Prof. Dr. İbrahim Arslanoğlu (GÜ Gazi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi)
3. Türk Ahlakı
Ahlak; felsefe ile birlikte sosyoloji, sosyal psikoloji, sosyal antropoloji, ahlak ve din bilimlerinin konusuna girer.
Bildiğimiz gibi, İlk Çağ doğa filozofları evrenin arkesini araştırmışlardır. Buna karşılık Sokrates, "Evrenin arkesini bilemeyiz, hem bilsek bile bunun bize bir faydası yoktur. Fakat biz, kendimizi bilebiliriz.” demiştir. Delphi Tapınağı’nın kapısında yazılı olan “Kendini bil.”, sözü hem felsefenin hem de psikoloji biliminin başlangıcıdır. Kendini bilmek, bir ahlak felsefesidir. Bu düşünceleri ile Sokrates, ilk defa insan konusunu felsefeye getirerek felsefenin kurucusu kabul edilmiştir. Bu sebeple Sokrates'e “felsefeyi gökten yere indiren adam” denilmiştir. İslam dünyasında ise ahlak felsefesinin öncüsü Yunus Emre, kendini bilmekle ilgili şunları söylemiştir:
İlim, ilim bilmektir.
İlim, kendini bilmektir.
Sen kendini bilmezsen
Bu nice okumaktır?
Aristo’ya göre insan, zekâ ve düşünce gibi iki silaha sahiptir. Eğer insan ahlaki bir eğitim almazsa hayvanlar dünyası içinde en tehlikeli bir varlık hâline gelebilir (Aytaç,1980). Çünkü hayvanlar aç ve yaşamsal tehlike içinde değillerse diğer canlılara zarar vermezler. Oysa insan düşünen bir varlık olduğu için bu durumların dışında da hem kendisine hem de diğer insanlara zarar verebilir.
İbni Haldun (2004); iklimin, insan hayatı ve ahlakı üzerinde etkili olduğunu söyler. Ona göre ahlak ile iklim arasındaki ilişkiyi sağlayan gıdadır. Herhangi bir ülkedeki gıdanın azlığı ve çokluğu, adi veya kaliteli olması ülke ve milletlerin ahlakını etkiler. Bunun içindir ki ABD dünyadaki aç insanlara yardım ederek onları kazanmayı amaçlamaktadır.
Yine İbni Haldun’a (2004) göre İnsanlar, göçebe (bedevi) ve medeni (hadari) olmak üzere iki şekilde yaşarlar. Bir devlet yıkılma sürecine girdiğinde, halk şehirde yaşarken artan ihtiyaçların yasal yollardan karşılanmaması sonucunda halk, yasal olmayan yollara sapar. Bunlar; hırsızlık, rüşvet, dolandırıcılık, yalan yere yemin etme, vurgun, karaborsa vb.dir. Ahlak ve namusa aykırı davranışlar, herkesin gözü önünde ve hatta yakınlarının yanında yapılmaya başlanır. Kötü işleri yapanlar, cezaya çarptırılmaktan kurtulmak ve korunmak üzere çeşitli hile ve aldatma çarelerini bulma hususunda gayet usta olurlar. Şehir çirkin ve kötü ahlaklı adamlarla çalkalanır.
Pozitif felsefenin ve Batı’da sosyoloji biliminin kurucusu olan Auguste Comte (1798-1857), başlangıçta bilimleri; matematik, astronomi, fizik, kimya, biyoloji, sosyoloji şeklinde sınıflandırmış ve bu sınıflamada ahlaka yer vermemişti. Fakat o daha sonra bütün bilimlerde ahlakı gördüğü ve onu en mükemmel disiplin saydığı için bilim sınıflamasında en başa koymuştur. Auguste Comte; ahlak anlayışında devlet, din ve soy farklılıklarını tanımaz. Onun en ileri ahlak düşüncesi, hayvanlara karşı da ahlaksal görevlerimizin bulunduğunu kabul eder (Güngör,1993). Aynı düşünceleri Bosna-Hersek Cumhurbaşkanı rahmetli Aliya İzzetbegoviç şöyle ifade etmiştir: “Samimi dindar fakat ahlaksız buna karşılık samimi bir ahlak sahibi fakat dinsiz insanları düşünmek mümkündür.” Bugün Türkiye’de ilk örnekten pek çok insan bulunduğunu hemen herkes bilmektedir.
Durkheim ise her kurumun olduğu gibi ahlakın da toplum tarafından belirlendiğini söyler. Ona göre diğer kurumlar gibi ahlak da dinden doğmuştur.
Weber’e göre Protestanlıktaki rasyonel olma, tutumlu olma ve dünyevi işe dinsel ahlaksal bir değer verme gibi prensipler modern kapitalizmi doğurmuştur. Kısacası Protestanlık, insan hayatını rasyonalize etmekte, insanın işini düzenli, namuslu ve gayretli bir yapmasını onun kutsal görevi olarak kabul etmektedir.
20. yüzyılın başlarında etnolog ve sosyal antropologlar tarafından yapılan araştırmalar, ahlak anlayışının kültürden kültüre değiştiğini göstermiştir. Buna göre ahlak anlayışı mutlak değil görelidir.
