Okunma
5488
Osman Yüksel SERDENGEÇTİ
CHP saltanatının bütün vicdanlara, bütün kafalara, bütün midelere musallat olduğu bir devir... İlkokullardan üniversitelere kadar Allahsız ve ahlaksız bir rejimi,[1] Bolşevizm'i, inkılapçılık perdesi altında yerleştirmek, hür ve müstakil Türkiye’yi Rus canavarına teslim etmek isteyen haris, muhteris, politika cambazlarının hâkim olduğu bir devir… Köşe başları tutulmuş. Çankaya’nın ve Rus Sefarethanesinin etrafı askerle sarılmış. Üniversiteler hakeza!... Askerler parklarda silah çatmışlar... Fakültelerin dekanları, müdürleri, talebeleri “Vekil-i Âli”nin[2] bir emriyle yerlerinden atılıyor... Pul Sultan[3] Çankaya’da, Köşk’ün balkonunda hasır iskemlelerin birinden kalkıp, diğerine oturuyor... Pür hiddet, pür şiddet!... O anda bütün dünyanın kini, garazı kendilerinde tecelli ve temerküz etmiş… "Gelsinler!" diyor, "Gelsinler, ne yapacaklarsa yapsınlar!..."
Hâlbuki gençlerin elinde bir jilet bıçağı bile yok... Bu korku neden? Bu gürültü bu patırtı, yolların kesilmesi, tepelere topların yerleştirilmesi, Çankaya’nın etrafının sarılması...
- Ne oluyoruz beyler?
Herkes şaşkınlık içinde... Herkes herkese bunu sormakta...
- Ne oluyoruz?
Bu işin içyüzünü bilenler bilir. Köy enstitülerinde al bayrağın parça parça edildiği, Süleymaniye’nin muhteşem minberine çekiçli oraklı kızıl bayrağın asıldığı bir devir...
Üniversitede, Çanakkale Şehitleri ihtifalinde şehitlere budala, Çanakkale’ye Tahtakale diyenlerin, diyebilenlerin devri... Böyle bir zihniyeti telkin edenlerin, destekleyenlerin, teşkilatlandıranların devri... İşte, böyle bir devirde, bir avuç kahraman, münevver genç, "bu topraklar için bu topraklara düşenlerin" çocukları, Anadolu’nun kara bağrında, Ankara’da resmî, yerli Bolşevik ajanlarına karşı kıyam ediyor...
Yıl: 1944...[4] Gün: 3 Mayıs... Hadise malum... Komünistlere ve onların mahut, malum himayecilerine karşı Ankara’nın üniversite gençliği ayaklanıyor... Sokaklar sürü sürü askerlerle dolu... Caddelerde atlı polisler... Motosikletlerin korkunç homurtusu... Bütün için her şey malum... Maksat meydanda:
Bir gün sonra Ankara Valisi Nevzat Tandoğan Şef’i ziyaret edecek; Şef, Tandoğan’ı alnından öpecek ve "Sen olmasaydın ben ölmüş gitmiştim Nevzat!" diyecek...
İşte, sırf bunun için koparıldı bu kıyamet... Bu seferberlik bunun için ilan edildi. Nevzat Tandoğan, böyle bir siyasetle tam 18 yıl Ankara tahtında oturdu. Kanunüstü, makamüstü bir salahiyetle sürdü bu saltanatı...
Tandoğan, Şûra-yı Devletin verdiği kararı yırtıyor, "Kanun demek, ben demeğim!" diyordu.[5]
Tevkifler devam ediyordu. Beni arıyorlarmış, bilmiyordum. Nümayişten sonra Mülkiye Mektebine gitmiştim. İmtihanları olduğu için onlar nümayişe katılmamışlardı.
Mülkiyeli arkadaşlar etrafımı sardılar:
- "Kardeşim" dediler, “Şöyle yüksek bir yere çık da anlat bize, neler oldu?"
Bende mecal yoktu. Sesim çıkmıyordu. Bütün sermayeyi Ulus Meydanı’nda Adliyenin önünde, Başvekâletin orada harcamıştık.
Mülkiyeden Hukuk Fakültesine geçtim. Göreceğim arkadaşlar vardı; gördüm. Dönüşte Selahattin Ertürk’e[6] rastladım. Üzerimde bir hâlsizlik vardı. Sanki bitmiş tükenmiş gibiydim. Sabahtan beri ağzıma bir lokma şey de koymamıştım. "Bağırıp çağırmaktan sıra geldi mi?" desene. Gençlik bu... Ne açlık tanır ne susuzluk.
O gün iki saatte yirmi yıllık enerji sarf ettim. Aylardan beri, yıllardan beri iyice dolmuştuk. O gün öyle bir boşaldık, coştuk ve taştık ki bu selde bu tufanda kendimiz de boğulduk.
Vali Bey Sizi Görmek İstiyor
Samanpazarı’ndan Anafartalar Caddesi’ne doğru iniyordum. Baktım, biri sivil komiser, diğeri polis iki kişi, gülümseyerek beni karşıladılar:
- "Vali Bey sizi görmek istiyor, çok değil 5 dakika, 5 dakika…"
Komiseri tanıyordum. Az çok ahbaplığımız vardı. Bana dedi ki:
- "Vali Bey nümayişte var mıydın diye sorarsa yoktum, dersin. İspat et derse ben nümayiş sırasında falan yerde idim, falan komiserinizi gördüm der benim adımı verirsin. Ne olur ne olmaz belki seni oyalarlar. İmtihan sırası yazık olur sana."[7]
Vali Konağı’na geldik. Emniyet Müdürlüğü de aynı binada idi. Selahattin’e,
- "Bekle ben 5 dakika sonra gelirim." dedim.
Hangi 5 dakika... Gidiş o gidiş... Bu 5 dakikanın içinde günler, haftalar, aylar, nice nice kansız cinayetler, ihanetler var.
Emniyet amiri beni valinin huzuruna çıkaracak. Elimde öğle yemeğim. Küçük bir kese kâğıdının içinde leblebim var. Henüz bitiremedim.
Ben öteden beri böyleyimdir. Her şeyim seyyar. Yiyeceğim, içeceğim, yerim yurdum. Rüzgâr gibi eser dururum. Bir yerde mekân tutamam. Göçebe, avare bir ruhum var. Saçlar dağınık, sine üryan. Emniyet amiri, yavaşça, sanki vali duyacakmış gibi, "Saçlarını tara." dedi. Burun kıvırdım. Geç!... Çıktık huzura.
Nevzat Tandoğan’a, "İşte efendimiz Osman Yüksel." deyü takdim edildik.
Tandoğan’a etrafındakiler hep böyle hitap ediyorlar: "Efendimiz!"
