KENT BAĞLAMINDA ULUS DEVLET VE ULUS İNŞASI

20 Mart 2019 13:24 Prof. Dr.Ünal ÖZDEMİR
Okunma
5481
KENT BAĞLAMINDA ULUS DEVLET VE ULUS İNŞASI

KENT BAĞLAMINDA ULUS DEVLET VE ULUS İNŞASI

Prof. Dr. Ünal ÖZDEMİR
Karabük Üniversitesi/Edebiyat Fakültesi, uozdemir@karabuk.edu.tr

 

Doç. Dr. Osman ÇEPNİ
Karabük Üniversitesi/Edebiyat Fakültesi, ocepni@karabuk.edu.tr

 
ULUS KAVRAMI
Ulus, üzerinde birçok tartışma yürütülen ve dolayısıyla birçok tanımı bulunan bir kavramdır. Bu açıdan ulus kavramının gerek uluslararası politikada gerek siyaset biliminde kolay tanımlanabilen bir kavram olmadığı söylenebilir.
Ulus kavramıyla alakalı olarak her bilimsel disiplin, bu konulara kendi temel sorunsalı çerçevesinde yaklaşmış ve bu çerçeveye uygun araştırma ve yorum yöntemleri kullanmışlardır. Bu sebeple, ulus kavramının dayandığı tarihsel temellere gelindiğinde, konuyla ilgilenen yazarlar arasında ulus kavramının oluşumuna kaynaklık eden dayanaklar bakımından farklı değerlendirmeler söz konusudur. Ulus kavramının etimolojisine bakıldığında Arapça kaynaklı “millet” sözcüğünden geldiği kabul edilmekle birlikte, Bernard Lewis, millet sözcüğünün Aramice’den geldiğini ve “bir söz” anlamına gelen “milla” kökenine dayandığını belirtmekte ve “bir kutsal kitabı kabul eden insan topluluğu”nu ifade ettiğini söylemektedir. Etimolojisindeki dinsel anlam doğrultusunda millet sözcüğü daha çok aynı dine inanan insan topluluklarını ifade ederken, Moğolca kökenden gelen ve “nation” sözcüğü karşılığında kullanılan “ulus” sözcüğü daha çok, farklı bir etnik topluluğu belirtmektedir (Karyelioğlu, 2012).
Ulus teriminin kökenini araştıran düşünürlerden biri olan Schulze (2005), ulusun geçmişini antik Roma‟ya kadar götürür. Shulze ulusun antik Roma’dan gelen alışılmış bir kavram olduğunu ve her türlü grubun önemli bir özelliği olarak “doğum” veya “soy”u ifade ettiğini söyler. Schulze buna ek olarak Cicero‟nun ulus terimini aristokrasiyi anlatmak için, Pliny‟nin ise belli bir ekole sahip filozofları tanımlamak için kullandığını ifade eder. Schulze gibi Hobsbawm da ulus teriminin aynı zamanda bir grup içinde benzerlerinden ayırt edilmek için kullanıldığına dikkat çekmektedir (Gayde Zengin, 2015). Hobsbawm (2010), ulus teriminin anlamındaki değişimleri çeşitli sözlüklerdeki tanımlamalara bakarak açıklamaya çalışır. İspanya Kraliyet Ailesi Sözlüğü’nde ulus kavramının 1884 yılına kadar modern anlamındaki gibi kullanılmadığını söyleyen Hobsbawm, bu tarihten önce sözcüğün “basitçe eyalet, ülke ya da krallıkta oturanların toplamı ve yabancı anlamına geldiğini”, aktarmaktadır. Hobsbawm, sözlüğün 1884 basımında kavramın anlam değişikliğine uğradığını görmektedir. Ulusun artık hem “her şeyden üstün bir ortak yönetim merkezini tanıyan bir devlet ya da politik birim” hem de “bir bütün sayılan bu devletin oluşturduğu topraklar ve bu topraklarda yaşayan insanlar” olarak tanımlanmaya başladığını söyleyen Hobsbawm, on dokuzuncu yüzyıl sonunda İber Yarımadası’nda ulusun ortak ve egemen bir devlete işaret etmeye başladığını belirtmektedir. Bunun dışında kavramın İspanya Akademi Sözlüğü’ndeki anlamının 1925‟ten sonra “aynı etnik kökene sahip olan, genelde aynı dili konuşan ve ortak bir geleneği paylaşan insanların oluşturduğu kolektif” olarak ifade edilmeye başlandığını aktarmaktadır. Calhoun’a (2007) göre “evrensel ilkeleri” olmayan ulus, en genel ifadeyle “belli bir grubun kendini ortak dil, din, tarih, soy, mekân gibi unsurların biri, birkaçı ya da hepsi üzerinden tanımladığı siyasi ve kültürel bir birim” olarak tanımlanabilir.
Ulus kavramını bazıları aynı etnik kökenden gelen aynı dini, dili ve kültürel değerleri paylaşan insan topluluğu olarak tanımlarken, bazıları olaya daha fazla genetik açıdan bakarak aynı etnik kökenden gelen ve aynı dili konuşan insan topluluğu olarak tanımlama eğilimi içindedir. Bunun yerine ulus; ortak kültüre, ortak değerlere, ortak standartlara, ortak siyasal hedeflere sahip olan topluluk biçiminde tanımlanarak daha pragmatik bir yol tercih edilmektedir. Rupert Emerson’a (1965) göre ise ulus,” bir toplumsal mirasın en önemli unsurlarına ortaklaşa sahip olduklarına inanan ve gelecekte de kaderlerinin ortak olduğunu düşünen bir topluluktur” (Emerson’dan aktaran Arı, 2006).
Bununla birlikte modern ulus kavramı her ne kadar 16. yüzyılda İngiltere’de şekillendiyse de kavramın teorileştirilmesinin temelindeki tartışmalar esas olarak Avrupa kıtasında birbirine karşıt yorumların peş peşe ortaya çıktığı 19. yüzyılda başladığı ifade edilebilir. Bu tartışmalarda Fransız yazarlar ile Alman yazarlar karşı karşıya gelmiştir. 1789’un değerlerinden yola çıkan Fransız yazarlar ulusu bireysel bağlılıkların kabul edilmesinden hareket eden evrensel bir oluşum olarak tanımlarken, Alman yazarlar ulusun ortak bir dil, hatta etnik gruba ait olmaya dayalı bir cemaat olduğunu daha çok vurgulamışladır (Altun, 2016).