Hollandalı Ahlakçı Arnold Geulinex, ahlak için niyetin önemini açıklar. İnsan iyidir, kendi anladığı şekilde bile iyiyi isterse. İnsan kötüdür, kendi anladığı şekilde kötüyü isterse(İzzetbegoviç). Bununla ilgili olarak Hz. Muhammed, “Ameller niyetlere göredir.” buyurmuştur. Kant da ahlak felsefesinde “iyi niyet”ten söz etmiştir.
Emerson der ki: “İnsan doğası her yerde aynıdır, ne kadar vahşi o kadar faziletlidir (İzzetbegoviç). Bunu tersinden okursak, ne kadar uygar o kadar ahlaksız. Bu söz Batı için ne kadar doğrudur. Çünkü Batı’nın çifte standartlarını saymakla bitiremeyiz. Hemen her konuda kendi içindeki davranışı ile Batı dışındaki davranışı birbirinden farklıdır. Örneğin polis Roma’da ve Paris’te kadınları coplarsa bunun fazla bir önemi yoktur fakat polis aynı hatayı İstanbul ve Ankara’da yaparsa Türkiye’de insan hakları ihlalleri vardır.
Bu düşüncelerimizi Batılı bir bilim adamı şöyle desteklemektedir. LeviStrauss’a göre Batı insanı, bireyci ve ben merkezci bir tutum içindedir. Batı insanının başka olan, yabancı olan her şeye kendiliğinden bir düşmanlığı vardır. Batı insanı için “Cehennem başkalarıdır.”. Oysa Batılıların ilkellerin mitoslarından alacağı önemli bir ders vardır. O da cehennemin kendileri olduğudur (Kızılçelik II, 1994).
Osmanlı sadrazamlarından Sait Halim Paşa’ya (1983) göre insan davranışlarını belirleyen akıl ve bilgiden çok ahlaktır. Onun için ahlak, toplumların huzurlu ve mutlu olmasında son derece önemlidir.
Cahiz; Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri adlı kitabında, Türklerin erdemlerine ilişkin şunlar sayılmaktadır: “Türk; vatanını sever, harp sanatında usta, şerefli, faziletli, dindar, yabancıya saygılıdır. Devlet kurucudur, savaş dışında hile ve hud’a bilmez. Sözüne sadık, vefalı, insaflı, anlayışlı, vakur, edepli, cesaretli, savaşta ustadır. Savaştan kaçmaz, kovalar. Namusludur, adam kandırmaz. Karıncaya benzer, harpte kalbi titrer; kahraman, binici, cömert, kuvvetli, azimkâr, anlayışlı, bilgili, ihtiyatlıdır. Yaltaklanmaz, yaldızlı söz söylemez, münafıklık etmez, kovucu değildir. Yapmacık bilmez, yermez ve riya bilmez, büyüklenmez, arkadaşını aldatmaz, övülmeyi beklemez. Alçak gönüllü, misafirperverdir. İkram eder, iltifat eder, hazıra konmayı sevmez, çalışkandır, korkusuzdur. Koğuculuk, insanlara saygısızlık, yalancılık ve ciddiyetsizlikten hoşlanmaz; hırsızlık, gasp, zina, zina isnadı ve cinayetten nefret eder. Doğa sevgisiyle doludur. Bilgili, uyanık, kültürlü, azimli, sabırlı, sırdaştır. Gerçeğe düşkündür, hareketsizlikten hoşlanmaz. Bir kusuru varsa vatan sevgisi, çapul ve ganimettir.”
Cahiz, vatan sevgisini bir kusur olarak değerlendirmektedir. Şimdi yaşayıp da bir sürü vatan haini Türk vatandaşını görseydi, herhâlde bundan memnun olurdu. Çünkü MİT’in tespit ettiği, başka ülkeler lehine casusluk yapan 200 bin vatan haini bulunmaktadır.
Cahiz’in çapul ve ganimet dediği o çağların yaygın bir âdeti olup sadece Türklere özgü bir şey değildir. Bunu geçmişte sadece Türkler değil, güçlü ve galip olan bütün devletler yapmışlardır. Sanki bugün durum değişti mi? ABD’nin enerji kaynaklarına el koymak için Irak’ı işgal etmesi ganimet sağlamak ve çapulculuk değil de nedir?
Ahiliğin yazılı kaynaklarından olan Fütüvvetnamelerde, Türk ahlaki değerleri şöyle sıralanmıştır: “Doğruluk, cömertlik, dostluk, sadakat, kanaat, takva, tefekkür, vefa, ilim, amel, sabır, ihlas, sır saklamak, yalan söylememek, zina yapmamak, hırsızlık etmemek, hoca ve büyüklere saygı, insaf etmek, ayıbı örtmek, çiğ söz söylememek, kötü söze cevap vermemek, herkese iyilik yapmak, misafir sevmek, din farkı gözetmeden bütün insanları sevmek, herkesi bir görüp kendini herkesten aşağı görmektir (Arslanoğlu, 1997).”
Türk’ün düşmanları onu savaşta yenemeyeceğini anlayınca hile, entrika, ahlaki çöküntü yaratma ve halkı birbirine düşürme gibi taktiklere başvurmaya başlamıştır. Bununla ilgili olarak dönemin Fener Rum Patriği, Rus Çarı Alexandre’a gönderdiği bir mektupta “Türkleri maddeten yıkmak mümkün değildir; onun için önce onlardaki itaat duygusunu ve manevi bağlarını kesmek gerekir. Bunun en kısa yolu, Türklerin millî geleneklerine ve maneviyatlarına yabancı düşünceleri sokmaktır. Yapılacak şey Türklere hissettirmeden bu yıkımı tamamlamaktır.” demiştir. Rus Elçisi İgnatieff, “Ben Osmanlı Devleti’nde görevli iken bu teşhis tecelli etti.” demiştir (Dikeçligil, 1975).
