3 MAYIS 1944 TUFANI 2

27 Temmuz 2016 11:53
Okunma
4462
3 MAYIS 1944 TUFANI 2


 
Osman Yüksel SERDENGEÇTİ
 
(Geçen sayıdan devam)
 
Üzerimden Çıkan Şiirler
Öğleye doğru Birinci Şube Müdür Muavini Hamdi Bey miydi neydi, o kalın boyunlu herifin yanında bir komiser ve sivil polis memuru... Üzerimde arama yaptılar. Ceplerimde ne varsa döktüm ortaya. Ne olacak? Küçük bir defter, 250 kr. Bir de benim bu hadise dolayısıyla yazdığım yazılar, destan... Deftere değil, kâğıtlara yazmıştım. Kâğıtların pamuğu çıkmış. Allah vere de okuyamasalar... Bu işe dehşetli kızdım. Herife, "Ceplerimi niye karıştırıyorsunuz?" dedim. Emir var dediler. Bir zabıt tuttular. Çıktılar gittiler. Artık hürriyetimizi iyice kaybettik. İcabında her şeyimizi karıştırabilecekler. Akşama doğru tekrara gelerek arama yaptılar.
"3 Mayıs Destanı"nın bazı yerlerini okuyamamışlar... Destan şöyle başlıyordu:
3 Mayıs sabahı kıyam eyledik,
Cadde cadde coştuk şarkı söyledik,
Millet için vatan için ağladık,
Bir de şimdi nizam bozucu olduk.
Falih Rıfkı bize nizam düşmanları demişti ya! Destan uzundu. Şimdi hepsini hatırlamıyorum. Başı ve sonu aklımda kalmış. Son dörtlüğü şöyle idi:
Karaosman der, bağır bağır
Delik deşik oldu bağır,
Artık yeter duysun Sağır vs.[1]
Bu "Sağır" kelimesinin yerini o zaman boş bırakmıştım. İyi ki öyle yapmışım. Maazallah o öfke ile yazmış olsaydım gitmiştik gürültüye. Hayatımda işte böyle bir defa akıllıca hareket ettim.
Şimdi Sağır’ın işgal edeceği o boş yeri soruyorlardı. Ahmaklar, bunda şaşacak bilemeyecek ne vardı. Belli işte... "Bağır"a tam kafiye "sağır"dır. Muhakkak acele bir şey uydurmak tevil etmek lazım. Şöyle okuyorum:
Karaosman der bağır bağır
Delik deşik oldu bağır
Her ne yapsam yer gök sağır.
vs. vs.
"Yer gök sağır" dedik çıktık işin içinden. Tekrar bir zabıt tuttular...
"Bu ne taassup bu ne ciddiyet yahu!" diyorum içimden. Biz casus muyuz? Siz şifre mi çözüyorsunuz?
Malum ve mahut zatı, başa geçmesini seven başgazeteciyi, Ulus’un başındaki belayı hicveden diğer bir şiirim daha vardı yakalanan kâğıtlarda... Orada şöyle diyordum:
"Aşağıdan da aşağı,
Cemal Paşa’nın döşeği,………………..uşağı vs...
Çok sonraları duymuştum. Nevzat Tandoğan başgazeteciye bu manzumeyi gösteriyor. "Bak diyor, Turancılar senin hakkında neler yazmışlar!"
 