Ulus kavramının tanımlanmasın noktasında önemli bir rol alan Renan’ın bu konudaki görüşü ise şu şekildedir (Renan, 1996: 52-53): Ulus bir ruhtur, bir manevi prensiptir. Bu ruhu, esasen bir olan iki şey inşa eder. Bunların biri geçmişe, biri ise günümüze aittir. Biri, anıların zengin mirasına ortaklaşa sahip olmak, diğer ise günümüze ait, parçalanmamış bir şekilde teslim aldığı, ortak yaşama isteğine, bu mirasın değerini ölümsüz kılmaya dair onaydır. Ulus, bireyler gibi, uzun çabalar, fedakârlıklar ve özverilerin, kültleşmiş her şeyin, bunlar arasında en meşruları olan bizi biz yapan ecdadın hem sonucudur hem de onlar için/onların anısına gelinen bir sonuçtur. Destansı, kahramanlıklarla dolu bir geçmiş, büyük şahsiyetler, zaferler, ulusal düşüncenin temeli üzerine oturan sosyal sermayedir. Geçmişteki ortak zaferler, günümüzün ortak istekleri, ortaklaşa gerçekleştirilen büyük çabalar ve bunun hâlâ yapılabileceğine dair ortak istek, bunların hepsi bir ulus olabilmenin zorunlu şartlarıdır.
Birtakım disiplinlerce ulusun farklı şekilde algılandığını ve tanımlandığını yukarıda belirtmeye çalışmıştık. Bu manada sosyoloji disiplini, ulusu, “aynı ekolojik alan bir kültür, bir pazar, bir egemenlik üzerindeki kültürel, ekonomik ve siyasal sistemlerin çakışması süreciyle birlikte aşağı kültürlerin standartlaştırılmış, homojen ve merkezî iktidar tarafından desteklenen bir yüksek kültür ile bütünleştirilmesi olarak” ele alınmaktadır. Siyaset bilimi ise ulusu “net bir şekilde belirlenmiş bir toprak parçası üzerinde var olan, bir devlet aygıtı ve yabancı devletler tarafından denetlenen, üniter bir yönetime itaat eden topluluk” olarak tanımlamıştır (Leca, 1998, s.13-14). Siyasal olarak ulus, mutlak bir otoriteye sahiptir ki bu “başka otorite biçimlerinin geçerliliği ve gerektiğinde bunları çiğneme hakkı üzerindeki son söze ulus”un sahip olması demektir (Poole, 1993). Şiddet tekelinin devlet tekelinde olmasıyla birlikte, toplumsal iktidarlar zayıflamış ve ulus, dolayısıyla ulus devletin gelişimi için zemin hazırlanmıştır.
Buraya kadar ifade ettiklerimizden yola çıkarak ulus kavramının oluşabilmesi için temelde beş unsura gerek duyulduğu anlaşılmaktadır. Bunlar; dil, din, soy, kültür ve tarih birliği içsel unsurları oluştururken, düşman imajı dışsal unsuru oluşturmaktadır. Uluslaştırmanın ya da ulusal kimlik inşa etmenin etkili araçları okul, ordu, siyasal katılma, kolektif kimliklerin iki asli unsuru olan “biz” ve “öteki” nin oluşturulmasını amaçlamaktadır. Ulusçuluk akımını benimsetmek ise yani halkı bir ulus olduğuna inandırmak kendini ulus devlet olarak tanımlayan devletin gerçekleştirmesi gereken bir eylem olma özelliği taşımaktadır (Erözden, 1997). Bu bağlamda değerlendirildiğinde ulus olmak için gerekli unsurların uluslaştırma araçları vasıtasıyla gerçekleştirilebileceğini belirtmek gerekmektedir.
Ulus düşüncesi, Batı’da ilk olarak 1689’da İngiltere’de vatandaşlık haklarının kabulü ile ulusal egemenliğe dayalı ve ulus evletin ortaya çıkmasında zemin oluşturan anayasal monarşinin oluşma süreciyle ortaya çıkmıştır (Santamaria, 1998). Daha sonra, Fransız ve Amerikan devrimleriyle ulus düşüncesi, siyasal ve toplumsal örgütlenmede evrensel bir konuma gelmiştir. On dokuzuncu yüzyıldan itibaren ulus, devlet ve toplumun modernleşme sürecinde yeniden kurulmasında önemli bir araç hâline geldi ve yirminci yüzyıl bir uluslar çağı oldu.
Ulus, doğrudan devlet düşüncesiyle ilişkili siyasal ve toplumsal bir birim şeklidir. Sınırları belli, resmi bir alanda, bir halkın egemenliğini yansıtır (Pierson, 2000). Weber (2007), ulusun kendini bağımsız bir devlet olarak ifade edebilme yetisine sahip bir duygu birliği olduğunu, dolayısıyla ulusun kendi devletini oluşturma eğilimindeki bir topluluk olduğunu söylemektedir. Weber’in ulusu bu şekilde ele almasına karşın, ulusun oluşumunda teknik şartların ve duyguların ağırlığını dile getirenler de mevcuttur. Gellner, ulusun oluşumunu ulusçuluk ile açıklamaktadır.
Ulusların ortaya çıkışı sanayileşmeye, kapitalizme ve modernleşmeye bağlanmaktadır. Ulus; halk egemenliği, bağımsızlık ve farklılık öğelerini içinde barındıran bir siyasal birim olarak modern bir olgudur. Ulus, bütünleşmiş, aklın ilkelerinden esinlenen yasa tarafından yeniden yapılanan bir uzamı geçirdiği için modernliğin siyasal bir biçimidir (Touraine’den aktaran, Zabunoğlu, 2018).
ULUS İNŞASI ve ULUS DEVLET
Siyasi ve aynı zamanda kültürel örgütlenme biçimi olan ulus devletin nerede ve ne zaman ortaya çıktığıyla ilgili birtakım fikirler mevcuttur. Kimi çalışmalar ulus devletin kökeninin modern döneme ait olduğunu söylerken kimi çalışmalarda modern dönemden çok daha öncesinde görüldüğünü söylemektedir. Fransız Filozof ve Sosyolog Edgar Morin (2003), ulus-devletin kökenini onuncu yüzyıl Fransa’sına kadar götürürken Montserrat Guibernau da ulus-devletin on sekizinci yüzyıl Avrupa’sında doğduğunu düşünmektedir.