Baktım, Ankara hükümdarı tahtında pür azamet oturuyor. Yeşil yeşil gözlerini gözlerimin içine ta canımı alırcasına dikti ve şöyle dedi:
- "Biliyorum bütün bu işler senin başının altından çıkıyor. Ankara kazan sen kepçe, karıştırıp duruyorsun. Seni takip ediyoruz. Komiserlerimiz, polislerimiz tespit ettiler. Mülkiyeye gittin, orayı karıştırdın. Hukuka gittin orayı ayaklandırdın. Ziraat Fakültesini tahrik ve teşvik eden de sensin. Hep biliyoruz. Daha dün Sabahattin hadisesini çıkardın. Nasıl oldu o iş? Anlat bana. Seni namuslu bir insan olarak dinliyorum."
Gözlerini tekrar gözlerimin ta içine dikti.
Sabahattin Ali hadisesi münasebetiyle adımız o günlerde ayyuka çıkmıştı.[8] 27 Nisan 1944’te. Bu hadise üzerine gazeteler, "Ankara’da bir dayak hadisesi", "Talebeler Sabahattin Ali’yi dövdüler.", "Osman Yüksel isimli bir talebe 3 gün hapse mahkûm oldu." gibi büyük başlıklarla çıktılar; hem de birinci sayfalarında...[9]
Aynı gün Hasan Âli Yücel telefonla bizim fakülte idaresine emir veriyor. "Sabahattin Ali’ye hakaret eden o herifi, Osman Yüksel’i fakülteden atın." buyuruyor. Atıyorlar. Dört senelik tahsil... Hemen bitmek üzere olan fakülte... Binbir sıkıntı ile tamamlamağa muvaffak olduğumuz tahsil hayatımıza Alilerin aşkına, pir aşkına son veriliyor. Bunu sonradan duydum.[10]
Valiye olup bitenleri anlattım. Nümayiş meselesine gelince, komiserin söylediklerini hatırlayarak belki imtihanlardan geri kalırım düşüncesiyle:
- "Ben bu nümayişte yoktum; Mülkiye ve Hukuk Fakültesine gittiğim doğrudur fakat nümayişten sonra." dedim.
Vali kızdı. "Vardın, bu işleri karıştıran hep sendin." diyordu. Öğleden evvel, Mülkiye Mektebine, Hukuk Fakültesine gidip talebeleri kıyama teşvik ettiğimi söyleyip duruyordu.
Dayanamadım:
- "Efendim, bir insan hem Mülkiye hem Hukuk Fakültesinde hem de Ulus Meydanı’nda olamaz!... Hâşâ ben zamansız, mekânsız mıyım? Bunun imkânı yok! Bırakın ya fakültelerdeki tahrikâtıma devam edeyim ya Ulus Meydanı’ndaki nümayişime." dedim.
Ankara hükümdarı kızdı.
- "Bana, "Şu Mülkiyenin müdürünü bulun. İki talebe gönderecekti buraya... Şimdi acele göndersin." dedi.
Deminden beri efendisinin huzurunda divan duran emniyet amiri boyun kırdı, çıktı dışarı...
Vali bana dönerek "Şimdi görürsün!" dedi.
Mülkiyeli talebeler geldiler. İfadeleri birbirini tutmuyordu. Mamafih öğleden sonra geldiğime karar verir gibi oldular. Ben neticeden memnun olarak huzuru terk ettim.
Aksekili, Doğruyu Söylemezsen Sabaha Kadar Seninle Buradayız
Şimdi Emniyet Müdürünün odasındayız. Burası çok kalabalık. İfadeler alınıyor. Bizim dostlardan birçoğu burada. Emniyet müdürü tam CHP tipinde bir adam! Ense kulak yerinde... Göbek de dehşetli. Pür azamet, pür hiddet!... Odanın bir tarafından gelip, öbür tarafından gidiyor. Yumruklarını sıkıyor, belki bize vurmak istiyor ama vuramıyor! Fakat bir yeri bir şeyi yumruklamak lazım. Masayı, masayı yumrukluyor. Masadaki kalemler, hokkalar, emniyet müdürünün azametinden tir tir titriyor.
Bu durum karşısında sen ne yapıyordun, diyeceksiniz...
Ben mi?[11]
Ben gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Odanın hâli görülecek şeydi. Kalas herif kalaycı körüğü gibi puf puf ediyor, yerde gökte ne kadar toz varsa hepsi havalanıyor, kaşları, bıyıkları sıra ile biri inip biri çıkıyordu. İfademi alacak memura, "İşte domuzun başı, çete başı bu." diyor, beni gösteriyordu. Bana:
- "Aksekili" dedi, "Doğruyu söylemezsen sabaha kadar seninle buradayız."
Ben hiçbir şey işitmiyormuş gibi mütemadiyen ona bakıyordum. Bir aralık kendine gelir gibi oldu. "Şaşkın şaşkın yüzüme ne bakıyorsun be!" diye haykırdı. Hakikaten şaşkına döndüm. Ne oluyoruz? Bunun nihayeti 600-700 talebe, "Kahrolsun komünistler kahrolsun onları himaye edenler." dediler. Olmuşu bu! Bu tevkifler bu soruşturmalar, sorguya çekmeler?[12]
"Bu kitabın kahramanı da sizsiniz, size onun için böyle dikkatle bakıyorum." dedim polis müdürüne. Müdür bir kat daha hiddet ve şiddet kesbederek:
- Ne, dedi ne? Roman mı, masal mı? Hükûmet deviriyordunuz be!
O anda bir şey devrildi ama devrilen ne kavuktu, ne hükûmet... Emniyet Müdürü çam deviriyordu.
- Efendim şu devireceğimiz şey nedir? Testi mi, sandalye mi, yoksa şöyle bir yükleniverişte devrilecek baraka mı?
Müdür yutkundu. Kızdı vazgeçti. "Götürün bunu!" dedi... Başka zaman hesaplaşırız...
Emniyet Müdürünün odasından çıktıktan sonra kendi kendime hem gülüyor, hem düşünüyordum. Bu ne telaş bu ne korkaklık bu ne ürkeklik ya Rabbi?
Emniyet'te İlk Gece
Bakıyorum Emniyet Müdürlüğü, Vilayetin alt katındaki büyük koridor talebe, tezgâhtar, bakkal çakkallarla dolu. Talebeleri anladık, bizim arkadaşlar. Şu çarşı adamları, sokak adamları da kim oluyor? Hâlâ arkasında küfesi, beti benzi atmış bir hamal bana doğru yaklaşıyor, "Efendi." diyor "Biz ne bilelim, talebeler ortalığı ucuzlatacağız demişler, biz de takıldık arkalarına..."
O zamanlar ekmek karne ile idi. 300 g. verilirdi. Şekerin kilosu 550 kuruştu. Pahalılık, açlık, sefalet milletin canına tak demişti.
Hükûmete karşı girişilecek küçük bir harekete büyük halk kitleleri katılabilecek durumda idi. Memnuniyetsizlik son derecesini bulmuştu. Anlaşılan polis, nümayiş esnasında kimi bulmuşsa atmış motosiklete, getirmiş Emniyete. Vilayet ve Emniyet Müdürlüğündeki bütün odaların elektrikleri yanıyor, kapılar açılıyor, kapılar kapanıyor, daktilolar çalışıyor, ifadeler alınıyordu. Bu hâl sabaha kadar devam etti.