Batı kültür emperyalizmi, Türkiye’deki faaliyetlerine kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla daha da hız vermiş ve yıllarca ahlakı, gericilik olarak telkin ederek bu konuda hayli mesafe de katetmiştir. Çünkü Türkiye’deki ahlaki yozlaşmada iç dinamiklerin olduğu kadar dış dinamiklerin de etkisi olmuştur.
Bugün ahlaki çöküntü, Türk toplumundaki en büyük sosyal sorunlardan birisi hâline gelmiştir. Çünkü gün geçmiyor ki kitle iletişim araçlarında yolsuzluk, rüşvet, iltimas ve banka hortumlama gibi olaylar yer almasın. Bunun bürokrat, siyasetçi ve medya gibi üçayağı bulunmaktadır. Bununla ilgili olarak eski dönemin bakanlarından çok sayıda kişi, Yüce Divanda yargılanmıştır. Şimdikilerin de gelecekte yargılanacakları kaçınılmazdır.
İşin diğer acı tarafı ise Türkiye’yi dolandıran bazı kişilerin, Batı ülkelerine kaçıp orada rahat bir hayat sürmeleridir. Eski bakanlardan Yaşar Okuyan, bir TV programında yolsuzluk dolayısıyla tutuklanan bir kişinin serbest bırakılması için ABD büyükelçisinin kendisine telefon ettiğini söylemiştir. Zaten devleti dolandıran hırsızlar, içeriden ve dışarıdan bu şekilde destek almasalar buna nasıl cüret edebilirler?
Yolsuzluk konusunda zaman aşımı ile ilgili kanunu çıkarmak acaba akla, mantığa, ahlaka ve hukuka ne kadar uygundur? Bununla “Biz yolsuzluk yapmak istiyoruz, bu süre içinde de kendimizi kurtarmak istiyoruz.” denilmek istenmiyor mu? Ayrıca geçmişte yolsuzlukla ilgili bir af kanunu çıkarılması Türkiye’nin bir başka garabeti değil mi? Nerede ise işbaşına gelen bütün iktidarlar bunu yapmak istiyorlar. Partilerin bu konuda birbirine benzemesi de gerçekten düşündürücü değil mi? Bir Batılı, yolsuzluğun fahişelikten daha kötü olduğunu söylüyordu.
Öte yandan TV programlarına baktığımızda çoğunlukla insanları doğruluğa, dürüstlüğe, çalışmaya, ülkenin ekonomik, sosyal, siyasal ve eğitim sorunları yerine insanları çalışmadan para kazanmaya teşvik ettiklerini görüyoruz. Örneğin bazı TV programlarında, araba çekilişleri ya da kim kimin karısını baştan çıkardı, hangi artist kiminle ilişki içinde, kimden gayrimeşru çocuk edindi, hangi artist kendisini aldatan kocasını kaçıncı defa affetti gibi tamamen toplum ahlakını bozucu ve çalışmadan para kazanma gibi kötü örnekler gösterilmektedir. Hâlbuki toplumların ayakta kalabilmesi ve gelişme yolunda atılımlar yapabilmesi, tamamen iyi modellerle mümkün olabilir.
Bir toplumu yıkmak istiyorsanız, o ülkede önce ahlaki yapıyı çökertmeniz gerekir. Ne yazık ki kitle iletişim araçları bu iş için çok etkili bir şekilde kullanılmaktadır. Bu konuda devletin ve onun adına görev yapan RTÜK’ün, belki yasal engeller sebebiyle, görevlerini hakkıyla yapamadıkları kanısındayım. Eğer bu konuda yanılıyorsam, devlet ve RTÜK yetkilileri görevlerini nasıl iyi yaptıklarını açıklamalıdırlar.
4. Din
Din, toplumu ayakta tutan aile, ahlak, hukuk, ekonomi, eğitim gibi sosyal kurumlardan birisidir. En ilkelinden en gelişmişine kadar bütün toplumlarda din kurumu bulunmaktadır. Dinin toplumda başlıca iki fonksiyonu vardır. Birisi toplumda birlik ve bütünlüğü sağlamak, ikincisi ise toplumsal kontrol görevi yapmaktır.
Batı’da sosyolojinin iki imtiyazlı konusu vardır. Bunlardan birincisi endüstri, ikincisi ise dindir. Türkiye’de sosyolojinin kurucusu Ziya Gökalp’in de üzerinde durduğu en önemli konulardan birisi dindir. İstanbul Darülfünun Edebiyat Fakültesi sosyoloji kürsüsünde verdiği derslerden birisini din sosyolojisine aittir (Sezer, 1981).
Batı'da sosyolojinin kurucusu Auguste Comte, sosyolojiyi kurarken "insanlık dini" adı verilen yeni bir din de kurmak istemiştir. Hatta Osmanlı Devleti, Rusya ve İran'a birer mektup göndererek onları bu dine davet etmiştir (Meriç,1984). Çünkü ona göre din, bir konsensus yaratarak toplumda birliği ve bütünlüğü sağlar. Yine sosyolojinin kurucularından Durkheim ve Malinowski bireysel hayatlarında agnostik olmalarına rağmen toplumların dinsiz yaşayamayacağını söylemişlerdir (Kızılçelik I, 1994).