Birçok düşünür ulus-devletin ne zaman oluşmaya başladığıyla ilgili farklı dönemlere işaret etse de bu siyasi örgütlenme biçiminin bir model hâlini almasının feodalizmin çözülmesi ve monarşik devletin oluşması sonrasında olduğu kanısı yaygındır. Ulus inşası, “çok uzun bir tarihsel süreçte, başlangıçta birbirine gevşek bağlarla bağlanmış toplulukları, bir ulus devletin ona tekabül ettiği ortak bir toplum hâline getirmeye yol açan sosyo-politik bir gelişim sürecini ifade etmektedir. Aynı zamanda ulus inşası bir siyasal ve ekonomik strateji olarak gerçekleşmektedir. Bu bağlamda ulus inşası “dış ve iç aktörler, çıkarlarına hizmet eder görünen ve belli birtakım işlevsel talepleri daha önce var olan düzenden daha fazla yerine getiren ya da güçlerini artıran veya rakiplerini zayıflatan ulus devlet çatısı altında kurulmuş siyasal sistem” anlamını da taşıyabilir (Hippler, 2007).
Ulusun sonradan mı inşa edildiği yoksa doğal bir süreç sonucu mu oluştuğu konusunda farklı yaklaşımlar bulunmakla birlikte bu tartışma iki temel paradigma üzerinden ilerlediği görülmektedir. Bunlar: İlkçi yaklaşım (primordialism) ve modernist yaklaşımdır. İlkçi yaklaşımın ulusu doğal veya eskiçağlardan beri var olan yapılar olarak gördüğünü söyleyen Özkırımlı (2013), bu yaklaşımın iki anlamı içerdiğini ifade eder. Bunlar “başlangıçtan beri var olan” ve “ilk yaratılan ya da geliştirilen” şeklindedir. Özkırımlı, bazı kaynaklarda terimin ilk defa 1957’de İngiliz Tarihçi Edward Shils tarafından kullanıldığı ifade eder. İlkçi yaklaşımın aksine modernist yaklaşım ulusun modern dönemde inşa edildiğini savunmaktadır. Modernist yaklaşım içinde değerlendirilen isimlerden Gellner (2013), ulusun sanayileşmeyle birlikte ortaya çıktığını, ulus ve devletlerin her koşulda ve her çağda oluşmadıklarını aktararak, ulusların doğal bir şey olmadığını, insanlar tarafından yaratıldığını savunur. Özetle, ilkçi yaklaşım ulusu doğal, doğuştan gelen bir şey olarak görürken, modernist yaklaşım ulusu bir dizi toplumsal, ekonomik, siyasi ve teknolojik gelişmelerin sonucunda icat edilen bir şey olarak görmektedir. Jochen Hippler (2007), ulus inşasının üç temel ve ayırt edici ögesinin şunlar olduğunu söylemektedir: Birleştirici ve ikna edici bir ideoloji, toplumun bütünleşmesi ve işlevsel bir devlet aygıtı.
Ulus inşasının uzun vadeli başarılmasında bütünleştirici bir ideolojinin gelişiminin ya da böyle bir ideolojinin bir noktadan sonra üretilebilmesinin gerekli olduğunu” düşünmekte, “birbirine gevşek bağlarla bağlı grupların bir toplumla bütünleşmesinin önemli olduğunu” ifade etmekte ve “topraklarını kontrol edebilen işlevsel bir devlet aygıtının geliştirilmesinin gerekliliğini” vurgulamaktadır (Hippler, 2007).
Ulus inşası bağlamında dil, birçok teorisyenin üzerinde uzlaştığı ulusal kimliğin en temel belirleyenlerinden birdir. Bununla birlikte; kitaplar, şiirler ve anıtlar aracılığıyla sürekli hatırlatılarak tekrarlanan bir diğer unsur ise ortak tarihsel geçmiş ve mitlerdir. Semboller birer “anlamlandırma araçları” olarak işlev görerek gündelik hayatın anlam dünyasının düzenlenmesinde belirleyicidir. Özellikle, bayrak sembolü bu aşamada önemli bir örnektir. Ulusun tahayyülünde bayraklar ve anıtlar kadar önemli olan bir diğer sembol ise ulusal marşlardır. Billig’e göre ulusal marş “evrensel bir hususiyetin işaretidir” ve “ulusun eşsizliğinin evrensel olarak stilize olmuş bir şekilde kutlanmasını talep eder” (Bilig, 2003: 102). Dolayısıyla, her ulusun kendine ait bir marşa sahip olması beklenir.
Smith’a (1999) göre ulus inşalarında soy, dil, kültür, tarih, toprak gibi unsurlardan yararlanma çerçevesinde iki modelden söz etmek mümkündür. Bunlar; Fransız devriminden kaynaklanan ve aynı topraklarda yaşayan ortak duyguyu paylaşan yurttaşlar bütünü çerçevesinde ele alan teritoryal uluslar, diğeri ise Alman romantik ulusçuluğundan ilham alan ve ulusu tarihsel, etnik, organik çerçevede tanımlayan etnik uluslardır.
Ulus inşa etme, kolektif anlatıları uydurmayı, etnik farklılıkların homojenleştirilmesi ve hayali bir topluluğun ideolojisini yurttaşlara benimsetmeyi gerekli gören bir süreç olduğundan devletin kurulmasında ve devamında önemli rol üstlenir (Karakaş, 2000). Ulus devlet, ortaya çıkış tarihi geriye götürülebilir olsa da ideal model olarak 18. yy. ikinci yarısında kabul görmeye başlamıştır. Ulus devlet; yapılandırılma şekli ve sahip olduğu sistem itibari ile belirli bir ulusun beklentilerini karşılamak ve siyasal çıkarlarını korumak temeli üzerine inşa edilen devlet şeklidir.