Çocukları evlerine dönmeyen aileler, akşamdan sonra Emniyet Müdürlüğünü, Vilayeti boyluyorlar. Kimi yiyecek getiriyor, kimi battaniye, kimi yorgan... Herkes şaşkınlık içinde. O gece birçoklarının ifadesi alındı, adresi tespit edildi, bırakıldı.
Bizi bırakmadılar. Biz bu işin elebaşı idik. Sabaha kadar bazen acı, bazen tatlı hayaller kurarak o günkü hengâmeyi düşünerek Emniyet Müdürlüğünün odalarından birinde sandalyenin üzerinde, koca geceyi geçirdik.
Ertesi Sabah
Sabah oldu. Ortalıkta bir sessizlik vardı. Kalabalık dağılmıştı. 100 kadar mevkuftan 15-20 kişi kalmıştı. Nümayişe iştirak edenlerin çoğu Yüksek Ziraat Enstitüsünden olduğu hâlde, onlardan kimse yoktu. "Hayret!" diyorduk. Az sonra hayretimiz zail oldu. Ziraat Enstitüsü Ziraat Vekâletine bağlı idi. Ziraat Vekili milliyetçi, memleketçi, vatansever bir zattı: Şevket Raşit Hatipoğlu... Talebeler onu çok seviyorlar, o bizim babamız, ağabeyimiz diyorlardı. O emir vermişti de onun için Ziraatçılar bırakılmıştı. Hiç kimsenin burnu kanamadı doğrusu.
Bizlerse Maarif Bakanlığına bağlı idik. Bu vekâletin başında, bu komplonun baştertipçisi Hasan Âli Yücel vardı. Nasıl bırakırdı bizi. Hele ki beni. Beni ki o iyi bilir.
Tekrar Tandoğan'ın Huzurunda
4 Mayıs günü, öğleye doğru beni Nevzat Tandoğan’ın huzuruna çıkardılar. Valinin masasının üzerinde yığın yığın fotoğraflar vardı. Beni görünce:
- "Gel bakalım, gel" dedi. "Şu fotoğraflar ne? Şu kimin resmi? Hani nümayişte yoktun?"
Eyvah dedim içimden, "Benim fotoğraflarım..." Hem de en önde. İnkâra mecal yok. Hayatımda bu kadar ezildiğimi bu kadar bozulduğumu bilmiyorum. (O günden sonra fotoğraflara da fotoğrafçılara da düşman oldum.) Kan beynime sıçradı. Az kalsın ölecektim. Doğru söylemeğe söz verdiğim valinin huzurunda resmen ve alenen yalancı oluyordum. Allah müstehakını versin o komiserin. Bana bu yalanı o söyletti. Güya kurtulacaktık. Bu hadiseden sonra yalana ve yalancıya daha çok kızar oldum.[13]
Vali bir fotoğrafa bir bana bakıyor, ısıracakmış gibi gülüyordu.
Ya Rabbi! Bu vaziyet karşısında insan ne yapar? Her şeyin komik tarafını bulup yakalamasını bilen mizacım burada da imdadıma yetişti. Esasen hadiseler, bu takip ve soruşturmalar da gülünçtü.
Deminden beri beni ağır, kesif, müstehzi bir nazarla süzen Ankara hükümdarına dedim ki:
- Efendim, ben felsefe talebesiyim, bu işlerden az çok anlarım. Felsefede bir suret-cevher nazariyesi var. Bu fotoğraflar benim suretim. Aslım ve cevherim fakültede idi; felsefe şubesinde ders dinliyordu. Ben nümayişte sureten vardım. Hakikatte yoktum, ilk verdiğim ifade doğrudur.
Vali, "Galiba çocuk kaçırdı.” gibilerden hayret ve dikkatle yüzüme baktı. Benim rahat rahat gülümseyerek bu acayip bu garaip hâlimi görünce işi anladı. Süratle ayağa kalkarak:
- Suratına bir tane aşk edersem, sureti cevheri görürsün! Çık şuradan maskara!
Çıktım. Gülüyordum. Kapıda beni bekleyen, bu sevinçli hâlimi gören polis:
- Sevinçlisin, herhâlde bırakıyorlar seni?
- Hakikaten kurtulmuş gibi seviniyorum. Felsefeden öyle bir imtihan verdim ki sorma… Hani ben de beğendim.[14]
Emniyet Müdürlüğünde İlk Günümüz
4 Mayıs 1944... Dün akşam ve gece sayılmazsa bugün Emniyet Müdürlüğünde ilk günümüz.
Dünkü nümayişin heyecanı hâlâ devam ediyor. Dostlar da burada. Hukuklu arkadaşlar. Çoğu son sınıftalar. Konuşuyoruz. Öğleden sonra arkadaşlar sökün etti. Çeşitli haberler veriyorlar. Bir rivayete göre Millî Şef memnun olmuş, "Aferin gençlere!" demiş.[15]
Bir rivayete göre çok kızmış. Çankaya’da köşkünde çılgınlara dönmüş…
Gazeteler henüz susuyor. Hiçbir şey söylemiyorlar. Hasan Âli Yücel henüz Ankara’da değil. O gelecek. Hadiselere istikamet verecek. Kendisine göre manalandıracak. Bay Yücel Karadeniz tarafında seyahatte.[16] Samsun’dan heyecanlı haberler geliyor. Aynı gün de (3 Mayıs) Samsun’da Ali Soylu isminde bir felsefe öğretmeni, şimdi Adalet Bakanı bulunan Rüknettin Nasuhioğlu’nun da bulunduğu bir toplantıda Hasan Âli Yücel’i komünistleri himaye etmekle itham etmiş. Herkesin içinde, "Cevap ver!" diye bağırmış. Salonda bulunan herkes Yücel’e bakmış. Yücel de yere. Cevap verememiş. Salon korkunç bir sükût içinde. Ali Soylu tekrar bağırıyor: "Cevap ver!" Gene ses yok. Derken felsefe hocasını tevkif ediyorlar. Bunu duyan talebeler mefkufhanenin etrafını sarıyorlar. Hatta bir kısmı damına çıkıyor. "Hocamızı almadan gitmeyiz!" diyorlar.
Samsun’da da birçok tevkiflerin olduğunu duyuyoruz.
Birkaç gün sonra hepimiz bırakılacağımıza eminiz. Onun için işin şaka tarafındayız. Toplantılar, nümayişler hakkında konuşuyor, şiirler okuyor, eğleniyoruz. Komiserler, polisler de bizim heyecan dalgamız içinde. Onlar da bizimle beraber. Kimse bir şey bilmiyor. Bizlere birkaç günlük misafir nazarıyla bakıyorlar ve öyle muamele ediyorlar.
Akşama doğru ziyaretçiler daha da arttı. Sanki nümayişi Ulus Meydanı’ndan buraya naklettik. Şiir müsabakaları yapıyoruz. Bilhassa bizim Cemal Oğuz’un[17] sevincine son yok. Ona takılıyoruz. Nümayiş sırasında fotoğrafım çıksın diye en öne fırlamış. Elini kaldırmış. Şimdi de bu hareketi başına bela oldu.
