VEBA GECELERİ’NDE ORHAN PAMUK

27 Ağustos 2021 15:31 Dr.Hayati BİCE
Okunma
1855

VEBA GECELERİ’NDE ORHAN PAMUK
 Dr. Hayati BİCE

2006 yılında kazandığı Nobel ödülü sonrasında uluslararası bir üne kavuşan Orhan Pamuk’un geçen mart ayı sonlarında yayımlanan Veba Geceleri’ni incelemeye almam, okumaya meraklı bir hekim arkadaşımın Orhan Pamuk’un son kitabında Mustafa Kemal’i alaya aldığını, buna karşılık medyada doğru dürüst bir değerlendirme yapılmadığını iletmesi ile başladı.
Bugüne kadar sadece iki kitabını (Benim Adım Kırmızı, Kar) okumaya çalıştığım ancak ikisini de bitiremediğim Orhan Pamuk’un son kitabını edinip sabırla okumaya başladım. Diğer işlerimden kaynaklanan zaman kısıtlaması ve birçok kişinin de söylediği gibi Orhan Pamuk’un zor okunabilir bir metin yazarı olması yüzünden 537 sayfayı ancak 10 günde okuyup tamamladım.
Bu arada medyada kitap ile ilgili yazılanlara da kısaca bir göz attım. Orhan Pamuk ile yapılmış önemli bir söyleşi videosunu da dinledim.  Yazılanların hemen hepsi kitabı ve Orhan Pamuk’u bir daha bir daha parlatmaya yönelik pazarlama metinleri idi. Sosyal medyada bir istisna olarak iki değerli milliyetçi arkadaşımız kitap ile ilgili notlar yazmışlar, eleştiri bir yana hatta eseri övmüşlerdi. Henüz edinmediğim, kitabın yayıncısının YKY- Kitap-lık dergisinin haziran sayısında Veba Geceleri için bir dosya ayrıldığını da öğrendim.
KİBİR ABİDESİ ORHAN PAMUK
İzlediğim yeni bir videosunda “UNESCO istatistiklerine göre kitapları en çok çevrilen yazarlardan biriyim.”, “Türkiye’de 3 milyon eserim satıldı; dünyada 14-15 milyon… Türkiye’de hiç kimse okumasa bile yazdıklarımı; umurumda değil. 63 dile çevrilmiş bir yazarım.” kibrini sergileyen "bugünün kibir abidesi" Orhan Pamuk’un 1986 yılında verdiği (35 yıl önceki) TRT mülakatının videosuna bir bakın…  35 yıl içerisinde nelerin, nasıl değiştiğini çok somut olarak izleyebileceksiniz. Bu değişimin insanın yaş aldıkça kemale ermesi noktainazarından hiç de pozitif bir seyir izlemediğini düşündüm. Yazarın 2006 Nobel Ödülü'nü aldığı gün yaptığı ve babasına ithaf ettiği konuşmasındaki tevazudan bile eser kalmamıştı. Bu kişilik çözümlemesinin Orhan Pamuk yazınının seyrinde çok önemli bir payı olduğuna inanıyorum. Üzerine vazife olmayan konularda ahkâm kesmenin kendisi için âdeta semavi bir hak olarak verildiğine inanan bir yazar ile karşı karşıyayız. Bu değerlendirmemi yazımın tamamını okuduğunuzda sanırım sizler de paylaşacaksınız, diyerek Veba Geceleri’nin içeriğine geçebilirim. Veba Geceleri'nde Osmanlının Güneydoğu Akdeniz'de konumlandırılan, Girit yakınlarında olduğu vurgulanıyor,  hayalî Minger Adası Vilayeti’ndeki 1901 yılı veba salgını ve bu yıllarda yaşanan sosyal ve siyasi olaylar, salgının yol açtığı sorunlar ve ada yetkililerinin bu sorunları çözme çabaları anlatılıyor.  Osmanlı Devleti’nin her gün bir parçasını yitirdiği yıllardaki bu salgının yol açtığı idari kopma, zaten neredeyse özerk bir hâlde bulunan Minger Adası’nın bağımsızlık süreci ile sonlanır. Romanın bütün kahramanları bu bağımsızlık sürecinde alacakları rollere göre kurgulanmıştır, denebilir.  