Jeanniere’ye (2000) ulus devlet ortaya çıktığı dönem açısından incelendiğinde iki temel unsur dikkat çekmektedir. Birincisi politik sadakatin yeni iktidar biçimine evrilmesi, ikincisi ise modernleşmenin yarattığı bireyin ve bir bütün olarak toplumun siyasal nitelik kazanarak yurttaş (vatandaş) olmasıdır. Bu iki konunun sebep olduğu değişim kolay olmamıştır. Politik sadakatin yönlendirilmesinde toplum, toplumun siyasallaşmasında ise yönetici sınıf muhafazakâr bir tutum sergilemiştir. Bu muhafazakâr tutum zaman zaman kan akmasına neden olan çatışmalarla son bulmuştur. Toplumun politik sadakatinin yeni bir yönetime yönlendirilmesi oldukça sancılı olmuştur. Ancak politik sadakatin oluşturulabilmesi için modernitenin siyasal ayağını oluşturan otoritenin doğasını ve iktidarın kaynağını radikal bir şekilde değiştiren siyasal devrim, ulus devletin temel dayanağı olmuştur. Otoritenin halka ya da ulusa içkinliği geleneksel iktidar yapılarını değiştirerek, hak taleplerine ve bunlar için yapılan devrimlere alt yapı hazırlamıştır (Jeanniere’den aktaran, Aydın, 2018).
Ulus oluşumunun tarih içinde uzun sayılabilecek bir süreci içerdiğini belirten Sarıbay (1998) da dünyanın diğer yerlerine model teşkil eden Batı’da bu sürecin dört genel aşamadan oluştuğunu belirtmektedir. Bunlar: 1- On beşinci yüzyıldan Fransız Devrimi’nin yapıldığı on sekizinci yüzyıla kadar olan ve seçkinler düzeyinde ekonomik, siyasal ve kültürel bütünleşmenin gerçekleştiği devletin oluşumu aşaması. 2- Kitlelerin asker ocağı, okul, yeni kitle iletişimi gibi merkez seçkinleriyle kenar arasında teması sağlayan kanallar sayesinde artan oranda sisteme dâhil olduğu ve yeni kimlik (ulus) duygularının oluştuğu aşama. 3- Toplum üyelerinin siyasal sistemin işleyişinde tebâlıktan aktif yurttaş kavramına geçtikleri, muhalefete tanınan güvencenin kurumsallaşıp temsil organları üyeleri seçiminde daha geniş seçmen kitlesine hak tanındığı, siyasal partilerin örgütlenip çıkarların ifadesi ve birleştirilmesi işlevi gördükleri endüstriyel ve ulusal devrimlerin başarıldığı siyasal yurttaşlığın yerleştiği aşama. 4-Kamu refahını sağlamaya yönelik hizmetlerin genişletilip ulusal çapta ekonomik koşulları düzenlemeye yönelik politikaların uygulandığı, devletin idari aygıtlarının genişlediği sosyal yurttaşlığın yerleştiği aşamadır.
Ulus devletle eş zamanlı olarak ulusçuluk ideolojik bir güç olarak belirmiştir. Ulusçuluk, hiçbir zaman tek başına bir işleve sahip olmamış ve sürekli olarak ara terimlerle (yurtseverlik, popülizm, yabancı düşmanlığı vs.) zenginleşmiştir. Ulusçuluk, yine de son iki yüzyıldır güçlü bir birleştirici olarak siyaset sahnesindedir. Ulusçuluk, ulus öncesi kurumlardan ulus olmaya yönelişin birleştiriciliğini yapan bir olgudur
Ulus devletin oluşumu milliyetçilikle yakından ilişkilidir. Bu ilişki bazı düşünürlerce ekonomik temelli olarak değerlendirilmiştir. Diğer bir ekol ise ulus devleti inşa edilmiş bir olgu olarak ele almaktadır. Sosyo kültürel yaklaşım ise ulus devleti siyasal ve kültürel değişimlerin tarihsel bir ürünü olarak tanımlamaktadır. Son dönemde ulus devlet teorilerinde önemli bir etki oluşturan askerî temelli yaklaşım ise savaşlar ve askerî alandaki gelişmeler temelinde ulus devleti açıklamaktadır.
Ulus devletin oluşumu ve kurumsallaşmasında ortak bir payda olarak milliyetçiliğin araçsal bir rol oynadığı aşikârdır. Ulus devlet ile milliyetçiliğin (yöntem farklılıkları olmakla beraber) bu ilişkisi dünyanın çok farklı coğrafyalarında ve kültürlerde devam etmiş ve her ulus devlet milliyetçiliğe başvurmuştur. Hatta günümüz ulus devlet sermaye ilişkilerinde öne çıkan şey ulusal kimliklerin etkin olarak kullanılmasıdır. Bununla birlikte ulus devleti milliyetçiliğin iz düşümü olarak görmekte yanlış bir yaklaşım olacaktır (Aydın, 2018).
Ulus devletin ortaya çıkış sürecinde büyük bir etkisi olan Avrupa’daki politik ortamın, zaman içerisinde devlet olgusunu, hemen ardından da ulus olgusu ile birlikte milliyetçilik düşüncesini, toplum üzerinde hâkim kılması ile birlikte ulus devlet kavramı bir örgütlenme şekli olarak görülmüştür (Akça, 2005).
Ulus devlet dendiğinde ilk akla gelen coğrafya Avrupa’dır. Avrupa ulus devletin kendisine bir vücut kazandırılan, desteklenen ve hatta uğruna çetin mücadelelerin verildiği bir coğrafyadır. Özellikle Otuz Yıl Savaşları ile birlikte, her iki dünya savaşının, ulus devlet olgusunu derinden etkilediğini vurgulamak gerekir. 14.Louis, feodaliteye büyük darbe vurmuş, orduyu kullanarak Fransa genelinde monarşinin gücünü ve ulusal bütünlüğü tesis etmiş olan Kardinal Richelieu’nin başarılarını devam ettirerek, soyluların feodal özgürlüklerini ortadan kaldırmıştır. Böylelikle Fransa; Avrupa’da doğmakta olan güçlü ve mutlakıyetçi ulus devletin öncüsü olmuştur.
Avrupa’da ulus devletin ortaya çıkışı konusunda ilk ciddi adım şüphesiz Westphalia Antlaşması’dır. Westphalia düzeni ile birlikte bir ulus devleti tanımlamak adına “toprak” ve “otorite” kavramları ortaya çıkmış, böylelikle de ulus devletin hem fiziksel hem de zihinsel sınırları çizilmiştir (Şener, 2014).