Amerikan sosyoloğu Parson’a göre din, amprik olmayan ve değer koyucu karakteri ile nitelenen bir inanç sistemidir. Böylece din, bilimden, felsefeden ve ideolojiden ayrılır. Çünkü bilim, amprik olup değer koyucu değildir. Felsefe hem amprik ve hem de değer koyucu değildir. İdeoloji ise hem amprik ve hem de değer koyucudur (Aydın,2000).
Bilim insan yaşamının ne şekilde olması gerektiğini öğretmez ve herhangi bir değer ölçüsü göstermez. Din olmasaydı, biyolojik hayatı insan hayatı seviyesine çıkaran değerler bilinemez ve anlamsız kalırdı. Çünkü din, daha ulvi bir başka dünyanın ne olduğu hakkında “bilgi”, ahlak ise anlamı hakkında “bilgi”dir (İzzetbegoviç)
Dinin getirdikleri dışında, hiçbir değişmez gerçek yoktur. İnsanlığın bütün değerleri yer ve zamana göre değişmektedir. Bilimde esas olan değişmedir. İnsanoğlu, her şeyin değiştiği şu dünyada değişmez değerlere sahip olmak ister (Güngör,1981). Dinin yerini hiçbir kurum alamaz; onun fert ve topluma verdiği huzur, güven ve mutluluğu hiçbir şey sağlamaz (Doğan,1971).
Fransız sosyoloğu Le Play’e göre de topluma huzur getiren en önemli unsur, dindir. Rusya’daki köylülerden İngiltere’deki burjuvalara kadar her yerde toplumların devamlılığını ve huzurunu sağlayan dindir. Din olmadan toplumlar yaşayamaz, ölürler (Meriç, 1984).
Prof. Baykan Sezer’e (1981) göre din, toplumların kendilerini tanıma ve tanıtma aracı, kişinin ve toplumun kendi üzerinde bilinçlenmesi ve yeryüzünde kendisine bir yer tayin etmesidir.
Prof. Sadri Maksudi Arsal’a (1979) göre, milletlerin oluşmasında dinlerin önemli bir rolü vardır. Örneğin Alman milletinin oluşmasında Protestanlık, Fransız milletinin oluşmasında Katoliklik, Türk milletinin oluşmasında İslamiyet önemli bir rol oynamıştır. Bunun kanıtı olarak Anadolu’da yaşayan ve Türkçe konuşan fakat Hristiyan olanlar Rum kabul edilerek Yunanistan’a gönderirken hiç Türkçe bilmedikleri hâlde Müslüman oldukları için Türk kabul edilenler Anadolu’ya yerleştirildiler (Lewis,1984).
Eski Sovyetlerde daha önce yasaklanan din, II. Dünya Savaşı’ndan sonra canlandırılmış, Stalin tarafından Hristiyanlığa izin verilerek Rus vatanseverliği ile bir araya getirilmiş ve Komünist Partinin sıkı denetimine tabi tutulmuştur (Dönmezer, 1978).
Ziya Gökalp’e (1976) göre Rusya’da yaşayan Yakutlar ya İslamiyet’i kabul ederek Türk kalacaklar ya da Hristiyanlığa girerek Ruslaşacaklardır. Ayrıca din, toplumların kimliklerini de korur. Avrupa’yı titreten Attila’nın torunları dinleri ve dillerini değiştirdikten sonra kimliklerini değiştirip kültürel olarak yok olmuşlardır. Örneğin şu anda Macaristan’da çok sayıda Attila ismi bulunmasına rağmen toplumun çoğunluğu bu ismin bilincinde değildir.
Prof. Bozkurt Güvenç’e göre Batı’da Müslüman ile Türk, Türk ile İslam eş anlamlı kabul edilir ve Hz. Muhammed “Türk” olarak bilinir. Bernad Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu adlı kitabında Batı’da Türk ile Müslüman’ın özdeş kabul edildiğini yazar.
Türkler Müslüman olmadan önce çeşitli dinlere girerek birbirine düşman olmuşlardır. İlk defa Müslümanlık, bütün Türkleri içine alarak onların güçlü bir birlik kurmalarını sağlamıştır (Güngör, 1974).
Batı kültür emperyalizminin, neden İslam dinini kendilerine hedef seçtiklerini ve misyonerlik faaliyeti yaptıklarını gayet iyi anlıyoruz. Çünkü Türkiye’de din birliğini bozdukları zaman amaçlarına kolay ulaşacaklarını çok iyi bilmektedirler.
Batılılar, Osmanlı Devleti’nde açtıkları yabancı okullarda yetiştirdikleri aydınları, kendi inanç ve kültürlerinden uzaklaştırmaya ya da en azından şüpheye düşürmeye çalışmış ve bunda da başarı sağlamışlardır.
1806 yılında Osmanlı Devleti’ne gelen İngiliz elçisi Stratford Cannig II. Mahmut’a ve Tanzimat ileri gelenlerine Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışını önleyecek telkinlerde bulunarak düşüncelerini 4 madde hâlinde toplamıştır (Atay, 1971):
1. Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupalılaşması için İslamiyet’ten ayrılması gerekir.