Bu kahramanlar, Osmanlı Valisi Sami Paşa, zorlama bir tesadüfle Çin’e giderlerken adaya düşen saray kızlarından Pakize Sultan ile eşi Dr. Nuri Efendi, onların koruması rolünden adanın "Devrimci Komutan"ına evrilecek olan Kolağası ile adalı bir kız olan eşi Zeynep, adanın eczacısından tekke şeyhine nüfusu yarı yarıya paylaşan Türk ve Rum ahalisi; Osmanlı bürokrasisinin irili ufaklı görevlileridir. Veba Geceleri’nde tıp tarihi normal okuru pek de ilgilendirmeyen ancak tıp tarihi konusunda çalışan bir hekim olarak beni özellikle ilgilendiren veba hastalığı/salgını ve karantina önlemleri konusunda yazarın diğer eserlerinde olduğu gibi uzman danışman desteği aldığı çok net olarak görülüyor. Tıp tarihi bilgisi sadece fakülte sıralarında aldığı ders ile kısıtlı kalan hekimlerin bile bilemeyeceği ayrıntılar eserde bol bol, hatta normal okuyucuyu kitaptan uzaklaştıracak kadar yoğun şekilde kullanılmıştır. Bunun sağlarken yazarın destek aldığını ifade edip teşekkürle andığı Prof. Dr. Nuran Yıldırım’ın ismi de "Nuran Şimşek" iğretilemesi ile (s. 472) yer almıştır.  Tıp tarihi ile ilgili hekim ve tıp fakültesi öğrencisi takipçilerim eseri, tıp tarihinin romana yansıtılması açısından kitabı "olgu sunusu" tadında okuyabilirler. Kitabın tam da Kovid-19 salgınının 3. pikini yaptığı günlerde yayımlanmış olması bu yönüyle ilginç bir tesadüf olmuştur.  Orhan Pamuk’un Veba Geceleri romanını "satış rekoru için salgın tedbirlerinin gündemde olduğu sırada yayımladığı" iddiası yazarın eserle 5 yıldır meşgul olduğu beyanıyla çürütülmüştür.
"KOLAĞASI KÂMİL" MUSTAFA KEMAL Mİ?
Veba Geceleri romanında bir "Kolağası Kâmil" karakteri üzerinden "Orhan Pamuk Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile alay mı ediyor?" sorusu her okurun aklına gelmiş olmalı ki, kitabın tartışılmaya başlaması da benim kitaptan haberdar edilmem de bu noktadan hareketle oldu. Ahmet Hakan Coşkun'un, Hürriyet gazetesindeki belirlemesi de buna paralel olarak yazılmıştır.
***
Kolağası Kâmil’in romanda çizilen portresinde tasvir edilen hayat çizgileri şunlar:
* Çocukken karga kovalamıştır.
* Dereceye girerek Harbiyeyi bitirdiğinde bıyıklarının ucunu yukarı doğru kıvıran, bunun için "özel bir yağ" kullanan yakışıklı genç bir subaydır.
* Oğlunun öz babasının ardından ikinci kez evlendiği için kırgın olduğu annesi subay oğlunu ısrarla evlendirmek ister.
(Başkasını bilmem de muazzez derviş Zübeyde Hanım'a dil uzatanın tez zamanda başının belaya girdiğini çok gördüm. Orhan Pamuk'u da özellikle bu yönden izleyeceğim.)
* Bir darbecidir, ilk darbesi postane basıp telgraf dairesine el koymaktır. Kanlı bir baskından sonra adadaki yönetime el koyup iktidara geçince Hükûmet Konağı balkonuna çıkıp milliyetçi bir "Nutuk" atmıştır.
* Rum bir eczacının kendi ilaç firması için ürettiği flamadan kopyaladığı bir bayrak gölgesinde "diktatör" olmuştur.
* En sonunda da kendisini "Kurucu Başkan Başkomutan" olarak ilan ettirip kutsallaştırmıştır.
* Hemen hiçbir birikiminin olmadığı alanlarda bodoslama devrimlere girişmiş, birçok işi berbat etmiştir.
* Ülkesindeki arkaik dilin kelimelerini kullanıma sokmak için güya araştırmalar yapıp yaptırır.
* Ölümünden sonraki ilk mezarı yıllar sonra bir tepeye taşınarak  "anıt mezar" hâline getirilir.