Avrupa’nın ulus devlet kavramı ile bütünleşmesi adına ikinci ve en büyük adım ise Fransız İhtilali ile sağlanmıştır. Fransız İhtilali, güçlü etkisi ile öncelikle verdiği mesajda farklı kültürlere mensup bireylerin ya da toplumların bir arada yaşaması yerine kendilerine ait devletler kurmaları gerektiğini göstermiştir; daha sonrasında hem Fransa’da hem de Fransa dışında güçlü monarşi ve imparatorlukların ya kendilerinin ya da otoritelerinin yıkılmasına sebebiyet vererek zincirleme bir ulusçu etki yaratmıştır (Duman, 2008). Fransız modeli ulus inşası “kültürel farklılıkları yadsımamasına” rağmen “tekliği” benimsediğinden asimilasyonisttir. Başka bir deyişle, çeşitli araçlar kullanarak bu tekliği sağlamaya çalışır ve gerekirse zor kullanır. Alman modeli olarak adlandırılan ikinci model ise, “ırksal birliğe” karşılık gelmektedir. Bu nedenden ötürü dışlayıcı bir özellik taşır (Kurubaş, 2006: 116).
Süreç içerisinde ulusçuluk fikri Fransa’nın kendi içerisinde bir Fransız devleti kurma çabasının olumlu sonuçlanmasına, Almanya’nın da bölünmüş prensliklerin bir araya gelmesi ve bir tek bir ülkenin kurulmasına imkân sağlamıştır. Bu iki ülkenin yaşadıkları tecrübeler, olumlu ve olumsuz anlamda dünyanın geri kalanına bir ulus devlet kimliği oluşturma konusunda fikir vermiştir.
Vestfalya Barış Anlaşması’yla, temel siyasal yapı olarak kabul edilen ulus devlet ve uluslararası sistem, Avrupalı bir karaktere sahip olsa da günümüzde ulus-devletin doğasına aykırı, Avrupa bütünleşmesi olarak nitelenen gelişmeler de yine aynı kıtada görülmektedir. Ulus devletin bir model olarak kabulünden itibaren günümüze değin hizmet üreten, ekonomik faaliyette bulunan böylece yurttaşın refahını güvence altına alan bir toplumsal alt-yapı inşası ile uğraşan ulus devlet ve onun oluşturduğu devletler sistemi kapitalist sistemin gerekliliği olarak görülmekteydi. Ancak kapitalizm, doğası gereği, global bir nitelik almıştır. Dolayısıyla, kendine özgü ve ulusal unsurlara aldırmadan işleyen hareket yasalarını oluşturmuştur. Ancak gözden kaçırılmaması gereken nokta, ulusal ekonomi ve sistemlerin halen varlığını sürdürdükleridir. Kapitalizmin uluslararası nitelikteki kurumları güçlerini halen ulus devletten ve onun oluşturduğu sistemden almaktadırlar (Lotouche’den aktaran, Zabunoğlu, 2018).
Sonuç olarak ulus-devletin gelişimi farklı bölge ve zaman dilimlerinde özellikle Batı toplumlarında olmak üzere belirli ilkelere uygun olarak gerçekleşmiştir. Zaman dilimindeki farklılıklar büyük ölçüde sömürgecilik anlayışından kaynaklanmış; az gelişmiş ülkeler ancak II. Dünya Savaşı’nın ardından ulus-devlet olma yolunda ilerlemeye başlamışlardır.
Geçmişten günümüze yaşanan süreçlerde ulus devletlerin başlangıcını oluşturan Fransa ve Almanya gibi ulus devletler 21. Yüzyıla gelindiğinde hâlâ uluslararası sistemin başat aktörlerinden biri olma konumunu sürdürmektedir.
ULUS İNŞASINDA KENT
Ulus inşasının bir mekân üretimi boyutunun da olması, kent ve kentli yaşamını öne çıkarmıştır. Çünkü devletin resmî ideolojisinin büyük kitlelere aktarılıp uygulanacağı mekânlar kentsel yaşamda mevcuttur. Kentsel yaşamın parçası olan idare, belediye, okul, hastane, ordu, mahkeme gibi ulus devlet kurumları yanında anıtlar, heykeller, tiyatrolar, kaleler ve diğer mimari ögeler ile karşılaşan birey, zaman içinde ulus inşasının birer parçası haline dönüşmektedir.
Kentsel mekânlar birer gündelik hayat mekânı, insan ilişkilerinin ve bu ilişkilerin gerektirdiği donatıları içeren yerler olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Gündelik hayatın geçtiği bu mekânlar, yaşamın öznel ve psikoloji süreçlerinin geçtiği, algı ve deneyimlerinin bilince, kişiliğe ve anılara dönüştüğü yerler olarak inşa edilirken, kişilerin mekâna yüklediği farklı kimliklerle şekillenmektedir. Kentsel mekânlar, bu yönüyle hem ulus inşası sürecinde kamusal benliği ve kimliği inşa etmekte hem kişilerin kimliğini şekillendirmekte hem de yaşanan medeniyetlerin birer tezahürü olarak karşımıza çıkmaktadır (Solak, 2017).
Kurucu ideoloji nazarında kent imgesi ise aydınlanmanın ruhunu yansıtabilecek modern bir fenomen olması sebebiyle can alıcı meselelerden birisi olmuştur. Öyle ki, “yeni ve bütünüyle modern bir millet yaratmaya yönelik arzunun en güçlü görsel simgeleri” olan modern mimari ve şehircilik, “ulus inşa etme işinin başlıca göstergesi olmuştur (Bozdoğan, 2008: 72).
Bu hâliyle kentler birbirini hiç tanımayan ya da görmemiş bireyler ve hatta kuşaklar arasında milli duyguların ve hatıraların aktarıldığı kültürel kalıplar olmuştur. Milletlerin hafıza görevini üstlenen kentler, tanıklık etmediğimiz geçmişte yaşanan kimi zafer veya mağlubiyetleri yeni kuşaklara taşıyarak, ulus inşasını yani millet olma kabiliyetini sağmaktadırlar.
