HÜSEYİN NİHÂL ATSIZ’IN FİKİRLERİ

11 Temmuz 2020 14:32 Dr.Cihan ÖZDEMİR
Okunma
9522
HÜSEYİN NİHÂL ATSIZIN FİKİRLERİ

HÜSEYİN NİHÂL ATSIZ’IN FİKİRLERİ

Dr. Cihan Özdemir*

Atsız’ın eserleri ve fikirleri üzerinde çalışmış pek çok araştırmacı, onun eserlerinin ve fikirlerinin merkezinde Türkçülük ülküsünün bulunduğuna işaret eder. Örneğin İsa Kocakaplan, Türkçülük ülküsünün Atsız ve eserlerindeki önemli yerine şöyle işaret eder:
“Atsız’ın eseri, onun Türkçülük ülküsü etrafında bir daire oluşturur. Bu bakımdan, onun şiirlerinde ülkü için ölmek önemli bir yer tutar. Ülkü uğrunda savaşanlar için ölüm korkulacak bir olay değildir. Aksine ülkü için ölünmelidir. İnsan, ülküsü yolunda öldüğü zaman, sanki Tanrı’nın eli ona değer. Tanrı’ya kavuşmak gibi bir ödül, ölümü sevdirmeye yeterlidir.”(1)
Kocakaplan, yukarıdaki yorumunu, Atsız’ın “Kömen” şiirinden aldığı bir dörtlükle de destekler:
“Ülkü uğrunda gönüller delidir
Kişiler ülkü için ölmelidir.
Tanrı’nın insana değmiş elidir,
Şu ölüm adlı güzel şey... Saralım.”(2)
Atsız’ın kişiliğini, hayata bakışını, fikirlerini, çatışma ve tartışmalarını; edebî eserlerini gereği gibi değerlendirebilmek için, her şeyden önce “Türkçülük”ün (Türk ülküsünün) onun için ne anlam ifade ettiğini anlamanın önemine, Ahmet Bican Ercilasun da işaret ediyor:
“Atsız, her şeyden önce bir ülkü adamıdır. Onun birinci vasfı ülkücülüğüdür. Bütün faaliyet sahâlârı; tarihçiliği, edebiyat araştırıcılığı, romancılığı gibi şairliği de bağlı bulunduğu ülkünün mihveri etrafında döner.” (3)
Yukarıdaki izahlardan anlaşılacağı üzere, Atsız’ın yüklediği metafizik unsurlarla zenginleştirerek beşerî bir ideoloji niteliğinden çıkarıp, Türklük için bir inanç sistemi görünümüne büründürdüğü Türkçülük anlayışı(4)), onun bütün hayatına ve eserlerine yön vermiştir. Bu gerçeği gördüğümüzde, Atsız’ın birey olarak, dönemin Cumhurbaşkanı’na (İsmet İnönü), Başbakan’ına (Şükrü Saraçoğlu), Millî Eğitim Bakanlarına (Reşit Gâlip, Hasan Âli Yücel), üniversite yöneticileri ve hocalarına (Edebiyat Fakültesi Dekanı Ali Muzaffer, Prof. Dr. Fuad Köprülü, Prof. Sadri Maksudî Arsal), sivil mahkemeler ve sıkıyönetim mahkemeleri savcı ve hâkimlerine hangi sebep ve cesaretle karşı koyabildiğini, kafa tutabildiğini anlamak hiç de zor olmayacaktır. O, “kesin inançlı” bir kişidir. Bu yüzden, inançlarına (Türkçülüğe) hangi mevki sahibinden hangi cepheden saldırı gelirse, derhâl kendisini görevli kabul ederek (durumdan vazife çıkararak) karşı atağa geçmekte tereddüt göstermez. Bu davranışın onun ya da ailesinin başına açacağı dertleri de umursamaz. Çünkü o haklı ve kutlu bir mücadeleye girişmiştir, Türkçülük inancı uğruna savaşmaktadır ve bu inancın temel ilkelerinden birisi, düşmana saldırıp, bir daha geri dönmemektir. Atsız bu görüşünü, henüz genç bir asistanken yazdığı “Kahramanlık” (1932) başlıklı şiirinde şöyle ifade eder:
Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir,
Ne de güneşler gibi parlayıp sönmemektir.
Bunun için ölüme bir atılış gerektir.
Atıldıktan sonra da bir daha dönmemektir...(5)

“Türklerin Türküsü” başlıklı şiirinde de Atsız’ın aynı görüşünü ifade ettiği görülmektedir: O, Türkçülük yolunda, gerektiğinde ölümü göze almış inançlı bir savaşçıdır:
Dilek yolunda ölmek Türklere olmaz tasa,
Türk’e boyun eğdirir töreyle yasa;     
Yedi ordu birleşip karşımızda parlasa
Onu kanla söndürüp parçalarız, yeneriz.
             
Delinse yer, çökse gök, yansa, kül olsa dört yan,
Yüce dileğe doğru yine yürürüz yayan.  
Yıldırımdan, tipiden, kasırgadan yılmayan,
Ölümlerle eğlenen tunç yürekli Türkleriz...(6) 
Atsız, inandığı “Türkçülük akidesi”nin en temel esasını “her zaman, her yerde ve her işte Türklüğün çıkarını gözetmek” şeklinde ifade eder. O âdeta, pergelin sabit ucunu bu esas üzerine koyarak, diğer ucunu Türklüğün tarihi, coğrafyası; siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik meseleleri üzerinde gezdirir. Bunun tabii sonucu, bütün bu alanların Türkçü bir bakış açısıyla incelenip değerlendirilmesi şeklinde ortaya çıkar.