***
Analitik düşünemeyen ya da Mustafa Kemal’in hayatının ayrıntılarından haberi olmayan ortalama okurun hemen "Aaa! Orhan Pamuk, son romanında 'Kolağası Kâmil' karakteri ile Mustafa Kemal’i anlatıyor." dememesi için, satır aralarına bazı sis bombaları atılmıştır: "Kolağası Kâmil"in ülkedeki hapishanenin gardiyanının kızı ile evlenmeleri, eşi ile birlikte vebaya yakalanmaları, önce eşinin sonra kendisinin kısa sürede ölmesi gibi…
DOLGU MALZEMESİ SAYFALAR: “Aşk-Meşk-Entrika Hepsi Burada”
Veba Geceleri'nde Sultan II. Abdülhamid’in polisiye ve Sherlock Holmes hayranlığı, Osmanlı saray haremindeki karmaşık ilişkiler, saray sultanlarından kızlarla izdivaç yapıp iç güveysi olan kişiler ve akıbetleri, bazı zehirli bitkilerin saray bahçelerinde nasıl yetiştirildiği, Osmanlı tıp dünyasındaki azınlık egemenliği gibi normal okuru hemen hiç ilgilendirmeyecek, hatta konunun uzmanlarının bile "hurda teferruat" diye nitelendirerek atlayacağı birçok konu 79 bölümlük kitabın sanırım en az yarısını işgal ediyor. Bu durum denetleyici okur tarafından "kitap ansiklopedilerin veba maddelerinden aktarma bilgiler ile dolu" diye tanımlanmaya müsaittir. Veba hastalığının yayılması, fareler, hastalığı engellemek için kullanılan dezenfektanlar, alınan karantina önlemleri, yasaklara uymayanlara verilen cezalar hadi biraz hoş görülebilir. Ancak bu sayfaların Kovid-19 salgını geçip gittikten sonra okura ne faydası olacağı da meçhuldür. Yaz tatillerinde kadınların plajlarda okuduğu "hafif bir roman" olsa mevsimliktir, "oku-at gitsin" denebilir; ancak "anlı şanlı Nobel sahibi bir yazar"ın eserinden söz ettiğimizi hatırlayın. Kitaptaki bu dolgu malzemesi bölümlerden en güzeli diyebileceğim, "Hacı Gemisi Karantinası" ve bu karantina önlemlerinin yol açtığı "Hacılar İsyanı" istisnai başarılı bölümlerden. Kitapta çok sıklıkla karşılaşılan ancak dünyasına asla kapısından adım bile atılamayan tekke hayatına da esere "mistik bir sos" dökülsün ya da bildik "terakki karşıtı sofular" söylemine "bir tuğla da bu kitapla eklensin" diye yer verildiğini sanıyorum. Küçük bir adadaki envai tür tarikatın isimlerinden söz edilip, bunlardan birisi olarak "Halifiye" tarikatının (Acaba Halidiyye-i Nakşbendiyye yoluna bir gönderme mi yapılmak istedi? Anlaşılamıyor.) ve başındaki postnişin Hamdullah Efendi’nin ve halefi olacak Nimetullah Efendi’nin eserde oldukça önemli bir yeri olduğunu görüyoruz. Bu tarikatın diğer tarikatlarla rekabetini anlatan, tekke adabını "cin kovucu muska"lar yazmakla sınırlayan, müritleri birer robot gibi tanımlayan satırlar, insana okurken "Bir oryantalist yazsa bundan daha iyisini yazardı." dedirtiyor.  İstanbul’u iyi tanıdığını söyleyen yazar, bari kadim bir İstanbul dergâhına bir zikir gecesi gitseydi de tasavvuf hakkındaki görgüsü biraz artsaydı; şeyh kimdir, nasıl hareket eder, sohbet nedir? Biraz bilgi sahibi olsaydı. Adanın şeriatı uygulamakla görevli Osmanlı Valisi Sami Paşa ile Rum asıllı dul Marika’nın gizli aşkı, Kolağası Kâmil’in annesinin âdeta zorlaması ile evlendiği Zeynep’le karşılaşması, evlenmeleri ve ardından tutkulu bir ilişkiye girmeleri kitabı okuyacak "teen-age" grubu için tasarlanmış "pembe dizi kıvamında bir pamuk şekeri" gibi duruyor.  