İnsanların yaşam biçimindeki en büyük değişimlerden biri, son iki yüzyıl içinde kentlerin yükselişi ile yaşanmıştır. Kentler, yerleşik toplumların gelişmesinin ilk aşamalarından ortaya çıkmış ve genellikle uygar bir toplumun ayırt edici özelliklerinden biri olarak değerlendirilmiştir. Fakat binlerce yıl boyunca birçok insanın yaşamı üzerinde çok küçük bir rol oynamıştır. Çünkü 1800’lere kadar çok az sayıda insan kentlerde yaşamıştır (Ponting, 2000).
Sanayi öncesi kentlerden pek azının nüfusu 10 bini aşmıştır. Bu kentler, hep dinî ve idari kentler olmuş, seçkinler ve varlıklı sınıflar özel ve inisiyatifli yerlerde yaşamıştır. Yoksul sınıflar ile istenmeyen ögeler ise kent sınırları yakınlarına yerleşmişlerdir. Etnik kümeler, göreceli olarak kendilerine yeterli alt gruplar hâlinde ayrı ayrı yerlerde yaşamışlardır. Toplumsal ve ekonomik alanda görülen yüksek orandaki ayrımlaşmaya karşı, toprak kullanımındaki ayrımlaşma azdır. Sanayi kentleri, bir yönetim ve dini özeğin değil, fakat daha çok bir ticaret ve sanayi fonksiyonu çevresinde gelişmiştir. Bu kentlerde hem toplumsal yaşamın örgütlenmesinde hem de toprağın kullanımında yüksek derecede bir uzmanlaşma ve iş bölümü açıkça gözlenebilir. Bu kentlerde hem sınıf özellikleri bakımından hem de etnik kümeler arasında ayrımlar yapmak güçleşmiştir. Toplumsal akışkanlık bu kentlerde sanayi öncesi kentlerdekilerden daha yüksek düzeydedir (Keleş, 1993).
Sanayi devrimi ile birlikte gelişen sanayi kenti ya da modern kent; 16. Yüzyıldan itibaren merkantalist politikaların etkisiyle başlayan merkezileşme politikasını, kendi döneminde bütün işlevselliği ile uygulamaya koymuştur. Yerel düzeydeki alt kimlikler ile aidiyetin krala ya da kiliseye değil, üst kimlik ve vatandaşlık vasıtasıyla ulus devlete bağlanması için sanayi kenti birçok sosyal ve ekonomik değişimin adresi olmuştur. Ulus inşası için gerekli olan bütün araçlar kentsel hayatta bulunmaktaydı. Teknolojik ilerlemeyle birlikte, iletişim ve ulaşım sistemleri kentleri daha da büyütürken, ulus inşa süreci de o oranda hız kazanmıştır.
Ulus devletin ulus inşasındaki müdahalece özelliği, rastgele ortaya çıkmamış; kapitalist gelişmenin bir getirisi niteliğinde olan modern egemenliğin tesis edilmesi bağlamında kapsamlı bir toplumsal-siyasal dönüşümün (örgün eğitim, halk sağlığı, konut ihtiyacı vb.), sonucu olarak gelişmiştir. Nitekim egemenliğin dönüşümü yeniden yapılanmayı zorunlu hale getirmiş ve bu reformların tatbiki alanı hiç şüphesiz kent özelde ise sanayi kenti olmuştur (Doğanoğlu, 2015).
Modern devlet, organik bir bütün olarak var olur ve bu organik yapının farklı bölümleri, ayrı ayrı güç odakları niteliğinde değil; bir bütün olarak devletin gücünün ifadesi olan ve böyle olduğu için de belirli amaç ve yetiklerle donatılan organlar niteliğindedir (Poggi, 2011). Merkezîleşme ve ulus devletle beraber başına buyruk kentlere yer kalmaması (Hamamcı, 1981), bu durumun zorunlu bir getirisidir. Dolayısıyla modern egemenlikle beraber kentler, ulusal siyasetin yereldeki icracısı hâline gelmişlerdir (Tilly, 2001).
Sanayi toplumlarında ulus inşasında okulun rolü çok belirleyicidir. Özellikle 19. yüzyılda Batı’da çocuğun toplumsallaşmasında geleneksel kurumlar olan lonca, kilise ve ailenin yerine okul yerleştirilmiştir. Ortak bir aidiyet duygusunun gelişmesini sağlamak amacıyla okul müfredatlarında yurttaşlık eğitimine yer verilmeye başlandı. Mesela Belçika’da 1860 ve1878 tarihlerinde çıkarılmış olan yönetmeliklerde ilk ve ortaokullarda yurttaşlık eğitimi zorunlu hâle getirildi. 1881’de Fransa’da parasız, laik eğitim zorunlu hâle getirildi. Bu dönemde coğrafya ve tarih derslerine de büyük önem verilmiştir. Bu dersler vasıtasıyla ulus devletin vatandaşı yaratılmış olacaktı (Üstel, 2009). Benzer şekilde dil, en etkili uluslaştırma araçlarından biri olarak kabul edilmiştir. Bu anlayışla nüfusun tamamını organize etmeyi hedefleyen siyasal otorite; iletişim aracı olarak toplumsal, siyasal, ekonomik ve kültürel yaşamın sürdürülebileceği standart bir dil oluşturmak niyeti ile okul müfredatlarını yapılandırdı (Sadoğlu, 2010).
Kent, modernizmin bir üst anlatısıdır, kültürün oluştuğu alandır. Kültür, modernist söylemin bir parçası olarak insanın sembolleştirebilme yetisinin olanak verdiği bir soyutlama, maddi varlık ve eşyaların, teknolojilerin, sanatların, insan davranışlarının sembolleştirilmiş bir örüntüsüdür. Kültür kentlerde öğrenilecek ve yeni kuşaklara iletilecektir. Kente her gelen bireyin bu heterojen ve yoğun ortamda ulus inşa sürecine uygun olarak kentli olacağı düşüncesi vardır (Aslanoğlu, 2000). Neticede modern dönemde kent; kapitalizm kontrolündeki sanayileşmenin etkisi ve milliyetçilik marifetiyle ulus inşa sürecinde önemli bir aktör ve mekân olmuştur.