2. Türkler yenilik yapacak kabiliyette olmadığı için Orta Asya’ya dönmeye mahkûmdurlar.
3. Türkiye’nin tek çıkar yolu, Hristiyanlık anlamında medenileşmesidir.
4. Osmanlı İmparatorluğu için baş muzır, İslam dinidir. Bu, Türklerin boşa giden enerjisi üzerinde yatan gerçek bir canavardır.
Prof. Hüseyin Atay’a göre bu 4 madde geçmişte Türkiye’yi parçaladı, gelecekte de parçalamaya devam edecektir. Avrupa Birliği’ne uyum adı altında çıkarılan yasalar sonucu Türkiye’de 21 bin kilisenin açıldığı, kitle iletişim araçlarında yer almaktadır. Bu durumda ister istemez Prof. Dr. Hüseyin Atay’ın düşüncelerine hak vermek zorunda kalıyoruz. 70 bin camiye karşılık 21 bin kilisenin açılmış olması, Türkiye’de misyonerliğin ulaştığı boyutların korkunçluğunu göstermez mi?
Batı kültür emperyalizmi, Anadolu insanının, dinin siyasete alet edilmesi dışındaki inancına bağlılığını Türkiye için bir tehlike olarak göstermiştir. Oysa Anthony Robbins’e (1993) göre dine bağlılık, her zaman uyumsuzluk doğurmaz. Çünkü hem çok başarılı hem de dinî değerlere çok bağlı insanlar bulunabilir. Yine Robbins’e (1993) göre tarihte en önemli modelleme güçleri, değerler üzerinde duran kutsal kitaplardır. Bunlar değerlere önem veren insanların hayatlarını zenginleştirecek modellerdir.
Prof. Baykan Sezer’e (1981) göre Batı, kendi içindeki gelişmenin aksine Doğu’da dinsizliği yaymaya çalışıyor. Çünkü Batı’nın dünya egemenliğinin temeli, Doğu’nun kontrolüne dayanmaktadır. Öte yandan Batı, Türkiye’deki dinî gruplardan bazılarını T.C.ye karşı ihanete teşvik etmektedir. Özellikle Batı’da örgütlenmiş olanları maddi ve manevi olarak desteklediği hemen herkesçe bilinmektedir.
ABD ise bu konuda daha farklı bir strateji izlemiştir. Önce Soğuk Savaş Dönemi’nde uyguladığı Yeşil Kuşak Projesi gereğince imam-hatip liselerinin kasabalara kadar yayılmasını sağlamıştır. 1990’lardan sonra Sovyet blokunun çökmesinden sonra artık bu okullara ihtiyaç kalmadığı için ve hatta Batı kendisine yeni bir düşman arayıp da bunu İslam olarak tayin ettikten sonra imam-hatip liselerini sayıları bıçakla keser gibi azaltılmıştır. Çünkü 1994 yılında yapılan NATO toplantısında dönemin İngiliz Başbakanı Thatcher, “Sovyetler çöktü, bize bir düşman lazım; bundan sonraki düşmanımız İslam’dır.” demiştir. Türk delegesinin itirazı üzerine de “Bizim düşmanımız kökten dinci Müslümanlardır.” diye tevil etmek istemiş fakat inandırıcı olamamıştır. Ayrıca ABD Başkanı Bush, ABD’nin Irak’ı işgal edeceği günlerde yaptığı bir konuşma sırasında “Haçlı Seferleri başlamıştır.” demiştir. ABD’de yaşayan İslam topluluklarının tepkisini çekmemek için bundan sonra katıldığı bazı toplantılara Müslüman imamları götürmeye başlamıştır.
Bugün Türkiye’de din konusunda iki sorunla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Bunlardan birincisi dinin istismar edilip kişisel çıkarlara alet edilmesi, diğeri ise hâlâ Türk halkının kimliğinin bir parçası olması sebebiyle Müslümanlığın, Batı kültür emperyalizminin hedefi hâline gelmiş olmasıdır. Bir insan bireysel olarak dinsiz olabilir, bu saygıyla karşılanmalıdır. Ancak bilerek veya bilmeyerek Türk halkının inancına saldıranlar, farkında olmasalar da misyonerliğe hizmet etmektedirler. Çünkü Türk insanında meydana gelebilecek bir inanç boşluğunu doldurulmasını Hristiyan misyonerleri sabırsızlıkla beklemektedirler. Çünkü din inancı, toplum için doğal bir gereksinimdir. Bu sebeple eski Sovyetlerde din yasaklandığı için Rus köylülerinden bazıları putlara tapmaya başlamıştır.
Batı emperyalizminin iş birlikçileri, Türkiye’de İslam dini denince kasıtlı olarak devletin dinle idare edilmesi şeklinde anlamak istemektedirler. Oysa asıl olan Türk halkına kimliğini veren sosyolojik anlamdaki dindir.
Dinle ilgili diğer bir sorun da Batı kültür emperyalizminin dinler arası diyalog adı altında dayattığı misyonerlik faaliyetidir. Türkiye’de buna alet olan dinî grupların ve bazı bilim adamı ve aydınların bulunduğu bilinmektedir. Müslüman toplumlar, inançları gereği Hz. İsa’yı kabul ederler. Oysa Batılılar, Müslümanlığı bir din olarak bile kabul etmemektedirler. Sizin varlığınızı kabul etmeyenler ile nasıl diyalog kuracaksınız? Hristiyanlar, aslında diyalog adı altında monolog istemekte, kısacası “Ben konuşayım sen dinle, sen dininden vazgeç, benim dinimi benimse.” demek istemektedirler. Üstelik misyonerlik, masum dinsel bir faaliyet değil, ekonomik, siyasal ve kültürel boyutu olan bir emperyalizm faaliyetidir.