Bir Öksüz Gibi Gelir İkindi
14 Mayıs 1944. Artık eskisi gibi gelenler gidenler yok. Unutuluverdik. Gazetelerde bu hadiselere ilk zamanlarda verilen ehemmiyet azaldı. Garip bir kimsesizlik içindeyim. Mevsim bahar... Hava ne kadar da güzel! Artık bu adamlar, bu odalar, bu konuşmalar beni sıkmaya başladı. Hadiselerin kesafetinden kurtulup yavaş yavaş kendime dönüyorum
Dışarı çıkmak istiyorum. Gezmek… Ankara geceleri… Ne mübarek gecelerdi o Ankara geceleri. Arkadaşlar, dostlar, akşamüzeri... Herkes çekilip gittikten sonra içime bir gariplik çöküyor. Pencerelerden bakıyorum: Yeşil dallar sallanıyor. Ağaçlar, çiçekler. Haksız yere, boş yere hapsedilen genç bir insan... Avare gönül... Şairliğim tutuyor:
Işık, rüzgâr ve yeşil dallar
Dışarda mevsim mevsim baharlar
Hür gökler, hür ufuklar ve hür diyarlar
Sizlerden, sizlerden ayrıyım şimdi.
Bir öksüz gibi gelir ikindi...
Böyle melankolik bir hâl içinde bir şeyler mırıldanıp duruyorum. Hakikaten bir akşamüzeri idi. Fevkalade hassas olduğum bir an. Yanımda beni bekleyen polis memurları bile hâlimi anladılar.
- "Ne o?" dediler. Sararıp soluyorsun, ne oluyorsun?
- "Hiç." dedim onlara.
Çok dolu, çok duygulu anlardır bu.
Birbirlerine bakıştılar:
- "Osman’ı biraz dışarı çıkaralım hava alsın, gel." dediler.
Tabi oldum. Emniyet Müdürlüğünün kapısından çıkıyoruz.
İlk mahkûmiyet, ilk mahrumiyet bana çok dokunuyor. Evet, kapıdan çıkıyoruz. Bahçe var, bahçeye... Akasyalar çiçek açmış. Mavi gökte pare pare beyaz bulutlar... Sanki 30 yıl hapishanede kalmışım da yeni çıkıyormuşum gibi. Gökler bulutlarıyla, ağaçlar bütün çiçekleriyle, akşamüzerlerine has o garip hal bütün hüznüyle içime doluverdi. Ben düşmüşüm. Kaldırmışlar; peykeye oturtmuşlar. Biri kahveye koşmuş, kahve getirecek.
Kendime gelince:
- "Yahu…" dedim, "Ben ne oldum?"
- "Hiç." dediler, "Şimdi kahve gelecek içersin, geçer..."
- "Hayır hayır, bu boşluktan ben korkuyorum; beni içeri götürün."
Götürdüler.
Bu hadiselerden sonra, nice mahrumiyet nice mahkûmiyetler gördüm hayatımın hiçbir anında bu kadar duygulandığımı; duvarların, yasakların arkasındaki âlemi bu kadar delicesine özlediğimi hatırlamıyorum. Aman Allah'ım! Ne kâinat doldu içime o gün, o akşam hep böyle, engin ve romantizmin içinde yüzdüm durdum. Derin bir hüzün beni ta içerden kavradı, eridim bittim...
Akşam polislerle de hiçbir şey konuşmadım. Hep hayal kurdum. Mesela polisler görmeden şu pencereden atlayıp kaçıyorum. Bir bağ evine gizleniyorum. Çok sevdiğim arkadaşlardan biri gidip geliyor, bana havadisler getiriyor. Küçücük bir bağ evinde… Hayalimde hep böyle şeyler kuruyorum.
 
Polis Eşliğinde Evde Arama
15 Mayıs 1944. Dün ne kadar hülyalı ve rüyalı isem, bugün o kadar asabiyim. Tuhaftır, kötü hadise olacak mı, muhakkak o hadisenin sıkıntısı beni basar. Bugün de öyle oldu. Bir komiser, bir sivil, bir resmî polis memuru geldiler karşıma dikildiler.[2]
- Haydi bakalım birlikte senin eve gideceğiz.
- Neden?
- Arama yapacağız.
Beraber çıkıyoruz. Yollar, sokaklar. Herkes bize bakıyor sanki. Utanıyorum, sağım polis, solum polis. Hisar'a çıkıyoruz.[3]
Hisar benim yerim[4].  Sekiz on sene kaldığım mahalle. Dar sokaklar... Kaleler. Kalelerin ardındaki Alaattin Camii... Ankara ayaklarının altında... Şehir ayaklarında. Gürültüsü kulaklarında. Şu ağaçlar, şu çimenler. Bir zamanlar yemeklerimizi şu çimenler üzerinde yerdik. Bu çimenler üzerinde namaz kılardık.
Arif’i ve Bekir Sami’yi hatırlıyorum. Nerede o dostlar, nerede o günler. Akasyalardan çiçekli bir dal kopardım. Kokluyorum. İşte eve yaklaşıyoruz. Bütün mahalleli bana bakıyor. Kim bilir ne diyorlar?
Hisar-Demirfırka Mahallesi, Berrak Sokak, 7 numaralı evin alt katındaki adam. Ah o adam. Yatağı, kitapları darmadağın… Sanki bu odadan yeni bir cenaze çıkmış. Kitaplar altüst olmuş. Bizim Tevfik milliyetçiliğe, dine ait ne kadar kitap varsa ağabeyimgile taşımış! Öyle bir hava esiyor ki ortalıkta... Herkes, "Türk’üm, elhamdülillah Müslüman’ım." demekten âdeta korkuyor!
Bizimkilerin haberi oldu. Geldiler. Çamaşırlarım çok kirlenmişti. Evin helasında değiştiriyorum.
Polis, belki kaçar gibilerden kapıda bekliyor. Komiser ve sivil emniyet memuruyla kitapları altüst ettik. Ahmaklar! Bütün Rusçadan tercüme romanları topladılar. Üzerlerine kırmızı kalemle bir numara koydular. İçimden gülüyorum. "Yahu diyorum, biz Rus düşmanlığı yaptığımız için bu hâle düştük, düşürüldük. Ara bulursun, ara! Ne arıyoruz ne arıyorlar? Koca bir kitabın içinde, başlanıp kalmış bir mektup buldular. Mektup Çankırı’da hâkim bulunan ağabeyime yazılmış. Sert ve heyecanlı bir ifadesi var.
"Çalışıyoruz. Gün geçtikçe çoğalıyoruz. Vatan millet düşmanlarının muhakkak hakkından geleceğiz.” vs. "Bulduk, bulduk!” diye sevinçle bağırıyorlar. Alıyorlar. Albüme varıncaya kadar baktılar. Onu da aldılar. Bir yığın kitap bir yığın kâğıt. Odayı terk ediyoruz.
Herkeste aynı hayret, aynı tecessüs... Düşüyoruz yola. Nereye? Yine Emniyet binasına… Emniyet altındayız dedik ya![5]
 