Hukuklu arkadaşlar, arkadaşlarına fakülteden yemek taşıyorlar. Ferahlatıcı haberler getiriyorlar. Hele içlerinde fazla konuşkan, girişken, dazlak kafalı, koyuncak bir tip var. Bu, Hukuk Fakültesinin gediklisi imiş. Adı: Ali Kalaycı. Soyadı gibi, onun bunun geçmişine, geleceğine kalaylayıp duruyor.
- "Hükûmetin, devletin bu kadar korkak bu kadar zayıf olduğunu bilseydim sizden evvel ben devirirdim bunları."
Kalaycı’nın bu sözlerine gülüyoruz. Yatsıya doğru misafirler dağılıyor. İkişer üçer odalara dağıtıyorlar. Bu odalar daire. Gündüz memurların iş yaptığı odalar, masalar, sandalyeler. Yanımda kötü bir battaniye var. Masaları birleştiriyoruz. Uzanıyorum kuru masaların üzerine.
Bu, Ankara Emniyetinde kaldığım ilk gece. Bir gün evvelkini geceden saymıyorum. Gürültü patırtı, sorgu, sual… Ne de olsa mevkufuz. İşte şu anda dışarı çıkamıyorum.
Elektrikler yanıyor. Söndürmek yok.
Hey gidi günler hey! Bizim fakültenin içyüzünü düşünüyorum. Ne garip!
6 Mayıs
Sabah oldu. 6 Mayıs Saat 9’a doğru memurlar ve ziyaretçi arkadaşlar gelmeye başladılar. Akşamki endişelerimiz doğru çıktı. Herkesin elinde birer gazete var. Sükût sona erdi.
Ulus’ta Falih Rıfkı Atay,[18] bu Moskova kasidecisi, "İnönü ve Stalin Başımızda" başlıklı müthiş, korkunç bir makale yazmış. Bizim Türkiye’yi maceraya sürüklediğimizi, büyük komşumuz dostumuz Sovyet Rusya ile sonu gelmez bir kavgaya, çıkmaza atacağımızı söylüyor. Bizi efkâr-ı umumiye bir nevi beşinci kol olarak takdim ediyor. Hepimiz, mevkuf arkadaşlar, ziyaretçiler müthiş içerliyoruz buna. Çünkü Falih Rıfkı yazıyor demek, Ulus yazıyor demek, kanun yazıyor demek gibi bir şey!
Yıllarca ve yıllarca, bu asil bu garip milletin alın yazısını onlar, Selanik dönmeleri ve onların etrafına toplananlar yazdı.
Ulus yazıyor demek, her şey oldubitti demektir.
Gençliğinin kısm-ı âzamını hamamda, aherini plajlarda geçirenler, memleketi içki masasından idare edenler, bu topraklar için toprağa düşenlerin çocuklarının kanıyla canıyla geçinenler, kendi bâtıl fikr-i sabitlerini inkılapçılık perdesi altında millete zorla kabul ettirenler, yerli ve resmî komünistlere, devletleşen, teşkilatlı Makedonya komünistlerine, onların artıklarına, onların yanaşmalarına karşı, imanlı, inançlı münevver Türk gençliğinin Milli Mücadele’nin kara bağrında, Ankara’daki ilk şuurlu kıyamını dışardan idare edilen bir hareket gibi gösterdiler.
Öğleden sonra İstanbul gazeteleri geldi. Hepsi de bir ağızdan sanki bir yerde buluşmuşlar gibi yaylım ateşine geçtiler. Kızıl Tancılar M. Zekeriya Sertel[19] ve Sabiha Zekeriya Sertel, vatansız vatanistler; başta Ahmet Emin Yalman,[20] hemen hemen bütün İstanbul matbuatı bu kiralık ağızlar, nikâhsız kalemler.[21]
O zaman Ulus’ta "Nizam Düşmanlığı Yaptırmayız"[22] başlıklı Falih Rıfkı imzasını taşıyan yazıyı buraya koymadan edemeyeceğim:
"Vakayı herkes biliyor: İstanbul’da bir öğretmen, Ankara’da bulunan bir öğretmene "vatan haini" diye hakaret etmiştir. Hakarete uğrayan vatandaş mahkemeye giderek adalet istemiştir. Zabıta tahkikatı ile meydana çıktığına göre, birkaç tahrikçi, bir avuç genci aldatarak mahkemenin içinde ve dışında tertipli nümayişlerde bulunmuşlar, akıllarınca davacıyı teşhis etmek, hâkimi ve hükûmeti tesir altına almak yeltenişinde bulunmuşlardır. Suçlular sorguya çekilmiş, aldatılmış olanlar serbest bırakılmıştır. Olup biten bundan ibaret![23]
Bu tahrikçiler Romanya’nın başına, millî tarihin en büyük felaketini getiren Gardistlerin, bu memlekette üreyip türemelerine imkân olmayan basit taklitçileri olsa gerektir. Yakalanan vesikalardan anlaşıldığı üzere, İstanbul’daki kılavuzları ile Ankara’daki ortakları uzun zamandan beri muhabere etmekte idiler. Polis vazife görürken gençlere İstiklal Marşı söyleterek memurları hareketsiz bırakmak gibi, öteden beri işitegeldiğimiz bayat hileler tekrar edilmiştir.[24] Gençlere hükûmet böyle bir nümayişi arzu ediyormuş gibi telkinde bulunulmuştur.
Nitekim sorguya çekildikleri resmî makamlarda, gençlerin birçoğu aldatılmış olduklarını ağlayarak söylemişlerdir. Yalnız kanun ve devlet otoritesini müdafaa etmelerini beklediğimiz gazetelerden bazılarının mahkemeyi anlatışlarındaki kışkırtıcı taraftarlık, tahrikçilerin telkinlerini haklı gibi göstermiş olduğunu da sırası iken söyleyelim. Şimdi mesuller suçlarına göre ceza görecekler, konuşmaktan başka kusuru olmayanlar bu dersi hatırda tutacaklardır.
Şurasını bilmek doğru olur ki Cumhuriyet kanunları ne Gardistlik ne Troçkistlik anarşisine, bu memleketin başına felaket getirmek fırsatını vermeyecektir. Gardistler ve Troçkistler başka yerlerde olduğu gibi, bizde de hak görünüşüne sığınmakta, altı okun bir veya ikisini mızrak boyu sivrilterek göz boyama yolunu tutmaktadırlar. Cumhuriyet Halk Partisinin prensipleri, milletçiliği, vatancılığı, halkçılığı ve devletçiliği; hiç kimsenin tezvirî tefsirlerde bulunmasına ihtiyaç göstermeyecek bir vuzuh ile tarif edilmiştir. Devletin ve partinin kurucuları Atatürk, Kemalizm’in hakiki tarihi olarak elde tuttuğumuz Nutuk'unda der ki:
"Millî siyaset dediğim zaman, kastettiğim mana şudur: Hudud-ı milliyemiz dâhilinde, her şeyden evvel kendi kuvvetimize müsteniden muhafaza-i mevcudiyet ederek millet ve memleketin hakiki saadet ve ümranına çalışmak alelıtlak tûl-i emeller peşinde milleti işgal ve ızrar etmemek, medeni cihandan, medeni ve insani muameleye ve mütekabil dostluğu intizar etmektir."