Batı’nın Türk düşmanlığı bir anlamda İslam düşmanlığıdır. Bu patolojik duygudan, sadece sıradan vatandaş değil, çoğu aydın ve filozof da kendisini kurtaramamaktadır. Örneğin meşhur Filozof Hegel bile İslamiyet’i yeni bir din değil de doğrudan doğruya Yahudiliğin bir devamı olarak görür. Onun bu görüşlerinde Hristiyanlığın etkisi vardır (İzzetbegoviç). Yine meşhur Sosyolog Weber, İslam dinini bir çöl dini olarak değerlendirmektedir (Freyer, 1968). Oysa ona göre sosyolog, kendisini değer yargılarından arındırmalıdır. Burada kendi koyduğu prensibi bizzat kendisi çiğnemektedir.
Gerçi Batılılardan az da olsa İslam dini hakkında olumlu görüş bildiren aydın ve devlet adamları bulunmaktadır. Örneğin Bernard Shaw, “İslamiyet’in gelecekte Avrupa’nın dini olacağı”nı söylemiştir. Yine Prens Bismark, “Muhammed mümtaz bir kuvvettir. Ey Muhammed, seninle aynı asırda yaşamadığım için üzgünüm. Öğreticisi ve yayıcısı olduğun bu kitap, senin değildir. O, tanrısaldır. İnsanlık senin kadar seçkin bir kudreti bir defa görmüş bundan sonra göremeyecektir. Huzurunda saygıyla eğilirim.” Demiştir (Danişmend, 1959).
Prof. Dr. Mehmet Kaplan’a (1960) göre Avrupa’da İslamiyet ve Türkoloji alanındaki çalışmaların sayısı, Türkiye’deki ve İslam dünyasındakinden fazladır. Oysa Batı ülkelerinde yüksek lisans ve doktora yapan Türk ve İslam dünyası öğrencilerinin Hristiyanlık üzerine tez yapmalarına izin verilmemektedir (Yıldız, 1974). Yine aynı konu ile ilgili olarak Katolik kilisesi, Türkiye ve Avrupa’da İslamiyet’i araştırmak için 1978 yılında SRI diye bilinen “İslami İlişkiler Dairesi”ni kurmuştur (Altındal, 1994). Onlar Türklük ve İslamiyet üzerine araştırma yapan ana bilim dalları kuracak ve bu konularda bizden fazla araştırma yapacaklar fakat biz onların dinlerini araştıramayacağız. Bu bir çifte standart ve ikiyüzlülük değilse nedir?
Sovyetler döneminde Azerbaycan’da cami, mescit ve minareler yıktırılmış ve resmî dairelerde Rusça resmî dil olarak kullanılmıştır (Kişioğlu,1977). 1990’larda Bulgaristan’da Türklerin adları değiştirilip Türkçe konuşmaları yasaklanmış, Ramazan ve Kurban Bayramlarının kutlanması, Türk çocuklarının sünnet ettirilmesi yasaklanmıştır. Geçmişte sosyalist dünyada bunlar olurken kapitalist Batı, başlangıçtan itibaren Türk adıyla İslamiyet’le uğraşmış ve hâlâ da buna devam etmektedir. Çünkü zaman zaman Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girişinin önündeki engellerden birisinin de İslam dini olduğunu çekinmeden ve gizlemeden söyleyebilmektedirler. Görüldüğü gibi Batı’nın her rejimindeki ülkelerinde Türklüğün dil ve din gibi iki temel değeri hedef alınmıştır.
SONUÇ
Bir milleti var eden ve onu sonsuza kadar yaşatacak olan onun değerleridir. Değerlerin kaybeden milletlerin, kimliklerini de yitirdiklerini tarih bize göstermektedir. Dünyada bunun en acı örneklerini veren yine Türklerdir. Örneğin; Türk akınlarıyla başa çıkamayan Çinliler, Türklere karşı kendini savunmak için Çin Seddi’ni yapmışlar fakat bu, sorunlarını çözmeyince Türklerle baş etmenin yolunu kültür emperyalizminde bulmuşlardır. Çin kültür emperyalizminin etkisiyle Türkler Çince adlar almış ve Çin kültürünü benimseyerek Türklüklerini kaybetmişlerdir.
Köklü bir tarihe ve çok güçlü kültür değerlerine sahip olan Türk milletinin zayıf taraflarından birisi, birlikte yaşadığı toplumların kültürleri içinde asimile olmasıdır. Nitekim Türkler; Orta Asya’da Çinlilerin, İran’da Farsların, Arabistan’da Arapların ve Avrupa’da çeşitli kavimlerin kültürlerini benimseyerek yok olup gitmişlerdir. Avrupa’da Peçenekler ve Atilla’nın torunları artık bugün yoktur. Sadece Anadolu’da yaşayan Türkler bin yıldır Anadolu’da varlıklarını sürdürmektedirler.
Batı kültür emperyalizmi ve onun yerli iş birlikçileri Türklere o kadar düşmandırlar ki Türklerin adını bile kullanmalarına tahammülleri yoktur. Çünkü son günlerde bunlar, “Türk” değil de “Türkiyeli” diyelim demektedirler. Arap’a Arap, Fransız’a Fransız, Alman’a Alman, İngiliz’e İngiliz denecek sadece Türk’e Türk denmeyecektir. Dünya insanlık ailesi içinde üvey evlat kabul edilen Türkler, kendi adlarını kullanma hakkına bile sahip olamayacaklardır. Bunlar Türkiye’den başka dünyanın hangi ülkesinde söz konu edilmektedir?