Fakülteden Atılma
17 Mayıs 1944. Yine haber yok! Yine bırakıldığımız yok. Öğleden biraz evvel Tevfik’le bazı arkadaşlar gelmişler. İ. Tevfik (Ersen) bizim Fakültenin Pizyoloji (?) şubesinden... Bana bir şeyler söylemek istiyor, söyleyemiyor. Nihayet söyledi. Beni Fakülteden atmışlar!.. Fakültenin Dekan Vekili Necmettin Halil Onan talebeleri Hamit Salonu’na toplamış. Sanki sevinçli bir haber verecekmiş gibi bu tart haberini vermiş. Üstelik memnuniyetini de izhar eylemiş... Başımdan vurulmuşa döndüm. Gerçi daha evvel Sabahattin Ali meselesinde de Fakülteden tart edildiğim söyleniyordu ama ben inanmamıştım. Demek öyle. Demek kovulmuşuz. "Evet." dediler.
Zaten bu geceyi asabî buhranlar içinde geçirmiştim. Fakülte… Dört senem... Ankara’da Hisar’ın daracık odalarında, Altındağ’ın üzeri teneke ile örtülü, duvarlarında çayır çimen biten barakalarında geçirdiğim hayat! Bu tahsil için katlandığım sefalet... Ömrümün dört yılı... Bunları tekrar ediyor, kendime acıyordum. Ya garip Osman... Ey felek, biz ne yaptık söyle diyordum.
Arkadaşlar gittiler. Oturdum masaya. Bir kâğıt bir kalem. Necmettin Halil’e bir mektup döşendim. Bu mektupla bütün öfkemi aldım.
Mektubuma, "Üç vazifeli (profesör, Yüksek Tedrisat Umum Müdürü şimdi bir de dekan), fakat tek meziyeti olmayan adam!" diye başlıyor, şöyle devam ediyordum:
"Dekan olur olmaz, Vekil-i Âliye bir hediye, bir kurban gerekirdi. Kurban olarak beni mi seçtiniz? Sayın Dekanımız... İşlediğiniz bu kansız cinayetin cezasını elbet bir gün göreceksiniz..."[6]
Okkalı bir mektuptu ama geçmiş gün hepsini pek hatırlayamıyorum.
 
Gözaltıdan Tutukluluğa
Öğleden sonra bir dert daha... Ankara emniyet müdür muavini derler, gülmez sırıtmaz, uzun boylu, esmer bir adam vardı. Elinde bir kâğıtla benim bulunduğum odaya geldi. "Örfi İdare Komutanlığının emirleriyle, bugünden itibaren mevkufsunuz."
Dondum kaldım. Ne? Örfi İdare Komutanlığı mı? Ne münasebet. Örfi idare mıntıkası İstanbul. Bütün hadiseler Ankara’da cereyan etti.
Bu işlerde cezayı icap ettiren bir şey varsa burada bakılması lazım. Kanun öyle... Polislere sordum. Nedir bu? Manalı manalı “Bilmiyoruz.” dediler. İçlerinden biri, "Bu hareketin kökü İstanbul’da imiş. Birtakım adamlar gizli cemiyet kurmuşlar." demesin mi? Ne biliyorsun yahu? Ulus gazetesi yazıyor canım... Getirin şu gazeteyi.[7]
Getirdiler.
Hükûmetin resmî tebliği var. Adam doğru söylüyormuş. Güya İstanbul’da Reha Oğuz Türkkan ve arkadaşları gizli bir cemiyet kurmuşlar, şifreler ele geçirilmiş vs.[8]
Tabii hepsi uydurma. Bizim hayalperest Türkçülerin aralarında anlaşmaları. Anlaşma da değil, sadece bir jest!
Fakat gazeteler ve resmî makamlar bu hadiseyi, yapılanları, tevkifleri haklı göstermek için alabildiğine istismar ettiler.
 