20. yüzyılın özellikle ikinci yarısından itibaren ağırlıkla mimari ve sanatta kullanılmaya başlanan post modernite/postmodernizm kavramı, çok geçmeden kentlere yeni anlayış getirmiştir. Harvey (1997) postmodernite durumunu benzerlikler yerine farklılıklar, belirlenmişlik yerine belirsizliği, yaratma yerine bozmayı koyarak nitelendirmektedir. Bu kapsamda küreselleşme ile şekillenen postmodern kent, modern kentin ulus inşa görevini göz ardı etmiş, bunun yerine kapitalizmin yeni araçlarına uygun olarak ulus üstü rekabetçi küresel kent hedefine yönelmiştir.
Modernizm ile postmodernizm arasındaki görüş ayrılığı, mekânı algılayış farklılıklarından ileri gelmektedir. Modernistler, mekânı toplumsal amaçlar uğruna biçimlendirecek bir şey olarak görürken, postmodernistler için mekân, toplumsal amaçla zorunlu hiçbir bağı olmayan hedef ve ilkelere göre biçimlendirilecek bağımsız ve özerk bir şey olarak tanımlamaktadırlar (Harvey, 1997: 84-85). Modernizm üst dilleri, üst teorileri, üst anlatımları gerçekten de önemli ayrım ve ayrıntılara dikkat göstermiyor, ulusal bir anlayış taşıyordu. Postmodernizm ötekiliğin, öznelikte farklılıktan, ırk ve sınıftan, zamansal ve mekânsal coğrafi yerleşmeler ve yerinden kopmalardan kaynaklanan sayısız biçimini resmetmektedir (Huyssens, 1984).
Küreselleşme ve dijital değişim, mesafe ve mekân kavramlarında anlam kaymasına yol açtığı görülmektedir. Günümüz toplumlarında zamanın minimal parçalara bölünmesi, toplumsal ve mekânsal bütünlüğü de parçalamaktadır. İçinde taklit edilmiş mekânların bulunduğu dev alışveriş merkezleri ya da bilgisayar ortamında sanal dolaşım, coğrafi mekânlara bir alternatif olarak sunulmuştur (Çubuklu, 2000). Dijital yaşamın kentlerdeki yansımaları konusunda Los Angeles kenti ile ilgi incelemeler yapan Soja (2000), elektronik medya ve bilişimin yarattığı değişim ve sanal gerçekliğin yeni bir kent tasarlama fikrini dayattığını söylemektedir. Böylece, günümüz kentlerindeki gündelik yaşamın güçlenen gerçeküstücülüğü, elektroniğin belirlediği dijital yaşamlar, kentlilik yerine onun simülasyonunun ön plana çıkması, yepyeni kentleşme süreçleri ve bir bütün olarak modern kentin yüklendiği misyondan uzak dünya kenti söyleminin geliştirilmesine yol açmıştır (Soja’dan aktaran, Yıldız-Alaeddinoğlu, 2011).
Günümüzde uluslararası finans kuruluşlarınca özellikle gelişmekte olan ülkelere, küresel sermayenin dolaşımı önündeki engeller kapsamında ulus devlet etkinliklerinin azaltılması yönünde neoliberal politikalar dayatılmaktadır. Bu noktada, devletin kamusal alanda da küçültülmesi politikaları ile örtüşen postmodern yaklaşım, kentsel mekânı yeniden yapılandırarak geçmişte yüklendiği ulus inşa görevine artık eskisi kadar istekli olmadığı izlenimi vermektedir.
21. yüzyılın kentine bakıldığında ortaya çıkan tablo şu şekildedir. “Yeni kent, merkezini yitirmiş, geniş çevre yollarıyla bölgeler arası hareketliliğin mekânı olmuştur. Fakat bu hareketliliğe rağmen, kentte birbirinden kopuk, birbirine yabancı alanlar artmaktadır. Bu yabancılaşma sonucunda insanlar kendi içlerine kapalı yeni cemaat türleri oluşturmuşlardır. Sokaklar artık garantisiz, sosyal güvenceden yoksun insan mekânlarıdır” (Su, 1995: 47). Postmodern kentte kişilerin yaşamlarının geçtiği mekânlar arasındaki duvarların yükselmesi toplum içindeki parçalanmayı da beraberinde getirir, fakat mekânsal bölünmeler direkt olarak toplumsal bölünmelerin sorumluları değillerdir, yalnızca toplumsal bölünmelerin yaratımına yardımcı olurlar (Karakurt, 2006).
Merkeziyetçiliğin reddi ve parçalanma tartışmalarının etkisi altında kalan postmodern kentler; farklılığın ve çeşitliliğin mekânı olarak tanımlanmaktadırlar. Bu minvalde çevrim içi dünya olarak da adlandırılan küreselleşme, post modern kentin itici gücü olurken, modern kentin ulus inşa araçları olarak kullandığı anıtların, heykellerin, tiyatroların yerini avmler, ofisler ve kendi içine kapalı rezidanslar almaya başlamıştır. Sonuç olarak küresel kent modern kentten farklı bir kimliği yansıtmaktadır. Kapitalizmin günümüzdeki etkin anlayışı modern devletin simgelerinden biri olan sınırları ortadan kaldırma maksadıyla ulus devlet formunu örselemektedir. Merak edilen ise kentlere yüklenmeye çalışılan bu yeni misyonla, ulus devlet ve ulus inşası sekteye uğratılacak mı?

Kaynakça
Akça, G. (2005). Postmodernite ve Ulus Devlet, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 7(2), 221-234.
Altun, A. (2016). Küreselleşme Çağında Milliyetçilik ve Ulus Devlet. International Journal of Academic Value Studies, 2(4), 145-160.
Arı, T. (2006). Uluslararası İlişkiler ve Dış Politika. İstanbul: Alfa Yayınları.
Aslanoğlu, R. A. (2000). Kent, Kimlik ve Küreselleşme. Bursa: Ezgi Kitapevi.
Aydın, R. (2018). Ulus, Uluslaşma ve Devlet: Bir Modern Kavram Olarak Ulus Devlet. Marmara Üniversitesi Siyasal Bilimler Dergisi, 6(1), 229-255.
Balibar E. & Wallerstein, I. (1995). Irk, Ulus, Sınıf (Çev. N. Ökten). İstanbul: Metis Yayınları.
Billig, M. (2003). Banal Milliyetçilik. (Çev. C. Şişkolar). İstanbul: Gelenek Yayıncılık.