Atsız’a göre, tarihte 16 devlet kurduğumuz görüşü, saçma ve Türk milletini küçültücü bir iddiadan ibarettir. Çünkü bu kadar devlet kurmak, tek bir devleti yaşatmayı başaramamak anlamına gelir ki, bu da Türk milletinin tarih içindeki beceriksizliğini gösterir. Gerçekte Türkler, biri ana vatan Orta Asya’da, biri de onun batısında (Ön Asya’da) olmak üzere iki devlet kurmuştur; ancak bu devletler değişik dönemlerde farklı hanedanlar ve rejimlerle yönetilmiştir.(7)
Atsız’ın tarihçiliğe bakış açısı da Türkçülük inancı ile yakından ilgilidir. O, tarihle uğraşanların, daima millî fayda ilkesini göz önünde tutması gerektiğini düşünür. Böylece tarihçilere ve tarihçiliğe de bir misyon yüklemiş olur: “Tarih, millî terbiye vasıtasıdır ve her millet, kendisine göre, uygun bir tarih tarzı bulmalıdır.”(8 Türk milleti için bu tarz, en başta askerî hâdiseleri, büyük meydan savaşlarını ve kahramanların hayatlarını anlatmak şeklinde olmalıdır.(9) 
Atsız, Türkçülük ile Turancılık ve vatan kavramları arasında da doğrudan bir ilişki kurar. “Türkçülük ve Siyaset” başlıklı makalesinde bu ilişkiyi şöyle açıklar:
“Türkçülük bir ülkü, siyaset ise iktidara geçme taktiğidir. Bu sebeple, bir ana inanç ve ana düşünce olan ülkü (Türkçülük), asla değişmediği hâlde, siyaset yani taktik her zaman değişir (...) Türkçülük bugün siyasî değildir. Fakat bir gün siyasî bir kuruluş durumuna gelirse, bütün Türkleri kurtarıp birleştirecek bir program ile ortaya çıkacaktır (....) Çünkü Türk milleti bir bütün olduğu için Türkçülük, ancak ve yalnız, bütün Türkleri içine alan bir milliyetçilik davasını ülkü edinir.”(10)
Atsız’ın işaret ettiği bu millî ülkünün adı, Turancılıktır. Bir başka makalesinde de Turancılık kavramını tanımlar: Turancılık, dünya Türklüğünü, tarihî mirasları da dâhil olduğu hâlde tek devlet hâlinde birleştirmek ülküsüdür. Ona göre bu ülkünün gerçekleşebilmesi için, öncelikle tutsak yaşayan soydaşların kurtarılması gerekir. Bu amaçla girişilecek bir savaş, Türk milletinin en insani ve en yüksek düşüncesinin sonucu olacaktır(11). Bu sonuca ulaşıldığında ise ortaya “Turan” denen vatan coğrafyası çıkacaktır. Atsız’a göre, Türkçülüğün siyaset alanındaki görünüşünden ibaret olan Turancılık, yakın gelecekte amacına ulaşacaktır ve Turan, yine bütün Türklerin vatan coğrafyası hâline gelecektir.(12) O, bu konuda Ziya Gökalp’tan farklı düşündüğünü belirterek, Gökalp’ın Türkçülüğünü eskimiş ve eksik bulur.(13)
Atsız, “ırk birliği” esasına dayalı bir millet tanımı yapar. Irk birliğinin ölçüsü olarak da kan bağını esas alır. Ancak kan bağının da ırkın oluşmasında tek başına yeterli olamayacağını düşünür. Irkların binlerce yıllık bir süreç sonunda meydana geldiğini belirterek “zaman” faktörüne dikkat çeker: “Binlerce yıllık tarihî hayatların milletlere verdiği bir terbiye vardır ki o öyle birkaç yılda ve hatta asırda elde edilemez.”(14) diyerek ırkı, sırf fiziki ve biyolojik bir varlık olarak görmediğini ifade eder. “Türk”ü tanımladığı başka bir yazısında da ırk kavramının kapsamını biraz daha genişletir: “... Türkler ise Türk soyundan gelenlerle, Türk soyundan gelmişler kadar Türkleşip kendini o soya bağlayan ve beyninde hiçbir yabancı ırk düşüncesi bulunmayan fertlerin topluluğudur.”(15) Atsız, kan bağı ve ırk birliği ölçütlerini önemsemekle birlikte, Türklük şuuruna sahip olan ve başka bir ırkın şuur ve özleyişini taşımayan Türkleşmiş kimseleri de Türk kabul eder. Örneğin; “Babası Arnavut olan Mehmet Âkif’i Türklük dairesinden çıkarmayı, hiçbir Türkçünün aklına bile getiremeyeceğini” söyler. Ancak Türk kanından, isterse başka bir soydan gelip Türkleşmiş birisi olsun; bir kimsenin gerçekten Türk milletine mensup sayılabilmesi için evinde Türkçe konuşmasını da bir şart olarak ileri sürer.(16) Atsız, bu şartı, Türklük şuuru taşımak ve Türk kültürünü benimsemek şartıyla birlikte Türklüğün vazgeçilemezlerinden sayar.(17)
Atsız, “Türk sayılabilme”nin şartlarını belirttikten sonra, bu şartları taşıyan bir Türk’ün izleyebileceği tek yolun Türkçülük olduğunu söyler. Çünkü ona göre dışarıdan gelmemiş yerli ve millî olan tek ülkü, Türkçülüktür.(18) Türkçülüğün iki temel düsturu da sık sık belirttiği üzere, “ırkçılık” ve “Turancılık”tır. Irkçılık kavramını, Türk ırkının bütün ırklardan üstün tutulması olarak tanımlayan Atsız, çeşitli makalelerinde bu konu üzerinde durur ve ırkçılığın nasıl anlaşılması, ırkçıların ferdî ve sosyal hayatlarında nasıl davranmaları, nelere dikkat etmeleri gerektiğini açıklar:
“Irkçılık ilk önce bir millî savunma vasıtasıdır: Türk elindeki azınlıkların kendi aralarında gizlice yürüttükleri ırk şuuruna karşı bir koruma tedbiridir (....).
Irkçılık aynı zamanda bir hıfzıssıhha meselesidir. Karışmak, daima üstün tarafın aleyhine olduğundan üstün bir ırk olan Türk ırkı, aşağı ırklarla karıştığı zaman ortaya çıkan melezlerde Türk’ün bazı üstün vasıfları kaybolmakta, aşağı ırkın iptidaî vasıflarından bazıları onun yerini tutmaktadır (...)
Irkçılık en nihayet bir tarihî şuur meselesidir. En eski Türk devletlerinden başlayarak kısa ömürlü cumhuriyet devrinin sonuna kadar gördüğümüz binlerce örnek, devlette mühim mevkilere geçirilen yabancı kanlıların ihanetlerini göstermektedir. Bütün bunlara bakarak Türkçüler, ırkçılığı değişmez prensip olarak kabul etmişlerdir.”(19)
Bu yazısının devamında, kendisinin ırkçılık anlayışının, bazılarının benimsediği şekilde insanları ölçüden ve laboratuvar muayenelerinden geçirerek hangi milliyete mensup olduklarını tayin etme esasına dayalı ırkçılıkla bir ilgisi bulunmadığını söyler. Irkların karışmasının tarihî bir realite olduğunu bilen Atsız’ın itirazı, bu karışmanın sürekli bir ırkın aleyhine gerçekleşmesinedir. Çünkü bu durumda bir zaman sonra o ırk, tabiatı bir daha düzelmemek üzere bozulacaktır.(20)
Atsız’ın ırkçılık anlayışının önemli ilkelerinden birisi de “savaşçılık”tır. Ona göre, her ırk, varlığını koruyabilmek, yaşayabilmek için çarpışmaya mecburdur. Romanlarında, hikâyelerinde ve şiirlerinde geniş yer verdiği bu tema, Atsız’ın makalelerinde de üzerinde sıkça durduğu bir konudur. Örneğin “Veda” başlıklı makalesinde savaşın gerekçesini şöyle açıklar:
“Varlığımızı korumak, haklarımızı almak için her zaman çarpışmaya mecburuz. Çarpışmaya mecburuz demek, asker olmaya mecburuz demektir.” (21)
Görüldüğü gibi Türkçülük inancı, Atsız’ı ırkçılık anlayışına; ırkçılık, savaş fikrine; savaş da tabiî olarak askerliğin önemi ve gerekliliği sonucuna götürmüştür. Bu yüzden hem edebî eserleri hem de düşünce yazılarında Atsız’ın askerlik mesleği ve asker/savaşçı şahsiyetler üzerinde sıkça durduğuna şahit oluruz. Ona göre ırkçılık, gerçeklerden hareket eder. Bu sebeple ırkçılar, “yaşamak için kavga” kanununun, dünyanın sonuna dek devam edeceğine inanır; askerliğe karşı saygı duyar ve Türk ırkının “askerî millet” olma geleneğini geliştirme amacı güder. Atsız, askerliği “çarpışma ve yaşamaya hak kazanma bilimi” olarak tanımlar. Askerliğin tek gerçek bilim olduğunu ve diğer bütün bilimlerin onun yardımcısı olduğunu iddia eder. İkinci Dünya Savaşı devam ederken, İtalyan diktatörü Benito Mussolini’nin Türk topraklarına göz diktiğini ima eden bir beyanatı üzerine, Atsız’ın ona hitaben yazdığı “Davetiye” başlıklı şiirinde savaş ve savaşçılık temaları üzerinde durduğu görülür.