Çankırı’dan Ağabeyim Geldi
Hükümet resmî tebliğlerle, radyolarla Turancılık adını verdiği bu hareketi kötülemeye devam ediyor. Artık bizim yemeklerimiz bile kontrol ediliyor.
Üzerimi tekrar yokladılar. Âlât-ı cariha arıyorlarmış! Ne olur ne olmaz, kendine bir şey yapar diye. Gülüyorum. Yanımda kalem açtığım küflü jilet bıçağını da alıyorlar.
Bugün Çankırı’dan ağabeyim geldi.[9] Pürtelaş. Emniyet müdüründen zor izin almış. "Etme eyleme, gitme, ihtiyar babanı düşün." deyip duruyor. Ankara valisinin arkadaşı, apartman kralı eski CHP müfettişi Ali Nazmi’yi görmüş."Kardeşine söyle, çok sert konuşuyorlarmış; adamı temizleyiverirler. Kimsenin ruhu duymaz." demiş. Onun için ağabeyim endişede. Nasihat, aman, zaman, etme, gitme!
Kim dinler? Nedense bugün asabım her zamankinden bozuk. Elimden gelse, yeri göğü yıkacağım.
Yarından sonra 19 Mayıs. Muhakkak bırakırlar, diyorlar. Bırakmazlarsa bırakmasınlar, umurumda değil. Nasıl olsa fakülteden de kovulduk. Ölmüş eşek kurttan korkar mı? Açıyorum ağzımı, yumuyorum gözümü! Sağa sola, İnönü’den tutun da Nevzat Tandoğan’a kadar ne kadar kodaman varsa veriştiriyorum. Yanımda nöbet bekleyen polisler duymazlıktan geliyor.
Yanıma gelen arkadaşlara:
- "Şu Kara var ya şu! Allah’ın belası. Kimseyi taktığı yok; dilini hiçbir şeyden esirgemez!" deyip beni gösteriyorlar.
Bizim Cemal Oğuz Öcal, öbür odada boyuna vezin, kafiye dizmekle meşgulmüş, 19 Mayıs diye bir şeyler yazmış.
En çok sinirime dokunan bayramlardan birisi de 19 Mayıs’tır. O gün ne kadar genç insan varsa elbiseden, ardan, hayâdan soyunup sokaklara dökülür, millet kaldırımlara toplanır. Herkesin bir eli cebinde: "Öldüm, bittim..." Sokaklardan şehvet sel gibi akar.
19 Mayıs, evet. Millî Mücadele'nin dönüm noktalarından biridir. O günü, o günün ağır, içli, dertli havasına yaraşır bir şekilde anmalı. Nerde? Bizde her şey şehvete hitap eder. Tarihî günler bile, bir şehvet bayramı manzarası arzeder.[10]
 
Köşkün Etrafında Nöbet Bekleyen Mehmetçiklerden İkisi Dondu, Öldü
Akşam yine Atatürk’ün muhafızlarıyla beraberiz. Ne onlar konuşuyor ne ben. Bir tanesi lise imtihanlarını verecekmiş. Ona hazırlanıyor... Bu zaten sakin bir adam. Konuşkan olan diğeri, "Ata’dan bahsedelim mi Osman Bey?" diyor. Bahset diyorum, Ata’dan da bahset ötekilerden de. Anlatmaya başlıyor:
- "Bir gün, soğuk bir gün. Ama nasıl soğuk... Acem’in dediği gibi hani... Damdan dama atlarken kedinin donuverdiği gün. Böyle bir günde Ata emretti. Orman Çiftliği’ne gidilecekti. Hazırlıklar yapıldı.
Deminden beri gözünü kitaptan ayırmayan memur söze karıştı:
- "Ben, dedi, Romanya muhacirlerindenim. Romanya’da şöyle bir atalar sözü var: Delikten çıktık, delik için yaşıyoruz, deliğe gireceğiz."
Tam Freudist bir izah diyorum...
Beriki anlatmaya devam ediyor:
- "Evet, emretti. Hazırlandık. Vardık Çiftlik’e. Marmara Köşkü’ne kondular. Tam iki gün, iki gece. Çiftlik’e vardığımız gece, köşkün etrafında nöbet bekleyen Mehmetçiklerden ikisi dondu, öldü."
- Öldü mü?
- Öldü ya! Ne sandındı?
- Yapma!
- Yapması yok!
- İçerdekilerin haberleri yok mu idi?
- Hayır.
- Üçüncü gün, balkona çıktılar "Çok soğuk galiba." dediler.
- Evet efendim.
Derhal emir verdiler...
Tekrar Çankaya’ya döndüler. Ata'ya ölenlerden malûmat vermedim.
Ben:
- "Yeter! dedim, yeter! Kes artık burada. Bir daha bana böyle şeyler anlatma!"
- "Zaten" dedi, beni bir daha nerede bulacaksın. Yarından sonra sizi bırakıyorlar. Yolcusunuz siz..."
- Mehmetçiklerin yolculuğundan olmasın?
- Yok canım!
 