Zeynep’e kafayı takmış adalı genç ve bıçkın delikanlı Ramiz’in romanda sürekli Kolağası Kâmil ile kapışarak sonunda darağacında can vermesi, doğrusu ben düşünmedim ama bazılarına Çerkez Ethem’i de hatırlatmış; burada Kolağası ile Gazi arasında kurulan analojiyi tekrar hatırlamak gerekiyor. Yazarın bu hurda teferruatı satırları, paragrafları, sayfaları hâlinde önümüze yığarken profesyonel olarak beyin emeğini satın aldığı danışmanlarını tepe tepe kullandığı anlaşılıyor. Kitapla ilgili önemli bir değerlendirme yapan Umut Dağıstan bunu şöyle özetlemiş:
"Veba Geceleri’nde Pamuk tarihî olayları romandaki iç dengeyi bozacak kadar uzun uzadıya anlatıyor. Anlatıcının tarihçi ve 'amatör' bir romancı olması ise ne yazık ki durumu kurtaramıyor."  Veba Geceleri romanındaki önemli karakterlerden olan Pakize Sultan’ın (Osmanlı Sultanı V. Murat’ın üçüncü kızı) 1901-1913 yılları arasında İstanbul’daki ablası Hatice Sultan’a yazdığı mektupların önemli bir yer tuttuğu kitapta, ilaç için olsun bir mektuba yer verilemez miydi? Bu konuda dönem dilini uyarlamakta zorlanacağı düşünülebilecek yazar, kitabın başında sıraladığı danışmanlarından destek alabilirdi.
"YILLAR SONRA" ÇARPITMA MI YOKSA İHANET Mİ?
Bu şekilde kitabı bir görev aşkı ile zorlanarak da olsa tamamlarken kitabın konusundan bağımsız, sanki kitabın hayalî yazarı Mina Mingerli’nin ağzından anlatılmış gibi yazılan, önce "Acaba okusam mı?" diye tereddüt ettim. "Yıllar Sonra" başlıklı 38 sayfalık bölümü okurken doğrusu çok şaşırdım. Meğer sanki öncesindeki 499 sayfa sanki bu son bölüme zemin oluşturmak için yazılmıştı. Şaşırmamak elde değildi. Neden mi? Buyurun, bu bölümden bazı sayfalarla devam edelim: Bu bölümde kitabın konusu ile hiçbir şekilde ilgisi olmadığı hâlde 512. sayfada İttihat ve Terakki ile Enver Bey (Paşa, HB); 518. sayfada Talat Paşa; 524. sayfada Türk devleti ve ecdadımız hakkında yalan yanlış, onca editör okumasına rağmen nasılsa yapılmış hatalar ile malul saldırgan ifadeler kaydedilmişti. Kitabın ön sözünde kendilerine teşekkür edilen "akademik unvanlı tarihçiler"  aldıkları editör ödeneğini hiç de hak etmemişler.  Bir tanesi de dememiş ki, "Kardeşim, şimdi bunları yazmanın 1901 Veba Salgını ile ne alakası var?"  Hem Enver Bey hem de Talat Paşa nasıl oldu da ikisi birden "Hürriyet Kahramanı" olarak etiketlendi?
Yukarıdaki görülen altı çizili satırlarda 24 Nisan 1915 iddialarına başlangıç kabul edilen adli/inzibati işlemler bahane edilerek Türk devletinin yeniden neşvünema bulmasını sağlayan demografik operasyonu başaran aziz Talat Paşa’mıza "iki bin küsur masum aydının katili" imasında bulunulmaktadır: "Eski vilayet binasının üzerinde Osmanlı bayramından sonra 1901-1912 arasında Minger bayrağı, 1912-1943 arasında Minger ve İtalyan; 1941-1945 arasında Alman; 1945-1947 arasında İngiliz 1947’den sonra yeniden Ressam Osgan’ın çizip yaptığı Minger bayrağı dalgalanmıştır. (Ressam kahramanımız, 1915 Nisan’ında savaş gerekçesiyle "Hürriyet Kahramanı" Başnazır Talat Paşa’nın emriyle İstanbul’da iki bin küsur Ermeni aydını gibi bir gece evinden alınmış, bir daha da ondan haber işitilmemiştir.) (s. 518)
RUHUN ŞAD OLSUN TALAT PAŞA'MIZ!
Anadolu coğrafyasını yeniden silinmez bir şekilde, ebediyen Türk yurdu yapan şanlı icraatlarını unutmayacağız!..
Ya bu satırlara ne demeli?