Millî Şef İnönü, ilk cumhurreisliği nutkunda demiştir ki: "Sükûn, istikrar ve emniyet içinde çalışmaktan başka arzusu olmayan milletimizi, anarşiden ve cebirden uzak, bütün vatandaşlar için müsavi bir emniyet havası içinde bulundurmayı Cumhuriyet’in en kıymetli nimeti biliyoruz." - 11 Son Teşrin 1938-
İşte Kemalizm'in gençliği, bu düsturların ne sağına ne soluna kayar.
Bu memlekette bütün vatandaşların hürriyetleri; tek bir nizam, Anayasa nizamının disiplini içine alınmıştır. Bu disiplini korumaya memur olanlar, Büyük Millet Meclisinin kanunları ve bu kanunları tatbik eden mahkemeler meşru kuvvetlerdir. Türkiye’de hiçbir el altı kuvvet kullanılamaz. Hele hangi elin altında olduğu bilinmeyen böyle türeme kuvvetlere canla başla üstüne titrediğimiz gençlik parçalatılamaz. Gençliğin yetiştirilmesi vazifesini verdiğimiz tesislerde Anayasa düzeninden şaşmış olanları barındıramayız. Hükûmetin bu bakımdan daha sıkı tedbirler almış olduğunu haber alıyoruz ve kendi hoş gördüğünü kötüye kullanmak isteyenlere karşı, her zamandan daha titiz davranacağına şüphe etmiyoruz. Yirmi bir yıldan beri hangi nifakçılık ve anarşi serbest bırakıldı da Gardistliğin keyfetmesine meydan verilecek? Bu memlekette kimin bir müstakil, millî ve şerefli Türk devletini yaratmış olanlardan fazla millî olduğu zannedilecek? Bu memlekette kimin bilerek veya bilmeyerek dışarıdan milliyet derdi getirmesine tahammül edilecek? Hür kafalar hür vicdan rejimini kurmuştur. Bu rejim ithal malı cebir ve anarşi cereyanlarına karşı korunmakla devam edebilir.[25]
Hemen söyleyelim ki, memleket, ne birkaç tahrikçinin şamatası yüzünden herhangi bir anarşi tehdidine uğramıştır, ne de uğrar. En başta halkımız kendi bağrında hürriyet düşmanlığına yer vermez. Ancak hükümetin hoş görürlüğünü kötüye kullananların birtakım suçsuz vatandaşları lekelemelerine veya yakalamalarına ve millî birliği bütün politikamıza dayanak aldığımız şu sıralarda Türk kalesinde gedikler bulunduğu gibi zanlar uyandırmalarına müsaade edemeyiz..."
Ulus’un başına geçen adamın makalesi burada sona eriyor.
O gün arkadaşlar müthiş kızmışlardı. Falih Rıfkı hakkında herkes bir hikâye anlatıyordu. İçimizden biri Süleyman Nazif’in meşhur bir dörtlüğünü okudu:
Ferzend-i bi-hayası Cibali imamının
Sermaye-i şenaati Şengül Hamamı’nın
Faillerinden on bini tadat olunmada
Allah bilir hesabını artık tamamının[26]
Bütün arkadaşlar merhum Süleyman Nazif’in bu şiirini defterlerine not ettiler. Ya Rabbi kimler kimlerin mukadderatıyla oynuyor? "Nizam Düşmanlığı Yaptırmayız" makalesi hepimizin asabını bozuyor. Ben yine işi alaya dökmek istiyorum. "Arkadaşlar şu makaleyi bir daha okuyun. Tenkit edeceğim." diyorum. Okuyorlar.
"Nizam Düşmanlığı Yaptırmayız." Ne yaptırırsınız ya Bay Atay? Senin ne yaptırdığını biliyoruz.
"Bu tahrikçiler Romanya’nın başına, millî tarihin en büyük felaketini getiren Gardistlerin..." Gardist de ne demek?
Arkadaşlardan bir izah ediyor: "Garda" Romanya’da koyu milliyetçilerin şefi... Bir gençlik hareketiyle Başvekâleti basıyor... Devlet ricalini, hükûmet erkânını tutup kolundan atıyorlar. İktidarı ele geçiriyorlar. "Garda" denilen adam bu. Gardistler de onun taraftarları... Yahu bunlar Nasyonel sosyalistler, "demir muhafızlar" olmasın? dedik. Hitler zamanında meşhur "Antonesko"nun dayandığı kuvvet. Bir münakaşadır gitti. Her ne ise biz bugün yeni bir isim kazandık: Gardist...
"Şurası bilinmek doğru olur ki Cumhuriyet kanunları, ne Gardistlik tedhişçiliğine ne de Troçkistlik anarşisine bu memleketin başına bela getirmek fırsatını vermeyecektir."
"Gardistler, Troçkistler başka yerlerde olduğu gibi bizde de hak görünürüne sığınmakta, altı okun bir veya ikisini mızrak boyu sivrilterek göz boyama yolunu tutmaktadırlar."
Anladık. Falih Rıfkı’ya göre biz aynı zamanda Troçkistmişiz! Bir isim daha kazandık. Troçki, malûm ve meşhur zat. Stalin’e karşı, Bolşeviklere karşı isyan eden Menşeviklerin lideri... Falih Rıfkı ve onun hükûmeti Sovyetleri okşamak, büyük komşularına yaranmak için komünizmin aleyhinde bulunmuyorlar. Ona karşı gelen, samimi bir sosyalist olduğu şüphe götürmeyen, Meksika’da bir Bolşevik ajanı tarafından katledilen Troçki ve taraftarlarına çıkışıyor.
Falih Rıfkı bunu yapmakla bir taşla iki kuş vurmuş oluyor.
Birincisi, böyle gâvurca, halkın bilmediği kelimeler kullanarak halk efkârını, halk vicdanını, halkın aklıselimini bozmak, karıştırmak, bu hareketi şüpheli göstermek, vatansever gençliği lekelemek.
İkincisi: Bunu yaparken aynı zamanda Sovyetler Birliği’ni okşamak. Biz sizin aşkınıza, bakın kendi adamlarımızı bile zindanlara atıyoruz demek.
Filhakika İnönü ve kalemşorunun Moskova dostluğu yeni bir şey değildi. Fakat işin bu dereceye varacağını, Sovyetlerin 1 Mayıs Amele Bayramında, Ankara radyosunun hususi bir programla, hür ve müstakil Türkiye'yi Sovyetlerin bir cumhuriyeti imiş gibi, Bolşeviklerin bayramına iştirak edeceğini kim hayal edebilirdi!