“Buyursunlar... Bizim için savaş düğündür;
Din Arap’ın, hukuk sizin, harp Türklüğündür.
Açlar nasıl bir istekle koşarsa aşa
Türk eri de öyle gider kanlı savaşa  

Hem karadan hem denizden ordular indir! 
Çarpışalım, en doğru söz süngülerindir  
Kalem, fırça, mermer nedir? Birer oyuncak
Şaheserler süngülerle yazılır ancak!” (22)

“Yakarış” şiirinde de aynı tema işlenir. Şair Atsız bu şiirinde ırkının hayat karşısındaki tavrının askerce olduğunu ifade eder:
Anlamayız hayatı felsefeyle, ilimle;
Hayat çelik ellerle atılan zar olmalı.
Rahat yatakta ölmek acap olmaz mı çile?
Kanlı sınır boyları bize mezar olmalı.
      
Gam mı ceylan gözlüler bizlere yâr olmasa?
Yeter ki kılıçlarla süngüler yar olmalı.
Rahat yatakta ölmek sanki değil mi tasa?
Savaş ve er meydanı bize mezar olmalı.(23)
Türkçülerin “Türk ırkına, devletine, yurduna, mukaddesatına, şerefine fenalık etmiş her millete, her dine, her rejime, fikre, cemiyete, ferde düşman olduklarını” belirten ve “Kinimiz, dinimizdir.” diyen(24)  Atsız, Türk gençliğine hitaben yazdığı bir şiirinde de düşmanları ve düşmanlıkları bertaraf etmenin tek yolu olarak “savaş”ı gösterir:
Atadan kalmış olan kılıcı iyi bile    
Onu bütün gücünle vuracaksın çağında.
Savaş... Bunun tadını ey Türk sen bulamazsın,
Ne sevgili yanında, ne baba ocağında.
Savaşmaktan kaçınır kim varsa alnı kara,
Kan dökmeyi bilenler hükmeder topraklara...
Kazanmanın sırrını bilmiyorsan git, ara
“Çanakkale ufkunda, “Sakarya” toprağında.”(25)

Türkçülük/ırkçılık anlayışından hareketle Atsız, “asker millet” özelliğine sahip Türk ırkının, tabiatında bulunan üstün yetenekleriyle “fetih yapma hakkı” olduğunu iddia eder. Çünkü ona göre tabiat kanunları için geçerli olan Darvinci açıklama, ırklar arasında da geçerlidir: “Millet, âdeta gayrişuurî olarak dünyaya yayılıp hâkim olmak ister. Fakat yayılırken başka milletlerin mukavemetine çarpar. Böylelikle aralarında savaş başlar. Sonunda güçlüler kazanır (.....) Büyümek istemeyen millet küçülmeye mahkûmdur. Saldırmayan millete saldırırlar (.....) Bir millet için en büyük tehlikelerden biri barış ve dostluk afyonu yutarak uyumaktır.”(26)
Türk ırkının geleneğinde “askerlik” özelliği bulunduğunu yazılarında sıkça ifade eden Atsız, modern Türk toplumunun sosyal hayatında “disiplinlilik” ilkesine önem verilmesini ister. Onun sözcüsü olduğu Türkçülük inancı, “disiplinli millet”ten yanadır. “Disiplinli millet (ise) fertlerin devlete, devletin de fertlere zarar vermeyeceği karşılıklı hak ve vazifeler sistemini kabul etmiş millet demektir.”(27) Sosyal düzenin işleyişinde disiplinli olmayı öneren Atsız Türkçülüğüne göre, böyle bir düzende baskı ve zorbalığın ya da hürriyet sarhoşluğunun yeri olmayacak; milletin ahlâk, gelenek, şeref ve arzularına aykırı hiçbir şey yapılamayacaktır. Çünkü, “Disiplinli millet; hayat telâkkîsi, mukaddesatı, zevki, bayramı, kederi ve hatta kılığı ve takvimi belli millet demektir.”(28)
Atsız, “disiplinli millet” anlayışına, birçok makalesinin yanı sıra, edebiyat incelemelerinde ve edebî eserlerinde de temas etmiştir. Örneğin Türk Edebiyatı Tarihi’nde, “disiplin” ve “itaat” özelliklerinin, Türk milletine Mete’nin mirasları olduğunu belirtir:
“    Mete, Türk milletini yaratan insandır. Savaşta enerji, dâhilde disiplin, millî bir itaat ruhu ve devletçilik gibi vasıflar Türk milletine Mete’den kalan yadigârlardır.”(29)
Bozkurtların Ölümü romanında Kür Şad ve Işbara Alp’ın çerileri; Bozkurtlar Diriliyor’da Kutluk Şad ve Tonyukuk’la istiklal hareketini gerçekleştiren Göktürk savaşçıları; Deli Kurt’ta Deli Kurt Murad, Çakır ve Evren’in temsil ettiği Türk sipahileri; Dalkavuklar Gecesi’nde Başkumandan Tutaşil ve çevresindeki bir avuç “Halis Hatti” savaşçısı ve Ruh Adam’da, Leylâ’nın bir Osmanlı prensesi olduğunu öğrenince, sergilediği saygılı tavırlarıyla romanın başkişisi Selim Pusat, disiplinli ve itaatli kişilikleriyle takdim edilirler.
