19 MAYIS: TÜRK TARİHİNDE İKİNCİ ERGENEKON

29 Ekim 2019 10:33
Okunma
1913
19 MAYIS: TÜRK TARİHİNDE İKİNCİ ERGENEKON

Milletlerin tarihinde öyle günler vardır ki, o milletin tarihinde en büyük rolü oynamış ve bir dönüm noktası olmuştur. İşte 19 Mayıs, Türk milleti için böyle bir gündür. Tarihimizde “Birinci Ergenekon” belki bir efsanedir. Fakat 19 Mayıs 1919 ikinci bir Ergenekon’dur ve efsane değil, gerçektir. Efsaneyi biliyoruz: Mahsur kalan ve güç duruma düşen Türklere “bozkurt” yol gösterdi:

    “...Tan yeri ağardığında Oğuz Kağan’ın çadırına güneş gibi bir ışık girdi. O ışıktan gök tüylü, gök yeleli, büyük bir erkek kurt çıktı. Bozkurt Oğuz Kağan’a dedi ki:

    “-Ey Oğuz, artık ben önünde yürüyeceğim ...”1

İşte, bozkurdun yol göstermesiyle Türkler dünyaya yeniden yayıldı. Birinci Ergenekon’la ikincisinin arasında asırlar ve bu asırların içinde tarihin seyrini değiştiren olaylar mevcuttur. Bozkurdun arkasına takılıp dünyaya tekrar yayılan Türklerin bu yayılışlarına ne Çin’in meşhur setleri ne Tuna’nın coşkun suları ne Akdeniz’in azgın dalgaları ne de Afrika’nın uçsuz bucaksız kızgın çölleri engel olabildi. Tarihin her devrinde gördüğümüz -güneşin bir ucundan doğup, öbür ucundan battığı- büyük Türk imparatorlukları, Türklüğün kuvvet ve kudretini gösteren tarihî birer şeref belgeleridir.

    Birinci Ergenekon’un tarihi belli değildir. Ancak, Ergenekon’dan sonra geçen zaman dilimi içinde Türkler öylesine bir tarih yaptı ki, o yalnız kendisinin kahramanlık destanı olmadı. Kahramanlık yapmak isteyen milletler için de bir örnek oldu. Üç kıtanın karalarına ve denizlerine hâkim olan Türklerin yüceliği, kahramanlığı ve yiğitliği bütün dünyada anılır oldu. İşte böylesine mazisi olan bu şanlı şerefli milletin tarihi, 1918 yılı sonlarında az kalsın kapanıyordu.

    19 Mayıs 1919, İkinci Ergenekon’un başlangıcı, Türk’ün kurtuluşu, kapanmak üzere olan o emsalsiz tarihin yeniden açılışıdır. Balkan ve Birinci Dünya Savaşlarından yenik çıkan Türk milleti, her şeyi ile beraber asırlarca muhafaza ettiği tarih ve istiklalini de kaybetmek üzere idi. Avrupalıların asırlardan beri yürüttükleri ve “Şark Meselesi” adını verdikleri, Türkleri Avrupa’dan ve Anadolu’dan atmak idealleri gerçekleşme noktasına gelmişti. Bilindiği gibi Osmanlı gazilerinin Gelibolu Yarımadası’na çıkmasıyla başlayan “Şark Meselesi”, önce Türklere karşı Avrupa topraklarını koruyabilmek ve 1683 Viyana bozgunundan sonra da Türkleri Avrupa topraklarından atabilmek yönteminde gelişmişti.2 Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’na girer girmez Osmanlı Devleti’ni ortadan kaldırmak ve topraklarını paylaşmak planları, İngiltere’nin gayretleriyle yapılmaya başlandı. Çünkü Şark Meselesi’nin esası 19. yüzyıl sonlarında İngiltere Başbakanı Gladstone’in dediği gibi; “Türklerin Avrupa’dan atılması” değil; “Türklerin dünya yüzünden yok edilmesi” şeklini almıştır.3 Birinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkacakları varsayımıyla İtilaf Devletleri, savaş sonrası durumu ve Osmanlı topraklarının ne şekilde pay edileceğini aralarında yaptıkları gizli antlaşmalarla bir karara bağladılar. İtilaf Devletleri’nin bu gizli antlaşmaları, Osmanlı Devleti’ni ve Türkleri haritadan silmek için ne kadar kararlı olduklarını gösteriyordu.4 Bu gizli antlaşmaların sonucu olarak, Türk tarihinin en kara lekesi olan Sevr Barış Antlaşması hazırlanmıştır. Düşmanlar aziz yurdun her tarafını işgal etmişler, yeni bir sömürge kazandıklarından dolayı şenlik yapıyorlardı. Onların bu sevincine yüzlerce yıl dinleriyle, dilleriyle, servetleriyle bu vatanın bağrında yaşamış olan azınlık unsurlar da iştirak ediyordu. Türkler, için için ağlıyordu. Tarihlerinde 1919 yılının çaresizliğini, bu kahredici yıkıcı günleri daha önceleri yaşamamışlardı. Dünya üzerinde ismi tanındığı günden beri gökten aldığı bayrağının yerde sürünmesine, binlerce yıllık tarihinden aldığı şeref, haysiyet ve istiklâlinin ayaklar altına alınmasına tahammül edemiyordu. Ama elinden bir şey gelmiyor, liderini bekliyordu.

