrumdur. İnsan okurken bile bozuk motor gibi tekliyorken şunun konuşulabileceğini hangi estetik zevk tahayyül etmiştir, şaşkınım. Gazi Paşa mazurdur. Hangi Türkçü yüzde yüz Türkçe kelimelerden oluşan bir dil istemez? Ama bu böyle aceleyle yangından mal kaçırır gibi bir anda değil, belki birkaç yüzyıla yayılacak bir serüven içinde olması gerekirdi. Bu serüveni de her türlü gayrıtürk zihinden arındırılmış gayet aklı başında Türkçü âlimlerin elinde düzenlenmeliydi. Yeni kelime türetilecekse de masa başında değil, önce Türk’ün özüne yani köylerine gidilmeli, oralardan kelimeler bulunmalıydı. Oradan çıkmazsa eğer hece şairlerinin, âşıkların, ozanların, romancıların olduğu bir istişare meclisinde konu tartışılmalıydı. Fakat böyle yapılmamıştır. Ehliyetsiz adamların elinde iş oyuncak olmuştur. Sonunda o Büyük Türk de hatasını anlamış ve “Bir yanlışa girdiklerini” söyleyerek bu yoldan geri dönmüştür. Ama… Ama ilerleyen yıllarda Göktürklerde Çinlileşenler, Osmanlıda Farslaşanlar gibi Türkiye’de Moskoflaşan bu peri ananın sosyalist-komünist canavarları Gazi Paşa’nın suratına bir tokat vurduğu arı Türkçeciliği almışlar ve bugüne taşımışlardır. Keyfine göre kelime uydurma çılgınlığının yaşandığı bir dönemin ardından geriye Türkçe olduğu söylenen kendini ifade edemez, estetiğini kaybetmiş şu şey kalmıştır. Bugün gençlerimizin günlük konuştuğu kelime beş yüzün altına kadar gerilemiştir. Halit Ziyaların, Peyami Safaların, hatta Ömer Seyfettinlerin sade Türkçesini ağır bulmakta ve anlayamamaktadırlar. Farsça izafet kesresinin yerine Fransızcadan Türkçeye sokuşturulan “-sal” ve “-sel” ekiyle yapılmış sallamasyonsal kelimelerin taarruzu yüzünden artık gençler değil yüz yıl önce yazılmış büyük bir romanı okuyup anlamak, girdikleri sınavı dahi idrak edemez hâle gelmişlerdir. Okullardaki Türkçe dersleri bile anlaşılmaz bir hâl almıştır. Türkçe dersindeki terimlerin manası için ayrı bir sözlük, akılda tutmak için hususi bir çaba lazımdır. Zamirin, sıfatın, edatın, zarfın yerine uydurulan o adıl, ortaç, ilgeç, ulaç o kadar zevksiz şeylerdir ki... Netice itibarıyla Türk çocukları anlaşmak, haberleşmek, düşünmek, üretmek, sanat ve ilim yapmak için kullanması gerektiği öz dilinin dersini bile anlayamaz hâldedir. Çünkü çirkin şeylerdir. Çirkin oldukları için de, bu kelimelere alışık olmayan Türk zihni derhâl onları unutmaya meyletmektedir. Hele felsefe, psikoloji, sosyoloji kitaplarını herhangi bir Türk çocuğunun okuyup anlaması ve okuduğunu anlatması mümkün değildir. Bu disiplinlerin de Türkçeleştirildiği iddia edilen terimleri de bir o kadar adi ve rezildir. Âdeta okunmaması için ihtimam gösterilmiş gibidir. Solun pek itibar ettiği bu arı Türkçeciliğin yarattığı okuduğunu anlayamayan gençlerden yine en yüksek sesle bu cenahtaki Tepegözlerin şikâyetçi olduğunu da hayretle izlemekteyiz. Bu vaziyet, kötü bir ananın dayak attığı için ayağının ucunda zırlayan evladına sussun diye iki tokat daha çekmesini hatırlatır. Netice olarak modern kötülüğün çabasıyla dün dilimiz Arapça ve Farsça kelimelerle doluyken bugün bunların arasına yeterli kalabalığa ulaştığı için uydurukçayı da eklemeli! Artık dilimiz Türkçe, Farsça, Arapça ve uydurukça kelimelerden müteşekkil karma bir dil hâline dönmüştür. 21. yüzyılda biz istemesek dahi bütün dünya ile beraber Türkiye de yeni bir kültür dairesine sürükleniyor. Eğer bu dil, estetiğini yitirmiş zevksiz bir üslup ile kendini ifade etmeye devam ederse bugün burjuvanın hoppa gençlerinde ve onları takip eden yığınlarda başladığı gibi Türkçe yazmama ve konuşmama umumileşecektir. Türk gençleri Türk dilini kullanmayı bırakarak, İngilizce konuşmaya meyledecekler, bunda da mazide misalini gördüğümüz gibi bir ilerilik bulacaklardır. Tamamen İngilizce olmasa dahi İngilizce kelimelerin çok olduğu bir acayip dil kullanmak gençler arasında moda olacaktır. Bu maalesef bir Türkçünün vehmi değil emekleme adımlarını gördüğümüz istikbalin acı bir hakikatidir. Çünkü dün Farsçaya meyleden, Arapça yazmaktan hoşlanan Osmanlı aydını ile bugün bu manevi sahaya alkış tutanlar aynı babanın ürünüdürler. Bu kötülükten de kurtulmanın çaresi Göktürk Kitabeleri’nde yazan neyse dün oydu, bugün odur, yarın da o olacaktır. Biz yine bir abide dikmek yahut “Şiir ve İnşa” yazmak zorunda kalırsak varacağımız netice bu yüzyılda da aynıdır. Bu kötülüğü defetmenin yolu kendi köklerimizin milli kuvvetine sarılmaktadır.
Türk’ü ancak Türkçülük kurtarır!