Disiplini “körü körüne itaat” olarak tanımlayan Atsız’a göre, böylesi bir”… itaatta en büyük yaratıcı şuur gizlidir. Buhranlı anda, ölüm karşısında, tartışmakla hiçbir güçlük çözülemez. İtaat edilen yanlış karar bile, tartışılan doğru karardan daha verimlidir.”(30)
Sosyal düzenin işleyişinde “disiplin” ve “itaat” kavramlarını vurgulayan; Türk milletini “asker millet” sıfatıyla niteleyen Atsız, bu düşünüşünün tabii sonucu olarak “militarist demokrasi” anlayışına ulaşır. Aslında o, seçkin Türk ve Türkçü soyluların yönetimde olacağı bir sistemin özlemi içindedir. Çünkü bir çoğunluk rejimi olarak tanımlanan demokrasinin, aşırı hak ve hürriyetler sağlayan bir demokratik yapının, “Türklük düşmanı azınlık mensupları”nın yönetime gelmesine imkân vereceğine, Türk devletinin ve milletinin parçalanmasına yol açacağına inanır. Ayrıca demokratik ortamda, “ayak takımının” iktidara gelme ya da zararlı fikirlerin yeşerme riski bulunduğunu da belirtir.(31) Bu yüzden, ille de demokrasi olacaksa; en azından kanun hâkimiyetinin en katı şekilde uygulanacağı bir demokratik yapının oluşturulmasını ister. Zaten ona göre kanunların yapılış ve varoluş sebebi de hürriyetleri sınırlamak, “insanları hayvanlıktan kurtarmak”tır:
“Kanunlar kötülük yapmak hürriyetini, toplumu yıkmak hürriyetini, ihtikâr hürriyetini önlemek için yürürlüktedir. Bir toplumu diri tutmak için gerekirse fikir hürriyetine de gem vurulur.” (32)
Atsız, demokrasi kavramı içinde düşünülen ve kanunlarca yasaklanmamış kimi hak ve hürriyetlerin, kişiler ya da gruplarca istismar edilip, devlet ve millet çıkarları aleyhine kullanılması durumunda, bunların iktidar tarafından askıya alınmasını oldukça tabii, hatta gerekli bir uygulama olarak kabul eder. (33)
Atsız’a göre bir milletin gelişmişlik ölçülerinden birisi de sağlam bir hukuk sistemine sahip olmasıdır. Devlet, “kanuna saygıyı inanç hâline getirmek için, her türlü tedbirin alınmasıyla” yükümlüdür. Atsız, kanunların tercüme yoluyla değil, millî örfe ve çağdaş hukuk prensiplerine dayalı olarak hazırlanmasından yanadır: “Kanunlar, devleti, milleti, millî kültürü, ahlâkı, düzeni, aileyi, fertleri, şerefi ve hakları koruyacak nitelikte olmalı; adalet ölçüsü en kesin terazi ile sağlanmalıdır.”(34)
Siyasi konularda olduğu gibi, sosyal meseleleri de Atsız’ın, Türkçülük perspektifinden değerlendirdiğine, yukarıda değinmiştik. Bu inançtan hareketle Türk milletini “askerî millet” olarak niteleyen Atsız’ın, toplumsal yapıda “itaat” ve “disiplin”  kavramlarını vurgulamakla yetinmediği; böyle bir sosyal yapıya nasıl ulaşılacağı konusunda çeşitli fikirler de önerdiği görülmektedir. Bu fikirler arasında, eğitimle ilgili olanları oldukça ilginçtir.  Ona göre, eğitimde, millî/askerî terbiyeye sahip nesiller yetiştirilmesi, temel hedef olarak kabûl edilmelidir. Bu hedefe ulaşabilmek için önerdiği yöntem ise, orta ve yükseköğretim kurumlarının idaresinin Millî Eğitim Bakanlığından alınarak Erkânıharbiyeye verilmesidir. Bu yolla, askerî bir anlayışla verilecek katı bir eğitim sayesinde, disiplinli nesiller yetiştirmek mümkün olabilecektir(35).
Gençliğin yetişmesinde model şahsiyetlerin çok önemli bir rolü olduğunu düşünen Atsız, bu sebeple, öğretmenlere büyük sorumluluk düştüğüne inanır. Disiplinli, ahlaklı öğretmenlerin rehberliğinde ideal gençliğin yetiştirilebileceğini belirterek, bu mesleğe gireceklerin seçiminde son derece duyarlı davranılması gereğine işaret eder:
Öğretmen ahlak bakımından mükemmel bir insan olmalıdır. Yani seçkin bir zümreden olmalıdır. Hâlbuki bizde herkes öğretmen olmuştur. Ne ilkokul öğretmenleri için ne de ortaokul ve lise öğretmenleri için bir karakter seçimi yapılmıyor. Yalnız icap ettiği zaman bir imtihan yapılıyor, bunda da çok defa haksızlık oluyor (......) Öğretmen olacak gençleri ırk, karakter, aile bakımlarından da gözden geçirmek gerekmez mi? Hattâ öğretmen olacak bir gencin ırkı, bilgisinden daha önce gelmez mi? (.......) Askerî okullara girecek talebelerin nasıl Türk ırkından olması şartsa, öğretmenlerin de Türk ırkından olması, öylece şart olmalıdır. Bundan başka ahlâkî hususiyetleri nedir, bazı zayıf tarafları var mıdır, talebe nazarında gülünç bir tip midir, bütün bunlara da dikkat edilmelidir........” (36)
Atsız’a göre sosyal açıdan önemli bir işlevi yerine getiren öğretmenlerin hayat şartları ve çalışma ortamları da işlevlerinin önemine uygun düzeyde olmalıdır. Atsız’ın bu konuda gerçekçi bir bakış açısına sahip olduğu görülmektedir:
“Gerçek anlamda, öğretmen, önemli bir şahsiyettir. Bugünü ve yarını sağlandıktan sonra kendisinden ciddiyetle iş istenmelidir. Okuldan dün çıkmış, çocuk yaştaki ilkokul öğretmenlerini binasız, araçsız, ilkel köylere gönderip beş sınıfın dersini birden okutmaya zorlamakla maarifçilik yapılmaz. Önce sağlam ve sıhhî bir okul, okulun bütün araç ve gereçleri sağlandıktan sonra Millî Eğitim Bakanlığı ‘Okul açtım’ demek yetkisini kazanacaktır.”(37)
Atsız, eğitim kurumuna ve öğretmenlik mesleğine de Türkçülük açısından bakar ve birtakım sorumluluklar yükler. Ona göre, ülkenin geleceğinde “soysuz aydınlar” görülmek istenmiyorsa, bugünden gerekli tedbir alınmalı ve okullarda Türkçü öğretmenlerle millî bir eğitim programı uygulanmalıdır. Bu amaçla, “milliyetçiliği aşılama, millî rûhu yükseltme” işlevleri bulunan edebiyat, tarih ve felsefe gibi derslerin içerikleri, “millî şuur açısından” yeniden düzenlenmeli; öğretmenliği sadece geçim kaynağı olarak gören, işe yaramaz insanlar, Millî Eğitim teşkilatından tasfiye edilmelidir.(38)
“Millî Eğitim” başlıklı makalesinde ilköğretimden yükseköğretime kadar eğitim sisteminde gördüğü aksaklıkları oldukça objektif bir bakış açısıyla sıralayan ve bunların çözümü için önerilerde bulunan Atsız, makalesinin sonunda, görüşlerini şöyle özetler:
“Böyle yapılmaz da her nahiyede lise, her şehirde fakülte açmak yoluna gidilir, bütün lise mezunlarını üniversiteye alacağız diye bula bula mektupla öğretim yapmaya kalkışılır, bir köyün iki üç yüz çocuğunu tek öğretmenle idare etmeye bakılırsa, sonuç berbat olur.