Nitekim aynı Ulus gazetesinin, aynı başyazarı, "İnönü ve Stalin Başımızda" başlıklı bir makale daha neşretti. Artık maskeler düşmüştü. İnönü ve yanaşmalarının milliyetçi, mukaddesatçı cepheyi, yalanlar, hileler, tertiplerle neden vurmak istediklerinin manası şimdi daha iyi anlaşılıyordu. Zaten İnönü, kendisini ziyaret eden DTCF'deki sol güruhtaki gençleri anlayışla karşılamış,[27] "Ben de takdir ediyorum; artık bütün dünya sosyalizme doğru gidiyor." kehanetini savurmuş. Bunun üzerine fakültedeki kızıllar iyice şımarmışlardı.
Bunların 3 Mayıs 1944 Hadiselerine takaddüm eden gün tahriklerini, bunların karşısında bizim durumumuzu, Hisar toplantılarını bilahare anlatacağız.
Biz şimdi, o günlerin 3 Mayıs 1944 Hadiselerine karşı resmî durumunu ifade eden Falih Rıfkı ve benzerlerinin makaleleri üzerinde biraz daha duralım.[28]
Sen ebedîyi bırak da millîyi oku. Millî (!) Şef ne demiş. Oku bakalım şu makaleden oku. Haydi!
Falih Rıfkı yukarıdaki tenkidini yaptığımız makalesinde, "Gardistler, Troçkistler altı okun bir veya ikisini mızrak boyu sivrilterek göz boyama yolunu tutmuşlardı." gibi güzel bir edebî yalan söylüyor. Bir kere bu harekete iştirak edenler altı okun peşinde gidenler değillerdi. Onlar altı oku, altı direk hâline getirip ondan apartmanlar, kâşaneler kuran istismarcı, münkir zümreye karşı ayaklanmışlardı. Altı oku kabul etmiyorlardı ki "bir veya ikisini mızrak boyu" uzatsınlar... Bu memleket çocuklarının hiçbiri Kemalistiz, altı okçuyuz diye ortaya atılmamışlardı. 3 Mayıs 1944 Hareketi hadiselerine karışanlar, şuurlu, gayeli, vatanperver ateşli milliyetçilerdi.
Kemalizm ne demek? Bu kelimeyi ilk defa olarak kullanan komünist Cami Baykut’tur (1877-1949). Bir zamanlar Dâhiliye Vekilliği yapmış olan adam. Bir şeyin "izm" olabilmesi için, kendine göre bir dünya nizamı bir âlem görüşü bir ahlak telakkisi olması gerekir. Bu feylesofların, fikir adamlarının işidir. Mustafa Kemal bir askerdi. Bir aksiyon ve hareket adamıydı... İçtimaî doktrinler vazeden bir feylesof değildi. Her şeyi bir insana bağlamak, bir diktatöre raptetmek isteyen Bolşevik zihniyet ve bundan fayda umanlar bu kelimeyi icat ettiler. Tanınmış, azılı, müseccel bir Bolşevikin uydurduğu bu "kelime" yüzünden bugün memleket gençliği ikiye ayrılmıştır.
Kelime deyip geçmeyelim, kelimelerin kendine has bir kuvveti ve tesir sahası vardır. Amerika’da neşredilmiş "Kelimelerin Saltanatı" yahut "Kelimelerin Sultası" ismini taşıyan İngilizce bir kitap görmüştüm. Adam ne kadar doğru söylüyor. Hakikaten bazı kelimelerin, bazı isim ve resimlerin saltanatı altında yaşıyoruz. Bunlar bir nevi müstebittirler. Hür vicdana hür fikre giden bütün yollar bunlar tarafından kesilmiştir. Zaman zaman mistik bir hâl alan kelime, şekil ve put sevgisi, bu dogmatizm.. Gerçek inkılabın en azılı düşmanı işte budur, bu zihniyettir. Kendilerini birtakım büyük adamların peşinden gittiklerini sanan bu gafil ve cahillerdir.
Bu düşünüş bu görüş daha doğrusu bu düşüncesizlik ve körlük ister istemez insanı bir adama ve bazı adamlara esir eder. Köleler ve köle ruhlar işte böyle doğar. Falih Rıfkı’nın bu makalesi tam bunun bir örneğidir. Kendisi gibi düşünmeyenlere, hareket etmeyenlere istinatlarda, iftiralarda bulunmak, türlü kelimelerle işlerine gelmeyenleri, menfaatlerine dokunanları damgalamak. Şeflere yaranmak... Ebedîsi böyle demiş, millîsi şöyle demiş.
Oku yahu dedim arkadaşa. Sen ebedîyi bırak da millîyi oku. Millî Şef ne demiş? Oku bakalım şu makaleden onu.
Okudu.
Millî Şef, ilk cumhurreisliği nutkunda demiş ki miş miş ki: "Sükûn, istikrar ve emniyet içinde çalışmaktan başka arzusu olmayan milletimizi anarşiden ve cebirden uzak bütün vatandaşlar için müsavi bir emniyet havası içinde bulundurmayı Cumhuriyet’in en kıymetli nimeti biliyoruz."
"Yaşa İnönü!" dedim, yaşa! Yirminci asrın ortasına kadar yaşa... Hakikaten sayende emniyet altındayız, emniyet havası içinde yaşıyoruz...
Bu sözlerim üzerine birkaç gündür sertleşen emniyet memurları bile güldüler. Makale devam ediyordu.
"Bu memlekette bütün vatandaşların hürriyetleri; tek bir nizam, Anayasa nizamının disiplini içine alınmıştır."
Falih Rıfkı doğru söylüyordu. Evet, bu memlekette tek bir nizam hâkimdi. O da diktatör ve diktatör artıklarının menfaatlerinin nizamı.
"Anayasa" imiş. Hangi Anayasa? Herifler bizim anamızı ağlatıyorlar, mekteplerden kovuyorlar, zindanlara atıyorlar, zincirlere vuruyorlardı. Kendilerine inkılapçı süsü veren bir sürü dalkavuk, kendi fikrisabitlerinin dogmalarını kanun hâline getiriyorlar kanun, nizam, Anayasa, ata yasa diye milletin başına bela oluyorlardı. Asıl göz boyacılığını onlar yapıyor, onlar milleti kandırıyor, onlar milletin hakkını çiğniyorlardı.[29]
O zamanki gayrimeşru; gayriahlaki, gayriinsani bu iktidarın şakşakçısının hezeyanlarına, iftira ve isnatlarına bakın. Aynı makaleden:
"Türkiye’de hiçbir el altı kuvvet kullanılamaz. Hele hangi elin olduğu bilinmeyen böyle türeme kuvvetlere."[30]
Türeme kuvvetler kimlerdir? Bu memleketin öz çocukları… Bu topraklar için toprağa düşenlerin çocukları. Türemeler, Makedonya komitacıları ve onların teşkilatlı çetesidir. Asıl Türklüğe ve Türkiye’ye musallat olan şeni kuvvet onların kuvvetidir.