İnönü'nün 19 Mayıs Konuşması
18 Mayıs 1944. Yarın İsmet Paşa’nın büyük bir nutuk söyleyeceğinden bahsolunuyor. Bakalım İnönü ne buyuracak?
Gazeteler, "Bayrak falan yere geldi. Toprak falanın avucunda." diye büyük puntolarla neşriyat yapıp duruyorlar. Yarın bunlar Millî Şef’e verilecekmiş...[11]
Bugün 19 Mayıs 1944. Gene Emniyet Müdürlüğünün Ahlak Dairesindeyim. Pencereler Jandarma Komutanlığının bahçesine açık. Bahçede bir radyo var… Aman dur, Millî Şef nutuk söylüyor. Pencerenin yanına iyice yanaşıyorum. Elimden gelse pencereden atlayıp radyonun içine gireceğim. Vicdansızlar, fesatçılar… Onlara sert ve acı ilaçlar tatbik edeceğiz. Kime? Bize… Ne ilacı? Pek anlamıyorum. Radyo parazit yapıyor. Neler söylüyor bu adam! Kendi kendime kafamdan bu sual ve cevaplar geçiyor. Fesat, fesatçı, ilaç, zehir kelimeleri öksürüklerle birbiri üstüne devam edip gidiyor. Kendinizi Millî Şef'in karşısında bir hastanede, eczanede sanırsınız. "Şu adam ilaçtan zehirden bahsedeceğine bir hap yutsa da öksürüğü dinse bari." diyorum.
"Köy Enstitülerinde, her çeşit okullarımızda, müesseselerimizde, müşterek vatanın ülkülerini Türk çocuklarına, eşit adalet ve şefkat hisleriyle vermeye çalışıyoruz.
Onları büyük Cumhuriyet potasında kaynatıp meydana Türk vatanperveri çıkarmaya çalışıyoruz. "
Bunu da duyduktan sonra kendimi zapt edemedim, bastım kahkahayı. Aklıma bir şey geldi de. Pota, kaynatma deyince aklıma kimyahane geldi. Kimyadan da CHP'nin meşhur Kaplanı Rasih Hoca’yı hatırladım.
Bir gün o, "Bizim Şef'e akıllar versin. Orta mektep çocuğu için kimya öğrenmeye kalkışmış. Hele şu harp bir bitsin, ben onu kimyadan imtihana çekeceğim. Bakalım imtihan verebilecek mi, veremeyecek mi?” Böylece demişti koca Kaplan.
İşte aziz şefi, vatandaşlarının karşısında kimyadan imtihan veriyordu. İlaç, zehir derken işi potaya kadar getiriyor, "Onları, Cumhuriyet potasında kaynatıp Türk vatanperveri çıkarmaya uğraşıyordu. "Hey gidi gafil hey! Bu ne fikir, bu ne nazariye yahu? Neyi kaynatıyorsun? Şu imal ettiğin vatanperverler kimyevi bir şey mi? Aklıma daha gülünç, daha mizahi şeyler geliyordu. Mesela bir mizah gazetesi çıkarıyordum.[12]  Orada şöyle bir ilan: Millî Şef müstahzaratından: Bu haptan kim yutarsa derhâl vatanperver olur. Hatta reisicumhur bile olur. "
"Fesatçılar genç çocukları, saf vatandaşları aldatan fikirlerini millet karşısında açıktan açığa münakaşa etmeyeceğimizi sanmışlardır. Aldanmışlardır ve daha çok aldanacaklardır.
Allah, Allah koca Millî Şef Devlet Reisi, Cumhurreisi açıktan açığa münakaşa edemeyeceğimizi misalle, lafla alenen ve resmen bize cephe almıştı. Neymişiz biz be. Vay anasını…”
Hani Ali Kalaycı’nın dediği gibi "Devlet bir baraka mı ki şöyle yüklenince yıkılıversin!" Korkmuşlar azizim korkmuşlar. Malı, iktidarı meşru olmayanlar böyle korkak olur işte.
"Tertipçiler 10 yaşında çocuklarımızdan bize kadar derece derece, perde perde hepimizi aldatmak iddiasındadırlar…”
"Fesatçılar yabancılara bilerek mi hizmet ediyorlar? Yabancılar fesatçıları idare edecek kadar yakından münasebette midirler? Vay hayâsız vay! Yabancı ha…[13]
Biz koyu muhafazakâr biz milliyetçi Türkler yabancılarla iş birliği yapacağız ha! Yabancıyı görünce bizim tüylerimiz ürperir! Yabancılarla yakından münasebeti olan sensin ve senin gibilerdir. Bizzat sen bu memleketin, bu milletin yabancısısın. Dinine yabancı, mukaddesatına yabancı, ananelerine yabancı, toprağına yabancı. Ayak bastığın yerde zelzeleler oluyor. Görmüyor musun?
Nitekim adı millî, kendi gayrimillî şef, bu milletin ezelî ve ebedî düşmanına, Moskof’a hulus çakıyor.
"Millî kurtuluş sona erdiği vakit, yalnız Sovyetlerle dosttuk. Bu bakımdan Cumhuriyet’i iyi anlamak lazımdır..."
Doğru, İnönü Cumhuriyeti’ni iyi anlamak lazımdır. Bu bir nevi Sovyet Cumhuriyeti’dir. Kendisi diyor bunu. Biz demiyoruz. Tevekkeli değil; 1944 yılında Ankara Radyosu, Türkiye Sovyetlerin bir cumhuriyeti imiş gibi, hususi programla Bolşevik bayramına iştirak etmişti. Bugün, millî şef dedikleri adam da aynı şeyi söylüyor.
Ulus’un başyazarı, "Stalin ve İnönü Başımızda" başlıklı makaleler yazıyor, her biri milletin başına ayrı bir baş belası oluyordu.
Üniversite talebeleri mi? Onların vatan dedikleri kendi çiftlikleri; devlet kendi ihtiraslarının, kendi menfaatlerinin, teşkilatlı polisli jandarmalı müşahhas bir timsali idi. Kim kendi menfaatlerine dokunursa bunu devlete, millete, vatana ihanet gösteriyorlardı. İnönü yeni bir idealini daha veriyordu. Sonra bu adam, henüz tahkikat safhasında olan bir hadise hakkında hüküm veriyor; kanunu, adaleti hiçe sayıyor; Turancıları yabancı emellere hizmet eden vatan hainleri olarak ilan ediyordu. Zavallı adalet, yine haris, muhteris politikacıların eline teslim olunmuştu. Artık iş bitmişti. Türk devleti bir hukuk devletidir, kanunlar, nizamlar... Artık bütün bunlar lafıgüzaftan ibaretti.[14]
Nutuk bitti. Ben de bittim. Polisler bana ben polislere bakakaldım. Yüzüm kızarıyordu. Sanki bir cinayet işlemiştim. Öyle ya, koca devlet reisi bizlere yabancılarla iş birliği yapan, vicdansız fesatçılar demişti. Bizim milletimizin Anayasa’sında vardır bu. "Ululemre itaat, dinî bir vecibedir.", "Şeriatın kestiği parmak acımaz.", "Her şeyi büyükler bilir." der bizim millet. Sonra bizde öteden beri yazılı olan her şeye karşı bir hürmet bir itimat beslenir. "Kitapta yazıyor.", "Kitapta yeri var." dendi mi akan sular durur. Böyle bir alışkanlık böyle bir gelenek var bizim millette. Ama o kitap hangi kitap? O tek ilahî kitap yerine şimdiki kitapsızların, imansızların, binbir kitabı var.
Maalesef halkın çoğu bu mesele hakkında söylenenlere, yazılanlara inanıyordu.
Nutuk üzerine o zamanın müstemleke matbuatı olan basını bir görmeliydiniz. "Millî Şef buyuruyorlar ki", "Millî Şef’in gençliğe hitabı!", "Millî Şef’in yüksek direktifleri"… Millî Şef, Milli Şef!
Milliyetçilerin iflahını kesen Millî Şef, milliyetçileri tabutluklara atan, zincirlere vuran Millî Şef...
 