"Daha tuhafı: Osmanlı arşivlerinde yıllarca sabırla çalışıp Ermeni, Rum, Kürt katliamları gibi nahoş konuları araştıran ya da bir dönemin millî çatışmalarının aslında sanıldığı gibi olmadığını kanıtlayan yabancı uyruklu Osmanlı tarihçilerinin İstanbul’daki arşivlerde çalışma izni birden esrarengiz bir şekilde iptal edilince ne kadar üzüldüklerini yıllarca görmüştüm. Cesur ve namuslu arkadaşlarımın dürüstlüklerinden dolayı Türk devleti tarafından acımasızca cezalandırılmalarına tanık olmama rağmen, aynı ceza yirmi bir yıl Minger Devleti tarafından bana verilince yalnızlık ve suçluluk duygularına da kapıldım." ( s. 524)
Yukarıdaki iki cümledeki hükümleri teker teker sıralayalım:
* Osmanlı arşivlerinde yıllarca sabırla çalışan yabancı uyruklu Osmanlı tarihçileri vardır.
* Bu yabancı Osmanlı tarihçileri Ermeni, Rum, Kürt katliamları gibi nahoş konuları araştırmışlardır. (Yazara göre Osmanlı arşivleri Ermeni, Rum, Kürt katliamlarını kanıtlayan belgelerle doludur.)
* Bu yabancı Osmanlı tarihçileri bir dönemin millî çatışmalarının aslında sanıldığı gibi olmadığını kanıtlamışlardır. (Yazara göre Osmanlı Dönemi’ndeki etnik çatışma ve ayaklanmalar Türk devleti tarafından anlatıldığı gibi değildir.)
* Bu yabancı Osmanlı tarihçilerinin İstanbul’daki arşivlerde çalışma izni birden esrarengiz bir şekilde iptal edilmiştir.
* Yazar yabancı Osmanlı tarihçilerinin bu iptale ne kadar üzüldüklerini yıllarca görmüştür.
* Yazar, cesur ve namuslu arkadaşlarının dürüstlüklerinden dolayı Türk devleti tarafından acımasızca cezalandırılmalarına tanık olmuştur.
* Yazar, aynı ceza yirmi bir yıl kendisine de verilince yalnızlık ve suçluluk duygularına da kapılmıştır.
Şimdi burada sıralanan maddelerden İstanbul’daki Osmanlı arşivlerini "Ermeni, Rum, Kürt katliamları gibi nahoş konular" ortaya çıkmasın diye yabancı Osmanlı tarihçilerine bunu reva gören hangi devlettir? Ortalama zekâ seviyesindeki bir okurun buradaki ihaneti anlayamaması mümkün müdür?
***
Kitabın “Yıllar Sonra" kısmında dünkü ve bugünkü milliyetçilik kıyaslaması yapılıyormuş gibi günümüzdeki Türk milliyetçileri bakın nasıl töhmet altında bırakılmaktadır:
Mustafa Kemal Dönemi'ndeki milliyetçiliğin "sömürgecilere isyan eden ve onların hiç durmayan makineli tüfeklerine karşı elde bayrak cesaretle. kahramanca koşan vatanseverlere verilen itibarlı bir sıfat" olarak olumlayıp 2000’li yıllardaki "milliyetçi" akımı (bence MHP) "iktidar dalkavuğu" olarak etiketlemesinin de bir ön savunma hattı oluşturarak yapılan bir saldırı olduğunu düşündüm.