Bir Anadolu toprağı bir bozkır çekirdeği kadar yerli, bu vatanın bu toprağın bağrından fışkırmış vatan çocukları türeme oluyor da Bolşevik yardakçılığı yapan, gök gözlü, tüyü bozuk, ahlakı bozuk cibilliyetsizler türeme olmuyor. Bu vatan Makedonya çetelerinin, Selanik dönmelerinin bahşişi değildir.
Bu topraklarda bizim atalarımızın nabzı çarpar. Malazgirt’ten bu yana bu topraklar için kaç nesil harcadık? Bunu tarihler yazar, "Ulus" değil! Bu toprakların altında, bu topraklar için toprağa düşmüş kaç nesil kaç yüz bin kefensiz şehit koyun koyuna yatmaktadır. Yağma yok öyle... Biz bu vatanı türemelerin, yerli ruhu öldürmek yerli ruhu mahvetmek isteyenlerin, bir istismar sahası haline, çiftliği haline getirmelerine müsaade edemeyiz.
Şu adamın hayâsızlığına bakın ki, özbeöz Türk çocuklarını, hangi elin altında olduğu bilinmeyen birer alet, birer kukla olarak gösteriyor.
Biz onların el altından neler yaptıklarını el altından neler idare ettiklerini bilenlerdeniz. İnkılapçılık perdesi altında koca Türkiye’yi bir çiftlik gibi Stalin yoldaşlarına teslim etmek isteyenlerdir onlar... Bize ve cephemize neden bu kadar kudurmuşçasına saldırıyor? Çünkü foyalarını ortaya döktük. Daha da dökeceğiz. Çünkü onları biz suçüstü yakaladık. Kendimizi feda ederek kızıl ateşi kızıl yangını ilk haber veren, SOS işaretini veren bizleriz.
Falih Rıfkı’yla gönül, kafa, söz birliği edenlerden meşhur Bolşevik M. Zekeriya Sertel’in, (Serteller İspanyol Yahudilerindendir.) aynı mevzuda CHP’nin bile gençlere yıktırdığı Tan'daki makalesinden bazı parçaları okuyalım. Başmakalenin başlığı "Beşinci Kol"dur.[31] 8 Mayıs 1944 tarihini taşımaktadır. Makaleden aynen:
"Bizde son günlerde harekete geçen tahrikçiler ve ayırıcılar bu beşinci kolun mensuplarıdır. Bunlar memleket için ne büyük bir tehlike teşkil ettiklerini ispat etmişlerdir.
Bereket ki hükûmetin kudretli eli vaktinde bunların yakasına yapışmış ve meydanı boş zanneden beşinci kol mensuplarının faaliyetlerine set çekmiştir."
Buyurun beyler: Bu cümleler kadar, o zamanki iktidarın Bolşeviklerle iş birliği yaptığını, aynı fikir ve aynı ağızla milliyetçi cepheyi "el altı kuvvetler", "beşinci kol"lukla itham edişini ispat edecek ne var? Başka delile ne hacet?
Bolşevik Tan, onun sahipleri ve yazarları hükûmeti nasıl destekliyorlar görüyor musunuz? "Bereket versin ki hükûmetin kudretli eli bunların yakasına vaktinde yapışmış!" Aynı makalede Türkiye’de komünizmin öncülüğünü yapan M. Zekeriya Sertel:
"Falih Rıfkı Atay’ın dediği gibi biz ne Troçkistler gibi memlekette ve dünyada anarşi yaratmak isteyen bir cereyanın bu millet içinde yer tutmasına ne de emperyalist bir milliyetçilik telakkisinin taraftarıyız..."
Nasıl, tamam mı?
Komünist M. Zekeriya Sertel’le Kemalist Falih Rıfkı’nın sarmaş dolaş olmasını birbirlerini desteklemesini görüyor musunuz?
Vatan’ın meşhur dönmesi Ahmet Emin Yalman da aynı sesler ve aynı fikirlerle kampanyaya iştirak etti. İftira, isnat, hükûmeti tebrik ve takdirler...
Bütün bu neşriyat, mukaddes bir mücadele karşısındaki Babıali sekenesinin, basma kâğıt tüccarlarının, şuradan buradan gelme birikti adamların durumunu göstermesi bakımından gayet enteresandır.[32]
O gün gazetelerin yazdıklarını okuduk, yarı öfkeli yarı neşeli bir gün geçirdik.
Gün geçtikçe iş vahamet kesbediyordu. Hemen hemen bütün gazeteler fıkra muharrirlerine kadar, yalan yanlış, tehlikeli gösterilmiş bir hareketin propagandasına kurban gitmişlerdi. Bazıları bu propagandayı bizzat kendileri hazırlıyor, yazıyor, yayıyorlardı.
*
Emniyet binasında, emniyet altında bir gece daha geçirdik. Sabah oldu. Birbirimize "Gardist", "Troçkist" diye takılıp duruyoruz.[33]
Falih Rıfkı bize yine isimler taktı. O, bizim vaftiz babamız. Gelsin, bizi vaftiz etsin diyor arkadaşlar. Çağırın şu herifi. Telefon edelim, telefon. Rehbere bakalım. Falih Rıfkı Atay. Atay’a bak canım. Emniyet Müdürlüğünün odalarının birinde telefonun başında arkadaşlarla böyle konuşup duruyoruz.
Hakikaten telefonu ben elime aldım. Numaraları tam çevireceğim sırada. "Osman, seninkisi geldi." dediler. Benimki de kim? Baktım: Falih Rıfkı Atay, Nevzat Tandoğan, Hasan Âli Yücel.
3 Mayıs 1944 Hadisesi’nde, mukaddes cepheye karşı harp eden üç düşman, "ittifak-ı müselles...": Hasan Âli Yücel bu harekâtın sinsice politika tarafını, Nevzat Tandoğan jandarmalığını, Falih Rıfkı Atay da propagandasını yapıyordu.
Falih Rıfkı, Hasan Âli Yücel’in Emniyette ne işi vardı? Bu adli bir takibattı. Tahkikat neticelenmeden, gazetecilerin, vekillerin, idare adamlarının bu işe müdahaleleri ne demekti?
Biz kendi kendimize bu sualleri soruyorduk. Bilhassa hukukçu arkadaşlar çileden çıkıyordu. Anayasa’dan, adaletten bahsediyorlardı. Hâlbuki mesele gayet basitti. Bunlar politika adamlarıydı. Adalet, politikacıların eline teslim edilmişti.
Hasan Âli Yücel Samsun’dan gelir gelmez vaziyete hâkim olmuş, kendi aleyhine yapılan bu hareketi, Şef'e, devlete, kanuna ve rejime karşı imiş gibi gösterivermişti. Pul Sultan'ının (İnönü’nün) kulağına eğilmiş, o davudi sesiyle: "Şef’im demiş, bunlar ırkçıdır, sana Kürt diyorlar." diye herifi çileden çıkarmıştı.
Şimdi de Emniyet Müdürlüğüne, vali ile birlikte geliyor, hadiselere istediği istikameti verebilmek için, valinin yardımıyla polis müdürlüğünden malzeme topluyordu.