Hasan Âli Yücel'in Konuşması
O gün Hasan Âli Yücel, bir açık nutuk çekmişti. O davudi sesiyle, "Biz gençleri…" demişti, "Kendi gayelerimiz için bir vasıta bir alet olarak kullanmayacağız."
Siz mi gençleri kendi ihtiraslarınız, kendi gayelerinize göre yetiştirmiyorsunuz? Bütün inkılap tarihi bunu nakzeder. Millî bayram olarak kabul olunan günlerde "On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan." türküsüyle avutulan nesiller nakzeder iddianızı... İlk mekteplerden üniversitelere kadar mazi düşmanlığı; ruh, tarih düşmanlığı yalanlar sözlerinizi.
Hasan Âli Yücel, İsmet İnönü saltanatının, İnönü sarayının bu gözdesi, stadyumda çektiği nutukla da yetinmemiş, o gün DTCF'nin konferans salonunda meydan muhaberesi kazanmış bir kahraman edası ve sedasıyla, "Gençler" diyordu, size ideoloji mi lâzım... Gidin köylere yüznumara (00) yapın" diyordu. Mevkiini sıfıra borçlu olan bu adam gençliğe ideal olarak yüznumaraları (00) gösteriyordu. Tam ona yakışan bir ideal.[15]
Bu nutku Yücel’in adamlarının yetiştirdiği münkir bir grup çılgınca alkışlıyordu. Kafası Moskova’ya döngün bir doçent: "Türkçüler hapı yuttu." diyor, içindeki memnuniyeti bu şekilde izhar ediyordu. Hakikaten Milliyetçi Cephe ağır bir darbe yemişti. Bizim o zamanki CHP'li devlet ricali bunu biraz da Moskova’ya yaltaklanmak için yapmışlardı. Zaten nümayiş esnasında Sovyet Sefarethanesinin otomobili kalabalığın içinde dolaşıp duruyordu. Onun için bizimkiler Rusların kendilerini övmesini bekliyorlardı.
Fakat istediklerine, beklediklerine kavuşamadılar. O günlerde Moskova radyosu bastı tehdidi:
"Onlar bizi, bir avuç faşist Türk’ü tevkif etmekle kandıramazlar. Bizzat Saraçoğlu tevkif edilmelidir. O Saraçoğlu ki Alman faşistleri vatanımıza saldırdıklarında Ankara’da Alman Sefarethanesinde zeybek oynamıştı."
Moskova Radyosu böyle diyordu. Bütün bunları bana ziyaretime gelen arkadaşlar anlatmışlardı. Ne de sevinmiştim. "Eski düşman dost olmaz, domuz derisinden post olmaz." sözü ne kadar doğru idi. Hiç Moskof’tan adama hayır mı gelirdi?
Hiç unutamadığım bir şey var. Almanlar Rusya’ya taarruz ettiği gün memleketim olan Akseki’de bulunuyordum. Bu müthiş haberi bana amcazadem vermişti.
Ne kadar sevinmiştim. Bu sevincimi gören ihtiyar bir kadın "Ne o?" demişti, "Cennet mi müjdelendi sana?" Ben, "Moskoflar, bizim en büyük düşmanımız olan Moskoflar mahvoldu." deyince, ihtiyar kadın:[16]"Bak, adı bile Moskof gâvurun…" demişti. "Adı bile Moskof." Moskof kelimesi bu ihtiyar Türk kadının kafasında Ruslardan ayrı, bambaşka belaya benzer bir kelime, bir mana olarak yerleşmişti.
Millî şuur denilen işte budur. Millî Şef ve hempaları bunu anlamıyor veyahut anlamazlıktan geliyorlardı. Bereket versin Moskova Radyosu imdada yetişmişti; bu yaranma ve yaltaklanmalara kulak asılmamış, ebedî ve ezelî düşmanlığını bir defa daha göstermişti.
19 Mayıs 1944 işte böyle geçti. Bu nutuktan sonra ümitlerimiz suya düştü. Milli Şef İnönü’nün bu nutku bastırılarak ortaokul ve liselere gönderilmiş, Türkçe ders kitaplarına geçirilmiş, okulların tatiline kadar ve ertesi yıl bütün öğrencilere belletilmişti.
Bütün bu yıldırma hareketlerinin verdiği ümitsizliğe rağmen, ben hâlâ ümitli idim. Hep kendi kendime soruyordum: Ne kabahatim vardı ne kabahatimiz vardı ya Rabbi? Yanımdaki polisler de bugünden, bu nutuktan memnun değillerdi. Bu ne biçim devlet reisi idi. Bu ne biçim sözlerdi. Olup bitenler, alelade bir zabıta vakasının hududunu aşacak şeyler değildi. Herkes, "Ağır taşı ne yel alır ne sel, bu ne hafiflik." diyordu.
 