Aşağıdaki paragraftaki kelimelerle,  Türk milliyetçiliğin günümüzdeki ana karargâhı Milliyetçi Hareket için yakıştırılan "yalnızca devletin her dediğini onaylayan,  iktidardakilere dalkavukluk etmekten başka bir niyet beslemeyen ve "hükûmeti eleştirecek cesareti olmayan" gibi sıfatlara dikkat ediniz:
“…Bir konferansta Mingerli dostlarımın bu ilkel ve çirkin şakalarından şikâyet edince çok değer verdiğim Hollandalı bir Orta Doğu ve "Levant tarihi profesörü:  "Çok büyük haksızlık!" demişti bana alaycılıkla. Arkadaşlarınız gerçekten sizi tanısalardı, herkesten daha çok sizin Minger milliyetçisi olduğunuzu bilirlerdi. Aklınca bir şaka yapan bu oryantalist profesöre hak ettiği cevabı o zaman veremediğim için pişmanım. Ama hem ona hem Mingerli dostlarıma hem de okurlarıma konu dışına çıkarak şunu doğrudan söylemek isterim: 2000’li yıllarda, artık eski tarz imparatorluklar ve sömürgeler çok gerilerde kalmışken, "milliyetçi", yalnızca devletin her dediğini onaylayan, iktidardakilere dalkavukluk etmekten başka bir niyet beslemeyen ve hükûmeti eleştirecek cesareti olmayanlara itibar kazandırmak için kullanılan bir sıfata dönüşmüştür. Oysa hayranlık duyduğumuz Kolağası Komutan Kâmil’in zamanında milliyetçilik, sömürgecilere isyan eden ve onların hiç durmayan makineli tüfeklerine karşı elde bayrak cesaretle. Kahramanca koşan vatanseverlere verilen itibarlı bir sıfattı. Yirmi küsur yıl adaya sokulmama cezasının bir başka sonucu, çok sevdiğim aslan gibi iki oğlumun tam dili öğrenecekleri yaşlardayken adaya gelememeleri ve sonunda değil Mingerce konuşmak, bu büyülü lisanın tek kelimesini bile öğrenememeleri olmuştur. "Ana dilinizi öğrenin!" diye çabalamama, onlara çıkışıp Mingerce öğretmeye çalıştığım zamanlarda bana ailede kraliçe dâhil (ve annemle ben hariç) kimsenin Mingerce bilmediğini ve benim anneanneleriyle Türkçe konuştuğumu hatırlatır, ana dillerinin Türkçe değilse İngilizce olduğunu gülümseyerek söylerlerdi. Oğullarımın benim Minger sevgimle dalga geçmeleri hatta bazen alay etmeleri ve avukata söylediğim gibi babalarının her seferinde onlardan yana çıkması, evliliğimin de boşanmayla sonuçlanmasına yol açmıştır." ( s. 525)
Bu satırlarda yazarın Mustafa Kemal siperi arkasına saklanarak yaptığı tahkimat, hiçbir kitabını baştan sona okuyamayan ancak kitaplarının pazar payında asla ihmal edilemeyecek kadar kalabalık bir yer tutan ve daha komiği  "Atatürk milliyetçisi" olduğunu sanan "laikçi teyze"lerin gazabından korkunun tezahürü olsa gerek!..
***
"Hayalî bir Ada Devleti"nde 1901 yılında ortaya çıkan veba salgınını anlattığı iddia edilen bir kitapta bu ibarelerin ne işi var? 1915 ve 2000’li yıllara gönderme yapan bu ifadeleri "çarpıtma" veya "ihanet"ten farklı bir anlamla tarif edecek başka kelime var mı? Benim lügatimde, bunun karşılığı bellidir: "Türkçede yok ve fakat Mingercede var." diyenler yazsınlar da, lügatim zenginleşsin!
HÜKÜM
"Bir konferansta Mingerli dostlarımın bu ilkel ve çirkin şakalarından şikâyet edince çok değer verdiğim Hollandalı bir Orta Doğu ve "Levant tarihi profesörü:  "Çok büyük haksızlık!" demişti bana alaycılıkla. Arkadaşlarınız gerçekten sizi tanısalardı, herkesten daha çok sizin Minger milliyetçisi olduğunuzu bilirlerdi." (s. 525) sözleriyle kendisinin "en hakiki milliyetçi" olduğunu kitabın hayalî anlatıcısından ağzından kendisine yakıştıran Orhan Pamuk’un zihin dünyasının epeyce karmakarışık olduğunu anlıyorum. Bu konuyu psikanalitik olarak değerlendirecek psikiatr meslektaşlarımın çok ilginç reçeteler yazabileceğini sanıyorum. Değerlendirmemi, Orhan Pamuk’un pek sevdiği bir tarz ile Enver Paşa, Talat Paşa ve tehcir olayında görevlendirilmiş dedem Musa Bice’nin ağzından bir sesleniş ile bitireyim:
"Eyyy Orhan Pamuk!.. Dünyada 'çok satan yazar' hâline getirilmişsin ancak bu toprakların övüneceği bir isim olamamışsın; ve ol-a-mayacaksın!.."
Şu sözler ise benim yüreğimden dökülenlerdir: "Bu da sana yetsin, dert olarak!.."