Mondros Mütarekesi sonrası memleketin içine düştüğü durum öylesine feci bir hâlde idi ki, hemen hemen hiç kimsede Türk’ün bir daha istiklal ve bağımsızlığına kavuşacağına dair bir umut kalmamıştı. O günlerde en gözde fikirler, İngiliz himayesi ya da Amerikan mandası etrafında yoğunlaşmıştı.

    Yaklaşık yedi yıllık sürekli bir savaşta (4 Ekim 1911’de İtalya’nın Trablusgarp’a çıkmasıyla başlayan, daha sonra Balkan Harbi’yle devam eden savaş yılları, nihayet 30 Ekim 1918’de Birinci Dünya Savaşı sonrası imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’yla sona erecektir.) bitkinleşmiş, bir zamanların büyük Osmanlı İmparatorluğu yenilerek sırtüstü yere serilmiş, başkenti işgal edilmiş, hükûmet liderleri firarda idi.5 Ülke parçalanmış, yoksullaşmış, nüfusu azalmış ve maneviyatı kırılmıştı. Yenik ve şevki kırılmış Türk halkı, galiplerin hemen hemen bütün isteklerine hazır görünüyordu.6

    Kısaca özetlemeye çalıştığımız böyle bir durumda Yüce Atatürk, 19 Mayıs’ta başlayan mücadelesi ile inanılmazı, imkânsızı başaracaktır. 19 Mayıs, dünya durdukça Türk milleti için unutmayacak bir başlangıçtır. Falih Rıfkı Atay 19 Mayıs’ı şöyle değerlendirir:

    “19 Mayıs’ta iki şeyi düşünmeden geçemeyiz: Neden kurtulduk, nasıl kurtulduk? Bu iki sualin cevabında bütün gelecek zaman vazifelerinin sırları saklıdır. Bir millet nasıl gözü kapalı, elleri bağlı, mezar başına kadar sürüklenip gelir ve ölümün pençesi ciğerine kadar işledikten sonra dahi gene nasıl kendini kurtarabilir. 19 Mayıs’tan önceki ve sonraki günlerin tarihi bize bunları öğretmiştir.”7