Bugün Türkiye nüfusunun yüzde 70’i okuyor, ama buna okuma denemez. Yazı işaretleri şöyle dursun, yanlışsız satır yazamayan insanlar, büyük harfin nerde kullanılacağını bilmeyen üniversiteliler varken, Millî Eğitim başarı sağlayamamış demektir.
Başarı için, bugün bol bol ziyan edilen başarılı adamları su başlarına getirip sert tedbirler almak ve daima “Türkçü” kafa ile düşünmek lâzımdır.” (39)
Atsız, benimsediği Türkçülük anlayışına uygun olarak Türk kültürünün yaşatılması ve korunması konusunda son derecede duyarlı bir tavır takınır. Ona göre kültür, bir milletin gıdasıdır ve millî kültür tehlikeye düştüğü zaman, sosyal yapının “vitamini” azalmış, demektir. Böyle bir durumda ise zafiyet, çöküntü ve hastalıkların başlaması kaçınılmazdır. Türkiye’de müthiş bir kültür bunalımının yaşanmakta olduğunu belirten Atsız, devletin duruma müdahale etmemesi hâlinde, ülkede manevî bir kargaşanın doğacağını ve bir müddet sonra millî varlığımızın ortadan kalkacağını iddia eder. (40)
Millî kültür değerleri, kültürel yozlaşma ve kültüre yönelen tehditler gibi konular üzerinde Atsız, çok sayıda yazı yazmıştır. Bunlardan, “Millî Kültürü Koruma Kanunu” başlıklı makalesi, özellikle dikkat çekicidir. Çünkü bu makalesinde, başlığın da işaret ettiği gibi, Türk millî kültürünün bir çıkmaz içinde olduğunu izaha çalışır ve bu durumdan, ancak kanunî bir düzenleme ile çıkılabileceğini belirterek bir kanun taslağı önerir. Özellikle dil, alfabe, kişi, yer ve meslek adları; yabancı dillerden Türkçeye giren sözcükler; dil bilgisi ve tarih öğretiminin amaçları ile ilgili devletin üstlenmesi gereken görevler konusunda görüşlerini açıkladığı bu yazısında Atsız, Türkçenin korunmasını temel hareket noktası olarak seçmiştir.(41)
Atsız, millî kültür kavramı içerisinde kabul ettiği Türk musikisine ve mimarisine; komutan, yönetici ve kültür adamı olarak başarılı olmuş tarihî şahsiyetlere, bunlardan miras kalan eserlere ve millî sembollere de sahip çıkılmasını ister. Bu tür kültür değerlerinin canlılığını koruması sayesinde, millî benliğin muhafazasının mümkün olabileceğine inanır.
    Atsız’a göre müzik, millet hayatındaki vazgeçilmez unsurlardan birisidir ve Türk milletinde müzik geleneği, Hunlar çağına kadar uzamaktadır. Bu konuda yazdığı makalelerinden birisinde Atsız, Türk müziği hakkındaki görüşlerini şöyle ifade eder:
Türk müziği, cihan devleti kurmuş bir milletin ruh olgunluğunu gösteren ağırbaşlı bir müziktir. Tabii onun her parçasına güzel denemez. Batı müziğinin her parçasına da denilemeyeceği gibi... Güzelin tarifi pek yoktur. Çünkü güzelin tartısı ve ölçüsü yoktur. Görende, duyanda büyük estetik tesir yapan şey güzeldir. Bu sebeple bir Türk’ün güzel bulduğu şeyle bir Batılınınki, bazen bir olsa da çok defa aynı değildir.
Bizim müziğimizin büyük üstadlarından biri Itrî’dir. Millî ruhu terennüm etmiş, Türk’ün duygusunu dile getirmiştir. Itrî bir mazidir, semboldür. Türk müziğinin devidir. (.....)
“Muhteşem bir tarihin müziğini küçük görmek o muhteşem maziyi de küçük görmek, kendisini bu milletten saymamaktır.”(42)
Atsız, millî kültür değerlerinin korunmasında Kültür Bakanlığına önemli görevler düştüğüne inanır. Bu görevler arasında, bazılarını özellikle vurguladığı görülür. Örneğin, Bakanlık, “milleti ruhlandırmak için” gerekli eserleri yayımlamalı; kendileriyle ilgili anma töreni yapılacak tarihî Türk büyüklerini ya da millî kültüre hizmet etmiş yaşayan şahsiyetleri ve önemli anma günlerini tespit etmelidir. Böylece “Türklük ruhu” ve “millî şuur” yok olmaktan kurtarılabilecektir. (43) 
Millî sembollere saygı gösterilmesi, Atsız’ın duyarlı olduğu konulardan birisidir. Çünkü ona göre millî semboller, millet hâlinde yaşamanın şartlarındandır:
“Medenî insan milletçe kutlu sayılan canlı veya cansız varlıklara da saygılı davranır. Kutlu sayılan nesneler bayrak gibi, arma gibi, millî marş gibi, şeref ve namus gibi şeylerdir. (......) Milleti millet yapan kâidelerin içinde millî semboller de bulunduğu için bir milleti yıkmak isteyenler, onun millî sembollerine de hücum ederler.” (44)
Atsız’ın Türkçülük anlayışı, onun din konusundaki görüşlerini de etkilemiştir. O, Tanrı inancı ve dolayısıyla dinin, fert ve milletler için vazgeçilemez bir dayanak olduğunu düşünür. Bu düşünceye bağlı olarak da “Türk dünyasının dayandığı iki esaslı temelden birisini teşkil eden İslâm dininin, millî varlığımızın ayrılmaz bir parçası olduğuna...” inanır (45) Milletin oluşumundaki önemli unsurlardan birisi olarak kabul ettiği din konusunda Atsız, pek çok yazı yazmıştır. Örneğin “Türkçülüğün Önemli Meseleleri” başlıklı makalesinde, Türklük-İslam dini münasebeti üzerindeki tespit ve değerlendirmelerini Türkçü bir bakış açısıyla topluca ortaya koyduğu görülür:
Hiç şüphe yok ki, Türklerin dini Müslümanlıktır. Eski dinimiz olan Şamanlıktan da bazı unsurlar alarak bir Türk Müslümanlığı hâline gelen bu din, on yüzyıldan beri bizim millî dinimiz olmuştur. Bununla beraber, Türk olmak için, mutlaka Müslüman olmaya lüzum yoktur. Çünkü bugünkü Türkler arasında birkaç yüz bin şaman, birkaç yüz bin Hristiyan ve hatta birkaç bin Musevî Türk (Karayımlar) de vardır. Din ayrılığı yüzünden bunları Türklükten çıkarmaya hakkımız yoktur. Zaten Hristiyan Türkler olan Gagavuzların Türkiye’de yerleşenleri, çoğunlukla Müslüman olmuşlardır. Onlar bunu Türklüğün vazgeçilmez bir şartı saydıkları için yapmışlardır.” (46)
Atsız, gelecekte kurulacağını hayal ettiği siyasi bir Türk birliği oluşumunda farklı dinlere inanan bu Türklerin de tabii şekilde İslam’ı benimseyeceklerini düşünür. Başka bir ifadeyle din ayrılıklarının Türk birliği idealine ulaşma yolunda bir engel oluşturmayacağına inanır. Öte yandan, Müslüman Türkler arasındaki mezhep ihtilaflarının (Sünni-Şii) da tarihte kaldığını ve günümüz Türk toplumunda söz konusu ihtilaflara yer olmadığını belirtir:
“Bunların hepsi Müslüman Türk’tür ve Müslümanlığı anlayıştaki içtihat farkları, artık Türkler arasında ikilik doğuramaz.” (47)
Atsız, bilim adamlarının da tespitlerini kanıt göstererek dinin ruhi bir ihtiyaç olduğunu ileri sürer. İnsanlığın ilkel dönemlerinden beri, varlığı bir gerçek olan din uğruna, tarih boyunca birçok korkunç savaş yapıldığını ve kırgın yaşandığını söyler. Ancak “medeni dünyada din, fertlerin vicdanına sığınmış bir kanaat olarak saygıdeğer bir yer kazanmıştır.”  Artık medeni insanlar arasında din tartışması yapılmamaktadır. Medeni insan, başkalarının inancına saygı göstermekte, kimseyi propaganda ile kendi dinine çağırmamaktadır. Dinler hakkında seviyesiz, polemik yazıları değil, ancak bilginlerin etütleri yayınlanmaktadır. (48)
Atsız, Cumhuriyet Dönemi’nde siyasî iktidarların dinle ilgili politikalarını da çeşitli bakımlardan eleştirir. Kuruluş Dönemi’nde “artık görevi ve faydası kalmamış, Arapçı ve Arapçacı softa takımı tasfiye olunurken, milletin manevî ihtiyacı düşünülerek” modern çağın şartlarına uygun din adamları yetiştirecek, nitelikli bir din okulunun açılmamasını, hatalı bulur:
“..........Milletin manevî ihtiyacı düşünülerek asrî din adamları yetiştirecek özlü bir din okulu açılsaydı, bugün il ve ilçe merkezleri, doktor pâyesine erişmiş din adamlarıyla dolar, bunlar köyleri de kontrol ederek yobazlığa engel olur ve İstanbul gibi şehirde çatalı ve radyoyu haram eden beyinsizler halka vaaz edemezdi.” (49)
Atsız’a göre “...... sosyal bir müessese olan din, hayatla birlikte yürür. Onu donduran, hayatın icaplarına uydurmayarak toplumu geri bırakan yobazlardır.” (50) Tarihte ilim ve akla önem veren mezhep (örneğin Mutezile) ve fırkalar da çıkmış ancak yaşama imkânı verilmediği için bunlar yok olup gitmiştir. Öte taraftan da Sünnilik ve Şiilik mücadeleleri içerisinde Türk milletinin enerjisi heba olmuştur. Dinin ayrıntıları üzerinde yüzlerce yıldan beri yapılan tartışmalara rağmen, Müslümanlar fikir ve kanaat birliğine varamamıştır. Atsız, bu durumda tutulacak yolu, açıkça ortaya koyar:
“O hâlde bunun tek çaresi, dini şahısların vicdanına bırakarak teferruatla uğraşmamak, birbirinin inanç ve tefsirine, anlayışına karışmamaktır.”(51)
Atsız, dinin siyasi bir enstrüman gibi kullanılmasını da şiddetle reddeder. Bu tepkisinin kaynağı, hem onun din anlayışı hem de sahip olduğu Türkçülük inancıdır. Çünkü o, Türkçü kimliğiyle her türlü enternasyonalist/evrenselci anlayışa karşıdır. Bu yüzden, siyasi ümmetçilik fikrini de kabul etmemesi, onun inanç ve düşünce mantığı içerisinde anlaşılabilir bir tutumdur. Atsız, siyasi ümmetçilik fikrine sadece kendi anlayışına ters olduğu için değil, aynı zamanda günümüzde gerçekleşme şansı bulunmayan bir hayal olduğundan karşı çıkar:
İslam Birliği ve kardeşliği kuruntudur. Dinin baş unsur olduğu çağlarda bile gerçekleşmemişti. Bundan sonra, (Araplarla) araya bu kadar ihanet ve düşmanlık girdikten sonra, asla gerçekleşmeyecektir. Gerçekleşecek olan birlik İslam Birliği değil, Adalar Denizi’nden Altaylar’ın ötesine kadar Türk Birliği olacaktır.” (52))
Görüldüğü gibi Atsız, Türkçülüğe dayanan Turan idealinden başka, her türlü enternasyonalist/evrenselci anlayışı reddetmektedir. Aynı bakış açısıyla o, “komünizm, siyonizm, masonluk” fikir ve hareketlerini de Türk milleti için zararlı bulur:
“Moskof, bizim soy düşmanımız olduğuna göre, Moskof emperyalizmi olan komünizm de en tehlikeli düşmanımızdır.........
Masonluğu da düşman sayıyoruz. Masonluk, kökü dışarda olan gizli bir cemiyettir ve milliyetçilikle bağdaşamayanların başvurduğu Türkçülük düşmanı bir teşekküldür..........
Siyonizm, Yahudi soyunun rahatını ve mutluluğunu, dünya milletlerinin huzursuzluğunda arayan teşkilâtlı ve insanlık düşmanı bir fikirdir......