İstanbul'a Sevk
Ankara Emniyet Müdürlüğünde odaların birinde kuru tahtalar üzerinde uzanmış uyuklamaya çalışıyordum. Baş ucumda geceli gündüzlü nöbet bekleyen sivil polislerden biri kulağıma eğildi, korka korka yavaşça şunları söyledi:
- Yarın sizi de sevk ediyorlar galiba!
- Nereye?
- İstanbul’a...
- Ne İstanbul’u. İstanbul’da bizim işimiz ne?
Polis, "Sus." dedi. Bunları ne ben söylemiş olayım ne sen duymuş ol! Seni çok severim de. Adam bunları söyledi gitti. Ben arkasından bakakaldım. Birdenbire bir şey düşünemedim. Duvarlara, pencerelere bakıyor, her yerden bir şeyler bekliyordum. Duvarlar, tabanlar, tavanlar, her yer her şey bana sır gibi geliyordu. İstanbul’a sevk edilmek... İstanbul bile bana çok uzak, Fizan gibi, Malta gibi esrarlı, korkunç bir yer geliyordu. İstanbul’a sevk edilmek, sürülmek ne korkunç şeyler Allah'ım![17]
Şu polis denilen herif de nerelere gitti? Gelse bir, yüzünden gözünden muhakkak bir şeyler okurdum. O da yok. Kafam yalnız İstanbul ve sevk kelimelerine takıldı kaldı. Bir gün evvelini, hatta bir saat evvelini düşünemiyorum. Bir gün evvel ne olmuştu? Ha şimdi hatırladım. O zamanın tabiri ile Millî Şef müthiş bir nutuk söylemişti. Hafızam yerine geldi. Hani ben dün polislerin Ahlak Dairesi dedikleri odada idim. Bu odanın pencerelerinden biri vilayetin yanındaki Jandarma Komutanlığının avlusuna bakıyordu. Orada bir radyo vardı. Millî Şef’in 19 Mayıs 1944 nutkunu bu radyodan dinlemiştim. Nutuk kulaklarımda uğulduyor. Başım dönüyor. Nutkun bazı yerlerini hatırlıyorum. İçimden kendi kendime tekrar ediyorum:
"Şuursuz, vicdansız, fesatçılar. Onlara karşı Cumhuriyet’in bütün tedbirlerini kullanacağız. Keskin, sert, acı ilaçlar..."
Ve sonra hepsinden kötüsü "yabancı, ecnebi parmağı."[18]
Aman ya Rabbi! Biz neler yapmışız? Ne imişiz biz? Kendimi tanıyamayacak hâle geliyorum. Bu isnatları bu sert, haşin cümle parçalarını tekrar ettikçe şaşkınlığım büsbütün artıyor. Artık hiçbir şeyi düşünemez hâle geliyorum.
Dışarıda nöbetçi komiserlerden biri dolaşıyor; ara sıra kapıyı açıp beni kontrol ediyor. Herkesin gezip dolaştığı bu güzel Mayıs gecesinde ben kırılmış yeşil bir dal gibi, bütün ümitleri sönmüş, şu genç yaşımda harabeye dönmüş bir hâlde, gözlerimi gâh tavana gâh duvarlara dikmiş, sinirlerim gergin, vücudum yorgun, düşünüyorum, kızıyorum. Gözlerime bir türlü uyku girmiyor.
Geceler, Ankara geceleri. Mübarek geceler. Mayıs akşamları. Ben, ben burada. Yasaklar içinde. Kuru tahtalar içinde. Bana burayı bile çok görüyorlar. İstanbul’a sevkiyat.
Yarın İstanbul’a gidiyoruz. Neden, niçin? Ah, ne kadar da aptalım! Canım, iki gün evvel, o kara kuru herif, emniyet müdür muavini olacaktı galiba; yanıma geldi de: "Bugünden itibaren İstanbul Örfî idare Komutanlığının emriyle mevkufsunuz!" demişti ya! Ne çabuk da unuttum?
İşte bizi oraya, Örfî İdare Komutanlığına teslim edecekler. Şimdi anladım, Örfî İdare. Eski adıyla Divan-ı Harp mahkemesi! 
 