Bozdoğan, S. (2008). Modernizm ve Ulusun İnşası. İstanbul: Metis Yayınları.
Calhoun, C (2007). Milliyetçilik. (Çev. B. Sütçüoğlu), İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Çubuklu, Y. (2000). Mekânların Ölümü. Varlık Dergisi. Sayı. 1113.
Dağ, A. E. (2004). Uluslararası İlişkiler ve Diplomasi Sözlüğü, İstanbul: Anka Yayınları.
Gayde Zengini G. (2015). 1975-1983 Döneminde Kuzey Kıbrıs’ta Ulus-Devlet İnşasında Kültür Politikaları ve Kültür Pratikleri (Doktora Tezi), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara.
Doğanoğlu, M. (2015). Türkiye’de 1935-1950 Arasında Ulus İnşası Aracı Olarak Belediyeler. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Doktora Tezi). Ankara.
Duman, M. Z. (2008). Fransız Devrimi’nin Politik Sonuçları ve Tocqueville’in Devrime İlişkin Görüşleri. Sosyoloji Dergisi, Sayı 19, 100-119.
Erözden, O. (1997). Ulus Devlet. Ankara: Dost Yayınları.
Gellner, E. (2013). Uluslar ve ulusçuluk. (Çev, Büşra Ersanlı ve Günay Göksu Özdoğan). İstanbul: Hil Yayınları.
Harvey, D. (1997). Postmodernitenin durumu (Çev. Savran, S). Metis Yayınları. İstanbul.
Hamamcı, C. (1981). Merkezi Yönetim Yerel Yönetim Ekseninde Belediyelerimizin Yapısı ve Demokratikleşme Eğilimi. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayımlanmamış Doktora Tezi). Ankara.
Hippler, J. (2007). Ulus inşası, (Çev. A. Sezgintüredi-B. Şayli), İstanbul: Versus Kitap.
Hobsbawn, J. E. (2010). Milletler ve Milliyetçilik. (Çev., Osman Akınhay). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Huyssens, A. (1984). Mapping the Postmodern. New German Critique.33.
Karakaş, M. (2000). Türk Ulusçuluğunun İnşası, Ankara: Vadi Yayınları.
Karyelioğlu, S. (2012). Ulus Devlet ve Milliyetçiliğin Tarihsel Dayanakları ve Küreselleşmenin Ulus Devlet ve Milliyetçilik Üzerindeki Etkileri. Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar, 5(1), 137-169.
Karakurt, E. (2006). Kentsel Mekânı Düzenleme Önerileri: Modern Kent Planlama Anlayışı ve Postmodern Kent Planlama Anlayışı. Erciyes Üniversitesi İİBF Dergisi, Sayı:26.
Keleş, R. (1993). Kentleşme Politikası. Ankara: İmge Yayınevi.
Kurubaş, E. (2006). SSCB Sonrası Türki Cumhuriyetlerinde Yeni Uluslaşma Süreçleri Üzerine Bir Değerlendirme. Uluslararası Hukuk ve Politika Dergisi, 2(5) 112-133.
Leca, J. (1998), “Neden Söz Ediyoruz?”, Uluslar ve Milliyetçilikler, (Ed: J. Laca, Çev. S. İdeman), İstanbul.
Morin, E. (2003). Geleceğin Eğitimi İçin Gerekli Yedi Bilgi. (Çev. H. Dilli). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Özkırımlı, U. (2013). Milliyetçilik Kuramları. Ankara: Doğu Batı Yayınları.
Pierson, C. (2000). Modern Devlet, (Çev. D. Hattatoğlu), İstanbul: Chiviyazıları Yayınevi.
Poole, R. (1993). Ahlak ve Modernlik, (Çev. M. Küçük), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Poggi, G. (2011). Devlet: Doğası Gelişimi ve Geleceği (Çev: Babacan, A.). İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Ponting, C. (2008). Dünyanın Yeşil Tarihi. İstanbul: Sabancı Üniversitesi Yayınları.
Renan, E. (1996). What Is a nation? Martin Thom (trans.), in becoming national: A Reader, Geoff Eleyand Ronald Grigor Suny (eds.). Oxford/New York: Oxford University Press, pp. 41-55.
Sadoğlu, A. R. (2010). Türkiye’de Ulusçuluk ve Dil Problemleri. İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Santamaria, Y. (1998). Ulus Devlet, Uluslar ve Milliyetçilikler, (ed: J. Laca, Çev. S. İdeman), İstanbu.
Sarıbay, A. Y. (1998) Siyasal Sosyoloji, İstanbul: Der Yayınları.
Schulze, H. (2005). Avrupa’da Ulus ve Devlet. (Çev., Timuçin Binder). İstanbul: Literatür Yayıncılık.
Şener, B. (2014). Küreselleşme Sürecinde Ulus Devlet ve Egemenlik Olguları. Tarih Okulu Dergisi (TOD), 7(18), 55-63.
Soja E. W. (2000). Postmetropolis. Oxford. Blackwell.England.
Solak, S. G. (2017). Mekân ve Kimlik Etkileşimi: Kavramsal ve Kurumsal Bir Bakış. Manas Sosyal Araştırmalar Dergisi, 6(1), 13-37.
Tilly, C (2001). Zor, Sermaye ve Avrupa Devletlerinin Oluşması (Çev. Emiroğlu, K). Ankara.: İmge Yayınevi.
Tunçer, Ç. P. (2009). Yazılı Basında Mit’in Tekrarı ve İçe Sallanan Bayrak, Medyada Gerçekliğin İnşası: Türk Medya Söylemine Eleştirel Bir Bakış, Ed. İsmet Parlak, Konya: Çizgi Kitabevi.
Üstel, F. (2009). Makbul Vatandaşın Peşinde. İstanbul: İletişim Yayınları
Weber, M. (2007). Millet (Çev. E. Çerezcioğlu), Doğu-Batı Dergisi, s. 39.
Yıldız, M. Z. ve Aleedinoğlu, F. (2011). 38. ICANAS (Uluslararası Asya ve Kuzey Afrika Çalışma Kongresi). Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Kurumu. Ankara.
Zabunoğlu, H. (2018). Günümüzde Ulus Devlet. ERÜHFD, 81), 535-559.