    İşte, Türk’ün böyle bir durumda kaldığı zamanda Yüce Tanrı’nın lütfu olarak, “bozkurt” tekrar Türk milletinin önüne geçiyordu. Efsanedeki Oğuz Kağan’ın çadırına giren ışık, bu kez Samsun’dan doğacak, Türk milletine yol gösterecekti. Onun önderliğinde Yüce Türk milleti; onun “İlk hedefiniz Akdeniz!” buyruğunu yerine getirerek vatanını, istiklalini ve tarihini kurtaracaktı. Birinci Ergenekon’da bozkurdun arkasından yürüyüp dünyaya yayılan Türk, İkinci Ergenekon’da altın başlı, çelik iradeli Ata’sının peşinden gidip bir husumet cihanına bir kere daha kudretini ve varlığını gösterdi. Bu itibarla 19 Mayıs 1919, yalnız Türkiye’nin değil, bütün Türk âleminin kurtuluş günüdür.8 Her şey 19 Mayıs 1919’da başlamıştır. Şevket Süreyya Aydemir, 19 Mayıs için şu yorumu yapar: “Mustafa Kemal’in yeni hayatı, yeni âlemi, onun 1919 Mayısının 19’ncu günü Samsun kıyısında Anadolu karasına ayak basmasıyla başlar. Yani onun zuhurunun, hem kendi kaderine hem milletin kaderine hem çağımızın akışına çeşitli yönlerden yön ve şekil veren safhası o gün, orada ve Mustafa Kemal’in Samsun kıyısına ayak basmasıyla başlamıştır.”9 19 Mayıs 1919, insanlık tarihi kadar eski olan Türk tarihinde yeni bir devrin, “Atatürk Devri”nin başlangıcıdır. 1453’te, İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet’in, dünya tarihinde bir çağın açılışına sebep oluşu gibi, Atatürk de 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basarak başlattığı kurtuluş mücadelesi ile yalnız Türk milletine değil, 20’nci yüzyılda istiklallerini kazanacak bütün milletlere ışık tutmuş, yol göstermiş ve önderlik etmiştir.”10 Mustafa Kemal Paşa’nın önderliği sadece Türk milletini esaretten kurtarmakla kalmamış, onu her yönüyle çağdaş bir millet yapma gayretiyle devam etmiştir. İngiliz yazarı Armstrong’un “Bozkurt” adlı eserinde belirttiği gibi, kurtarıcı lider, çağdaşlaşma önderi olarak mücadeleye devam etmiştir. Evet, İkinci Ergenekon’un tarihi asırlar değil, senelerdir. Fakat bu senelerin içine asırlar sığmıştır. O, milletine hurafeleri değil, aklı ve bilimi rehber göstermiştir. Bugün ülkemizde iki yüzün üzerinde üniversitemiz varsa, bunlar onun 1933 Modern Üniversite Reformu ile İstanbul Üniversitesini çağdaş hâle getirmesinin ürünüdür. Memleketimizde toplu iğne bile imal edilemez iken, yine Türk tarihinde bir ilk olarak başlattığı planlı kalkınma ile 1933 yılı sonunda başlayan Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı çerçevesinde ülkemiz fabrikalara kavuştu. Onun başlattığı eğitim, hukuk, siyaset, sağlık ve sosyal alandaki inkılaplarla, Türk milleti bugün her bir müşkülü yenen ve her işi başaran yepyeni bir ruhun sembolü olmak saadetine erişti.

    19 Mayıs sadece Türk tarihinin değil, bütün Doğu toplumlarını etkileyen bir dizi inkılaplar, ıslahatlar, demokratikleşmeler ve çağdaşlaşmalar akımının başlangıç noktası niteliğindedir. 19 Mayıs, bütün mazlum ve mağrur milletlere ilham kaynağı olmuş, dolayısıyla olayların akışı, hürriyet ve istiklal istikametinde hızlanmıştır.

    19 Mayıs, Türk istiklal mücadelesinin ilk günüdür. Atatürk o gün, tarihe parmak ısırtan bir savaşın, bir kurtuluş ve inkılap savaşının ilk eri ve önderi olmak için Samsun’a ayak basmıştı. Türkiye Cumhuriyeti dediğimiz harikalar devri, o gün başlamıştır. İşte o gün, iki şey birbirini bulmuş ve birbirini tamamlamıştır. Atatürk, zafere götüreceği milleti, millet de idaresi altında bütün kudret ve kabiliyetini göstereceği başbuğu.11 İnsanlık tarihinin en köklü hanlık ve sultanlık geleneklerinden birinin bulunduğu, üstelik bu geleneğin bir de halifelik gibi kutsal bir zırhla donanmış olduğu bir ülkede, hâkimiyeti Halife Sultan’dan alıp, halka vermek, “irade-i şahane”nin yerine “irade-i milliye”yi koymak ve bunları tamamlayacak şekilde hepimizin bildiği o inkılap ve ilkeleri getirmek... Özetle; Cumhuriyeti ilan edip, demokrasiyi, yani muasır medeniyet seviyesinin rejimini hedef olarak göstermek pek kolay olmasa gerek. İşte bütün bu imkânsız gibi görülen olayların başlangıç noktası Samsun’dur.