KISALTMALAR
 
BD: Büyük Doğu dergisi
DTCF: Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi
OYS: Osman Yüksel Serdengeçti
S: Serdengeçti dergisi
Yİ: Yeni İstanbul gazetesi
 


[1] BD, 5 Haziran 1952, Yıl 9, Sayı 21, s. 3.

[2] "Haksız Yere, Boş Yere Hapsedilen Genç Bir İnsan", Yİ, 29 Nisan 1966.

[3] BD, 7 Haziran 1952, Yıl 9, Sayı 23, s. 3.

[4] Bir şiirinde "Karosman der yerim Hisar." diyor.

[5] BD, 8 Haziran 1952, Yıl 9, Sayı 24, s. 3.

[6] Tahliye olduktan sonra öğrenim hakkının verilmesi talebiyle yanına gittiğinde, Yükseköğğrenim Genel Müdürü olan Necmeddin Halil Onan, "Ben mektubunuzda tavsif ettiğiniz adam değilim." diyecektir. Osman Yüksel'in,"Sizin bize yaptığınızı Almanlar Yahudilere yapmadı!" deyince, "Seni mustarip bir adam sıfatıyla dinliyordum. Dinlemiyorum şimdi." cevabını verir. (OYS, "Mapusane Hatıralarım", Bağrıyanık, 1, 10 Ağustos 1952, s. 4).

[7]  "Herkes Müslüman’ım ve Türk’üm Demeye Korkuyor", Yİ, 30 Nisan 1966.

[8] Basında, bu olayların arkasında Turancı gizli bir örgütün olduğu yolunda haberler çıkmaya başlar ve iş farklı bir boyut kazanır. Bu konuda bk. Ek 4.

[9] Yargıtaydan Emekli Hâkim Selami Yüksel.

[10] BD, 10 Haziran 1952, Yıl 9, Sayı 26, s. 3. İtalik harflerle dizilen kısım,Yİ'de bulunmamaktadır; BD'den alınmıştır.

[11] BD, 12 Haziran 1952, Yıl 9, Sayı 28, s. 3.

[12] Serdengeçti'nin dergisinin her sayısında Gülünç Hakikatler başlığı altında mizah sayfalarına yer vermeyi; Bağrıyanık adında bir mizah gazetesi çıkarmayı, ta bu zamanlardan düşündüğü anlaşılmaktadır.

[13] İtalik harflerle dizilen bu kısım BD'den alınmıştır (BD, 13 Haziran 1952, Yıl 9, Sayı 29, s. 3); Yİ'de bulunmamaktadır. Yİ'de bunun yerine şu cümleler yer almaktadır: 19 Mayıs 1944. Millî Şef beklenen nutkunu söyledi. Nutukta biz milliyetçileri, yabancılarla iş birliği yapmak itham ve iftirasında bulunuyor. ("Adamı Temizleyiverirler Kimsenin Ruhu Duymaz", Yİ, 1 Mayıs 1966)

[14]  "Ulus "Stalin ve İnönü Başımızdadır." diyor", Yİ, 2 Mayıs 1966.

[15] BD, 14 Haziran 1952, Yıl 9, Sayı 30, s. 3.

[16]  "Bizzat Saraçoğlu Bey Tevkif Edilmelidir", Yİ, 3 Mayıs 1966.

[17] BD, 16 Haziran 1952, Yıl 9, Sayı 32, s. 2.

[18]  "Bu Ne Biçim Nutuk, Bu Ne Biçim Devlet Reisiydi?", Yİ, 4 Mayıs 1966.