Türk düşmanları ve onun yerli iş birlikçileri en çok Türk’ün dilini hedef seçmişlerdir. Dil giderse diğer bütün kültür ögeleri de yok olur. Bundaki amaç, Türklüğü yok etmektir. Onun için yabancı dilde eğitimi teşvik edilmektedir. Oysa Atatürk’ün dediği gibi Türk demek, Türkçe demektir. Türkçeden vazgeçmek Türklükten vazgeçmek demektir. Onun için yabancı dilde eğitime, kendisini Türk hisseden, herkesin şiddetle karşı çıkması gerekir. Çünkü yabancı dil öğrenme, yurt dışındaki bilimsel gelişmelere ulaşmak için bir araçtır, amaç değildir. Oysa kültür emperyalizmi yabancı dilde eğitim yapılmasını destekleyerek yabancı dil öğrenmeyi bir araç olmaktan çıkarıp bir amaç hâline getirmiştir.
Milletlerin büyüklüğü, tarihlerinin eskiliği ile anlaşılır. Bir milletin kökleri ne kadar derinlere iniyorsa o millet o kadar büyük millettir. Türk düşmanları bizi tarihimizden de utandırmak istemektedirler. Uyum yasaları çerçevesinde Batılı emperyalistler tarih yazımına da el atmışlardır. Amaç bizi geçmişimizden utandırarak bir aşağılık duygusu yaratmak ve ülkeyi çökerterek el koymaktır. Bundan birkaç yıl önce T.C. Devleti’nde Millî Eğitim Bakanlığı yapmış bir zatımuhterem, “Bizim miladımız Cumhuriyet’tir.” diyebilmiştir. Bu ya çok derin bir cehaletten ya da bilinçli bir ihanetten kaynaklanmaktadır. Bunun bir de Atatürkçülük adına yapılması ise daha vahim bir durumdur. Çünkü Atatürk; Dil ve Tarih Kurumlarını, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesini, Türk dilini araştırıp geliştirmek ve Türklerde tarih bilincini uyandırmak amacıyla açmıştır. Tarih toplumların hafızası olduğu için yeni nesillere Türk tarihini doğru öğretmek ve gençlere Türk tarihinden modeller sunmak zorundayız.
Hepimizin bildiği gibi Türkiye’de bir ahlak buhranı yaşanmaktadır. Ülkedeki yolsuzluk, hırsızlık, hayalî ihracat gibi olaylar sıradanlaştığı için âdeta kanıksanmaktadır. Herhangi bir ülkede bir kurumda meydana gelen bir bozulma, öteki kurumlarda da kendisini gösterir. Örneğin ahlaki yozlaşma beraberinde ekonomik çöküntüyü getirmektedir. Gerekli önlemler alınmazsa ekonomik çöküntü, ülkenin çökmesini de hazırlayabilir.
Türkiye’de Müslümanlık, Türk dili ile birlikte bu milletin kimliğini korumaktadır. T.C. laik bir ülke olduğu için bireysel olarak herkes istediği dini seçmekte serbesttir ve hatta dinsiz olma hakkına da sahiptir. Fakat her birey; inançsız dahi olsa, Türk kimliğini koruduğu için Türk halkının inançlarına saygılı olmak zorundadır. İslam dinine saldırarak Türkiye’de din alanında bir boşluk yaratmak, Hristiyan misyonerliğine hizmettir. Çünkü doğa boşluk kabul etmez. Nitekim Sovyetler Birliği’nde rejimin dini yasaklaması sonucu Rus köylüsü putlara tapmaya başlamıştır.
Toplum değerlerinin olumsuz anlamda değişmesi, onun kimliğinin de değişmesi demektir. Türk toplumunda doğruluk, dürüstlük, fedakârlık, cömertlik vb. değerler; Batı kültür emperyalizminin etkisiyle yok olmaya yüz tutmuş onun yerine köşeyi dönme, yorulmadan para kazanma, açıkgözlülük, yükselen değerler hâline gelmiştir. Ne acıdır ki yolsuzluk yaparak kendi şehrine giden bazı insanlar, toplum tarafından alkışlarla karşılanabilmektedir. Bu durum ülkenin ahlaki açıdan ne kadar gerilediğinin bir göstergesidir.
Toplumun değerlerini bilirsek; onu olumlu anlamda değiştirip güçlü, kalkınmış bir ülke yapabiliriz. Aksi hâlde toplum olumsuz yönde değişir ve ahlak, hukuk ve ekonomik olarak çökerek başka toplumların kölesi olabilir. Bunda eğitimin rolü büyüktür. Atatürk der ki: “ Eğitimdir ki bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı ve yüce bir toplum hâlinde yaşatır ya da onu köleliğe ve yoksulluğa sürükler.” Türkiye’deki sorunlarımızın çoğunu eğitimle çözülebiliriz. Onun için Atatürk’ün dediği gibi eğitimimizi, her türlü yabancı etkilerden kurtararak millî eğitim dönemine geçmeliyiz.
KAYNAKLAR
Akyüz, Yahya, Türk Eğitim Tarihi, İstanbul, Kültür Üniversitesi Yayını, 1997.