Komünizm, siyonizm ve masonluk, Türkiye’de bir sacayak şeklinde Türk düşmanlığı yapmaktadır.” (53)
Atsız, yazılarında, bir taraftan milletin oluşmasında din unsurunun önemini ve dinin bir millet için ihtiyaç olduğunu sık sık vurgular ve Türk milletinin hemen hemen tamamının İslam dinine mensup bulunduğunu ifade ederken, diğer taraftan da zaman zaman Müslümanların geleneksel kabullerine aykırı görüşler ileri sürer. Onun çelişkili gibi görünen bu tavrının arkasında da yine Türkçü/milliyetçi anlayışının bulunduğu anlaşılmaktadır:
“Milliyetçilik büyük ve asil bir inançtır. Bir fedâkârlık duygusudur. Hiçbir karşılık beklemeden kendini yok etmek düşüncesidir. Bu bakımdan dinden de üstündür. Dindar, yarınki bir âlemin cennetine ve nimetlerine kavuşmak için kendisini fedâ eder. Bu fedâkârlık, hiçbir şey ummadan kendisini yokluğun karanlıklarına atan bir milliyetçinin fedâkârlığı ile asla ölçülmez. Böyle bir ölüm, çirkin bir hayattan daha çok insana yakışır. Hayatı bu şekilde insanî anlamı ile telkin etmek milliyetçilik felsefesinin baş ilkesidir.” (54)
    “Ülkü, o ülkü ile tutuşmuş millet fertlerini heyecan içinde yaşatan kutlu ve tatlı düşüncedir ..... Ülkü, çelik yürekler, demir bilekler, sarsılmaz iradeler, yüksek ahlâklar ister. Ülkü bir dindir; kahramanlar ve şehitler ister.” (55)
Atsız’ın ahlak konusundaki görüşleri de Türkçülük anlayışından kaynaklanır: Çeşitli yazılarında ahlakla ilgili ortaya koyduğu düşünceleri incelendiğinde, bunların referanslarının dinî olmaktan ziyade, millî (Türkçü) olduğu görülür. “Millî Ahlak” başlıklı makalesinde ahlakı “millî” sıfatıyla niteleyen Atsız, ahlaktan ne anladığını da özetle ifade eder:
“Biz millî ahlaktan ne anlıyoruz? Biz millî ahlaktan şunu anlıyoruz:
(....)Halkımız için zararlı olan her şeyi karşılamak, çarpışmak ve yenmek. Bunları bir cümle ile hülâsa edersek: Millet yolunda çalışmak, onun için yaşamak ve onun için ölmek.” (56)   
Görüldüğü üzere Atsız, her konuda olduğu gibi, ahlâk konusunda da toplumcu bir bakış açısına sahiptir. Toplum-ahlak ilişkisini başka bir makalesinde daha da açar:
“Milletin temeli ahlaktır. Ordu, bilgi, teşkilât gibi şeyler, ahlaktan sonra gelir. Gerek Türk milleti olsun gerek başka milletler olsun, ahlakça yüksek oldukları zaman gelişip büyümüşler; ahlak sağlamlıkları bozulduğu zaman da çürüyüp dağılmışlardır.(57)
Atsız’ın topluma sunacağı ahlaklı insan ve ahlaki davranış modellerini, çoğunlukla Türk tarihinden seçtiği dikkati çeker. Bu konuda, sahip olduğu zengin tarihî birikimi kendisine yeterli malzeme teşkil eder; öte yandan, idealize ettiği Türk tarihinden örnekler vererek, tarihle bugün arasında köprü kurmak gibi bir hedef güttüğü de söylenebilir:
“Türklerin cinsî ahlakları da yüksekti. Yuva, aile ve zevce muhterem tutulurdu. Evli bir kadına taarruzun cezası idamdı. Kadın hürdü. Kocası uzak yolculuğa gitmiş bile olsa, eve gelen yabancı erkeği konuklardı. Kendisine saygı gözüyle bakıldığı için bundan bir kötülük de doğmazdı. Hâlâ Anadolu yörüklerinde ve Türkmenlerinde, Türkistan göçebelerinde bu âdet vardır.” (58)
Atsız, bir milletin ahlaki değerler sisteminin oluşmasında coğrafi şartların hiçbir etkisinin bulunmadığını ileri sürer, Ona göre ahlakın tek kaynağı vardır: Irk. Aynı coğrafyada yaşamış Romalılarla, bugünkü İtalyanların farklı ahlaka sahip olmalarını, kendi görüşüne delil olarak gösteren Atsız, Türk milletinin ahlak sisteminin de Anadolu coğrafyasına gelmeden çok önce oluştuğunu ve toplumcu bir nitelik arz ettiğini söyler:
“Türk ahlakı en eski çağlardan beri cemiyetçidir. Yani Türklerde cemiyetin menfaati fertlerinkinden üstün tutulur. Bununla beraber kuvvetli şahsiyetler daima saygı görmüşler ve cemiyete faydalı olmuşlardır.” (59)
Atsız, sosyal ve siyasî gelişmelerin sağlanabilmesinde ahlâkın önemli bir işlevi olduğuna inanır. “İlericiler” başlıklı makalesinde, “yüksek bir ahlak seviyesi”ne ulaşmayı, sağlıklı bir “aile düzeni” oluşturmayı, “fertler arasında sevgi ve saygı yaratmayı”, “her türlü ahlaksız ve anormal fert ve akımları tasfiye etmeyi”, “hak ve ahlak düşüncelerini kafalara sokmayı”, ilerlemenin şartları arasında sayar. (60)
Atsız’a göre ahlâklı toplum, disiplinli toplumdur. Toplumda ahlak ve disiplinin korunması için herkes üzerine düşeni yapmakla yükümlüdür. Bu konuda devlet başta olmak üzere, eğitim kurumları, medya ve ebeveynler ciddi bir sorumluluk içinde hareket etmelidir. Ancak demokratik düzenin sağladığı hak ve hürriyetler “istismar edilerek” toplumun ahlaki yapısına zarar verildiği de bir gerçektir. Bu yüzden, ülkede sosyal bunalımlar yaşanmaktadır. Bunda en büyük sorumluluk da medyaya aittir:
“Türkiye ahlak buhranı içindedir. Bunun ilk sebebi, ne olursa olsun; gelişmesi, artması demokrasi yüzündendir. Çünkü demokraside basın hürriyeti daima kötüye kullanıldığı için, ahlâksızların yayılmasında başlıca faktör olmaktadır.
......... Basın çok güçlü bir silahtır. Bu silah ahlaksız, vicdansız, satılık yazarların elinde milletin manevi yapısını çökertecek çekirdek silâhı hâlini alır .... Yıllar boyunca bunları okuyarak yaşayan insanların en sonunda zehirleneceği, gerçekleri anlayamaz hâle geleceği muhakkaktır.” (61)
Atsız, modern dünyada ortaya çıkan ahlaki sarsıntı karşısında tepkisini şiddetle ortaya koyarken, gelenekçi bir tavır gösterir. Ancak onun önerdiği geleneksel ahlak, İslam’ın ya da İslam tasavvufunun ahlaki modellerinden oldukça farklıdır. Çünkü ona göre Türk milletinin ahlaki değerler sistemi, İslamiyet’ten çok önce oluşmuş ve savaşçılık, kahramanlık, toplumculuk, doğruluk gibi esaslar üzerinde yükselmiş aksiyoner nitelikte bir sistemdir.
Atsız, dil konusunda da Türkçü bir tavır sergiler. Ona göre dil, millî birliğin temel şartlarından biridir. Edebî yazı dili sayesinde bir milletin aydınları, okumuşları kelimeleri aynı şekilde okuyup söyleyerek bir tek ortak dilin var olmasını sağlarlar. Ortak bir edebî dilin var oluşu, aynı zamanda, bir medenilik ölçüsüdür. Bir milletin varlığının devamını sağlayan dilin korunması konusunda oldukça duyarlı davranılması gerektiğine inanan Atsız, aksi takdirde milletin hayatiyetinin ortadan kalkacağını belirtir:
“Unutmamalı ki bir millet, ordusunu kaybederse büyük bir tehlikede, devletini kaybederse korkunç bir felâkette, fakat dilini kaybederse ölümün kucağındadır.” (62)
Atsız “arınmış ve geliştirilmiş bir Türkçeyi savunur. Ancak bu konuda bilim dışı tavır sergileyenleri de ağır biçimde eleştirir:
“Arınmış ve geliştirilmiş bir Türkçe istiyoruz. Dil Kurultayı maskaralıklarının yadigârları temizlenecek fakat bu arada elde edilmiş bazı müspet sonuçlar saklanacaktır. (63)
Atsız, son dönemde Türkçeye Batı dillerinden yoğun biçimde kelime girdiğine işaret ederek, bunda en büyük suçun basın yayın kuruluşları ile Türk aydınlarına ait olduğunu iddia eder.
Ayrıca Türkçenin doğru kullanılması konusunda hem devlet kuruluşlarının hem de halkın bilinçli davranmadığını, bu yüzden dilin hatalı kurulmuş ifadelerle dolduğunu söyler. Mevcut tedbirlerin ve uygulamaların yetersizliğinden yakınarak devletin bu konuda yaptırım uygulaması gereğine işaret eder. (64)
Atsız’ın edebiyata bakışı da pragmatik bir nitelik arz eder. O, edebî eserlerde estetik bir yön olması gerektiğini söylemekle birlikte, bu eserlerin toplumun eğitim ve kültürüne katkıda bulunmasını, dolayısıyla sosyal bir işlevi yerine getirmesini de gerekli görür. Şüphesiz, edebî eserlerin bu sosyal işlevi, Türkçülük anlayışına uygun olacaktır. Atsız, edebiyat ve edebiyatın işlevi konusundaki görüşlerini çeşitli yazılarında ifade etmiştir; özellikle “Bozkurtların Ölümü” adlı romanının başında yer alan prologda, onun bu görüşlerini oldukça açık biçimde belirttiği görülmektedir:
“Şu muhakkak ki bir milletin aydınları da halk tabakası da işlenmeye çok elverişli. Bunun için de en iyi şey, yani en iyi araç, eserler olabiliyor. Bir aralık Almanya’da intihar edenlerden birçoğunun cebinde Verter’in bulunduğunu bilmiyor muyuz? Bizdeki hamasetin yüzyıllarca sürüp gitmesine de Köroğlu, Dânişmend Gâzi, Battal Gâzi gibi müellifleri meçhul kahramanlık destanları sebep olmadı mı?” (65)
Kimi yazarların realist ya da natüralist olmak adına millî ahlaka aykırı eserler yazmasına karşı çıkan Atsız, ideal tutumun romantik ve realist özelliklere birlikte yer vermek ve sosyal fayda ilkesini göz ardı etmemek olduğunu ileri sürer:
“..... Bir roman yazmak üzereyim. Hem de öyle bir roman ki hayatın bizzat kendisini aksettirecek. İçinde hem romantizme hem de realizme yer olmakla beraber, bizzat hayatın akışından ayrılmayacağım ve buna olduğu kadar tarihe de sadık kalacağım.
..... Benim kitabım, realitedir diye insanların bütün fizyolojik hareketlerini en ince teferruatına kadar îmâdan, hatta teşhirden çekinmeyen eserlerden olmayacak. Maddî hayattan ayrılmayacağım. Ama son günlerin bazı telif eserlerinde moda olduğu üzere en basit ve tabiî fakat nezih olmayan konuları kitabıma yüklemeyeceğim.”(66)
Atsız, aynı yazısında hem romantik hem de realist edebiyat anlayışını benimsemiş yazarların romanlarında, “kadın ve erkek iki kahraman arasındaki aşk macerasına dayalı tek bir iskelet bulunduğunu” belirtir ve kendisinin farklı bir anlayışa sahip olduğunu söyleyerek diğerlerini eleştirir:
“.....Benim kitabımda yüzyılların akışı bulunacağı için bir tek maceraya, hele on binlerce romanda tekrar edile edile artık pek bayağılaşan, müptezel olan aşk hikâyelerine saplanıp kalmama imkân yok.....” (67)
Atsız’ın romanları incelendiğinde, gerçekten de, ifade ettiği bu görüşlerine sadık kaldığı görülür. Bozkurtların Ölümü, Bozkurtlar Diriliyor ve Deli Kurt romanlarında bir aşk macerasıyla, bir milletin macerası, birbirine paralel olarak anlatılır. Bu üç romanla, Ruh Adam’da anlatılan aşk ilişkisinde, bu ilişkinin kadın ve erkek kişileri, asla duygusallık çerçevesinin dışına çıkmazlar. Deli Kurt romanında, romanın başkişisi Murad, delice sevdiği Gökçen Kız’ı bir defa öper; ancak, anlatıcı hemen devreye girerek, Murad’ın bu davranışının “biraz uygunsuz düştüğü” değerlendirmesini yapar.
Atsız, edebiyatı ve edebiyat derslerini “milliyetçiliğin en tesirli vasıtaları” arasında kabul eder. Hükümetlerin bu vasıtayı gereği gibi kullanamadığından yakınır. Özellikle Millî Eğitim Bakanlığı Atsız’ın eleştiri oklarına hedef olur. Birçok makalesinde, Millî Eğitim Bakanlığının yabancı dillerden klasik edebiyat eserlerini Türkçeye tercüme ettirip yayımlattığı hâlde kendi kaynaklarımızı bugünün Türkçesiyle yayımlatmamasını çok hatalı bulur. Bu klâsiklerin tercümelerini okuyan gençlerin yabancı milletlere ve onların kültürlerine hayran olacağını, Türk kültürüne yabancılaşacağını iddia eder.
Atsız’a göre Türk edebiyatı bir bütündür. Onun bir dönemini benimseyip beğenmek, başka bir dönemini tahkir etmek, bilimsel tavra sığmaz:
“Millî Eğitim Şûrasında birkaç öğretmen dünkü edebiyata sövüp saymışlardır. Fuzûlî’yi, Bâkî’yi batırmışlardır. Bunlar Fuzûlî’den, Bâkî’den bir mısraı bile anlayamayacak kadar aşağı olan cahillerdir.” (68)