Altundal, Aytunç, Laiklik: Enigmaya Dönüşen Paradigma, İstanbul, Anahtar Kitaplar,1994.
Arsal, Maksudi, Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları, İstanbul, Ötüken Yayını, 1979.
Arslanoğlu, İbrahim, Yazarı Belli Olmayan Bir Fütüvvetname, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara,1997.
Atay, Hüseyin, Memleketimizde İlim ve Din Anlayışı Üzerine, AÜİF Dergisi, XVII,1971,91.
Aydın, Mustafa. Kurumlar Sosyolojisi, Ankara, Vadi Yayınları, 2000.
Aytaç, Kemal. Avrupa Eğitim Tarihi, Ankara, AÜDTCF Yayını, 1980.
Bulut, Arslan, Dinler Arası Diyalog, Ilımlı İslam ve BOP, Yeniçağ gazetesi, 27.04.2005.
Braudel, Fernand, Uygarlıkların Grameri, I. Cilt, çev. M. Ali Kılıçbay, İmge Kitapevi,Ankara, 1996.
Cicioğlu, Hasan, Türkiye’de İlk ve Ortaöğretim, DTCF Yay., Ankara, 1982.
Danişmend, İ.Hami, İslam’ın Üstünlüğü, Sebilürreşat Yayını, İstanbul, 1959.
Dikeçligil, Hüsnü, Millî Eğitim Davamız, İstanbul, 1975.
Doğan, Lütfi, “Din, İçtimai Hayat ve Huzur İçin Zaruridir”, Diyanet Dergisi, 10(104-105),1-2.71,4.
Dönmezer, Sulhi, Sosyoloji, İTİA Nihat Sayar Yayın ve Yardım Vakfı Yayını, İstanbul,1978.
El-Cahiz, Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri, çev. Ramazan Şeşen, Nehir Yayınları, Ankara, 2003.
Feyzioğlu, Turhan, “Atatürk ve Fikir Hayatı”, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi II, Ankara, YÖK Yayını, 1986.
Freyer, Hans, İçtimai Nazariyeler Tarihi, çev. Tahir Çağatay, Ankara, AÜDTCF Yayını,1968.
Güngör, Erol, “Türk Milli Karakterinin Kaynakları”, Töre Dergisi, 6(42),11.74,16.
---------------- İslam’ın Bugünkü Meseleleri, Ötüken Yayını, İstanbul, 1981.
---------------- Değerler Psikolojisi Üzerine Araştırmalar, Ötüken Yayını, İstanbul, 1998.
Güvenç, Bozkurt, Türk Kimliği, Kültür Bakanlığı, Ankara, 1994.
İbni Haldun, Mukaddime, çev. Halil Kendir, Yenişafak Gazetesi Yayınları, Ankara, 2004.
İzzetbegoviç, Aliya, Doğu-Batı Arasında İslam, Nehir Yayınları, İstanbul, 2003.
Kaplan, Mehmet, “Şark-Garp Medeniyeti Karşısında Türkiye” Türk Yurdu, 11(281), 2.60,12.
Kısakürek, M. Ali, Üniversitelerimizde Yenileşmeler, AÜ Eğitim Fakültesi,Ankara, 1976.
Kızılçelik, Sezgin, Sosyoloji Teorileri I-II, Yunus Emre Yayıncılık, Konya,1994.
Kişioğlu, M. Hamza, “Millî Kültürün Tanıtılmasında Posta Pulunun Yeri” Millî Kültür Dergisi, 1(5),5.77.53.
Lewis, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, çev. Metin Kıratlı, T.T.K. Yayını, Ankara, 1984.
Meriç, Ümit, “Sosyoloji Tarihine Giriş”, Dağarcık Dergisi, 2.84,1-16.
Robbins, Anthony. Sınırsız Güç, çev. Mehmet Değirmenci, İnkılap Kitapevi Yayını,İstanbul, 1993.
------------------ İçindeki Devi Uyandır, çev. Belkıs Çorakçı(Dişbudak), İnkılap Kitapevi Yayını, İstanbul,1995.
Sait Halim Paşa, Toplumsal Çözülme ve Buhranlarımız, haz. Ahmet Özalp, Burhan Yayınları, İstanbul,1983.
Sezer, Baykan, Toplum Farklılaşması ve Din Olayı, İstanbul, İÜEF Yayını, 1981.
Sinanoğlu, Oktay, Hedef Türkiye, Otopsi Yayınları, İstanbul, 2002.
Tezcan, Mahmut, Türklerle İlgili Stereotipler ve Türk Değerleri Üzerine Bir Deneme, AÜ Eğitim Fakültesi Yayını, Ankara, 1974.
Timur, Taner, Osmanlı Toplum Düzeni, İmge Yayınları, Ankara, 1994.
Topçuoğlu, Hamide, Genel Sosyoloji Ders Notları (Çoğaltma), 1971.
Ünal, Cavit, Genel Tutumların veya Değerlerin Psikolojisi Üzerine Bir Araştırma, AÜDTCF, Ankara,1981.
Yıldız, Sakıp, “Giriş”, Tevrat, İncil ve Kur’an, Yazan: Jacques Jomiers, Hareket Yayınları, İstanbul, 1974.
Ziya Gökalp. Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, Kültür Bakanlığı, 1976.
------------------- Türkçülüğün Esasları, Bordo-Siyah Yayınları, İstanbul, 2003.