Siz Anadolulular Ancak Öküzün Ektiğini Yersiniz, Öküzler!
Bir ırkçılık hareketi gibi gösterilen bu nümayişten Nevzat Tandoğan da iyice pirelenmişti. Huzuruna çağırttığı bir arkadaşa Ankara hükümdarı şöyle hitap etmişti:
"Evet, ben bir Boşnak'ım; size göre Türk değilim. Saraybosnalıyım. Ve sizi idare ediyorum, işte Ankara valisiyim. Sizin amiriniz, şefinizim..."
Karşıdaki Atatürk’ün resmini gösterip:
"İşte bu da bizden. Bu da Makedonyalı! Siz Anadolulular, ancak öküzün ektiğini yersiniz, öküzler!" demişti.[34]
Biz Anadolular öküzün ektiğini yeriz; öküzüz.
"Simit sarıklı Anadolulular!"
Suyun öte yanından gelenler hep böyle diyorlar bize. Şimdi daha iyi anlıyorum. Anadolu’da içten içe, gönülden gönüle, dilden dile gezen şu halk türküsünün manasını şimdi daha iyi anlıyorum:
"Selanik, Selanik; kahpe Selanik!"
Benim zavallı ve garip Anadolu’m. Asker veren, vergi veren, can veren Anadolu’m. Sen hep verirsin almazsın. Gidersin, gelmezsin. Ağlarsın, gülmezsin.
Saraybosnalı Nevzat Tandoğan’ın bir Anadolu çocuğuna söylediği bu sözler ne müthiş ne korkunç bir hakikatti. Evet, o Saraybosnalıydı. Öbürü Selanikli; beriki bilmem hangi adalardan gelmiş; yıllarca ve yıllarca Anadolu’nun üzerine bir kâbus gibi çökmüşlerdi. Evet, onlar o taraftandı. Fakat bu tarafı idare ediyorlardı.
Anadolu gençliğinde, kendi nizam ve menfaatlerine karşı vuku bulan bu hareketi, bu uyanışı bu "adı Türk"ler elbette hazmedemezlerdi. Vatan çocuklarını ağızlarından kan gelinceye kadar dövdüler. Tabutluklara koydular. Zincirlere vurdular. Her sözleri bir kanun her emirleri bir fermandı sanki.[35]
O gün anladık ki bizi idare edenler, bizden olmayanlardı. Soyca bizden değillerdi. Huyca bizden değillerdi. Yaşayış, düşünüş, duyuş bakımından bizden değillerdi.
Artık bunlardan her şey beklenebilirdi. Bekliyorduk. Daha kara günler bekliyorduk.
Cumhuriyet çocukları, öyle mi? Bu memleketin çocukları öyle mi? İstibdadı devirmiş, yurdumuzdan yabancıları kovmuştuk, öyle mi?
Bunları biz kıraat kitaplarından okumuş, yurt bilgisi derslerinde öğrenmiştik. Bizi nasıl da avutmuş, uyutmuşlardı?
Biz de ne feci uyumuştuk ya… Gözümüzün önünde bütün rezaletlerini, kepazeliklerini görmüş, bir şey yapmamıştık.
Bu rezalet kökünden tepesine kadar o devrin bütün meselelerini sarmıştı. Bizim fakülte bunun esaslı delilidir.
Bizim Cephenin Bütün Adamlarını Topluyorlar
9 Mayıs 1944. Bugün mahkeme var. Sabırsızlıkla neticeyi bekliyoruz. Artık caddeleri dolduran gençlikten eser yok. Muhakemenin nasıl cereyan ettiğini de bilmiyoruz. Öğleden sonra arkadaşlar geldiler. Anlattılar. Rasih Yeğengil harikulade bir müdafaa yapmış. Atsız güzel konuşmuş. Fakat hakaret açık… Mahkûm olmuş. Tecil etmişler. Esasen gençliğin galeyanı, tevkifler mahkemeyi gölgede bıraktı. Artık kimsenin Atsız-Sabahattin Ali mahkemesiyle meşgul olduğu yok. İş başka sahaya döküldü.
Yeni bir haber! Atsız tevkif olundu! Yukarıda imiş, görmüşler. Biz Emniyet binasının alt katındayız.
Bir haber daha: Reha Oğuz Türkkan tevkif olundu. Trende tevkif etmişler.
Anlaşıldı, bizim cephenin bütün adamlarını topluyorlar.
Biz talebe olarak 9 kişiyiz. Ayın dokuzunda, dokuz kişi. Cemal Oğuz Öcal, ben, Hukuk Fakültesinden Sait[36] Bilgiç, Hüseyin Kalpakoğlu, İsfendiyar Baruönü, Turan Ağa, bir de nümayişten bir gün evvel Ankara’ya gelmiş bulunan Sait Sadi Danişmentoğlu. Ha az kaldı yanımızdaki polis zannettiğimiz adamı unutuyorduk. Nümayişin halk cephesini idare eden adam...
Gazeteler bugün de aynı hava içinde neşriyatlarına devam ettiler. Kalemi eline alan sütun sütun, sayfa sayfa döşeniyor, çoktandır biriken ferdî ve şahsi hınçlarını millet vatan davası şeklinde gösterip elinden bütün müdafaa hakları alınmış, hürriyetleri gasbedilmiş bu adamlara, bizlere olanca öfkeleriyle yükleniyorlardı.
Tandoğan, "Sen Görürsün Serkeş!" dedi
Akşama doğru Ankara hükümdarı Nevzat Tandoğan, maiyetiyle birlikte bizim bulunduğumuz odaya girdi. Yanımda Cemal Oğuz Öcal vardı. Diğer arkadaşlarımız öteki odalarda idiler. Vali sert bir tavırla Cemal’e sordu:
- Gazeteleri okuyor musun Cemal?
Cemal:
- "Okuyorum; hepsi yalan, Türk gençliğine iftira ediyorlar." dedi.
Vali bana döndü;
- Osman sen?
- Okuyorum, baştanbaşa iftira ve tezvir. Falih Rıfkı gibilerden başka bir şey beklenmezdi.
Vali gazaba geldi. İki parmağını gözümü çıkaracakmışçasına uzatarak, "Ölçülü konuş!" dedi. "O kendi kendine yazmıyor. Şimdi Şef’in yanından geliyorum. Şef de aynı fikirde."
O zaman herkesin önünde yerle bir olduğu Cumhuriyet ızbanduduna şöyle bir cevap verdim:
- Biz bu işin içindeyiz. Hele ben, tam ortasında... Vali Bey, bizim hareketimiz millet ve devlet aleyhinde değil... Şef ne bilsin bu işleri. Ona hadiseler nasıl anlatılırsa hükmü anlatılanlara göre verir. Şef’i iğfal ediyorlar. Gazeteler de halkı kandırıyorlar.
Vali:
- "Demek Şef’i biz iğfal ediyoruz. Şimdi ben onun yanından geliyorum. Ben hafiyeyim öyle mi?" dedi.
Cevap olarak evet der gibi "Bilmem!" dedim. Tandoğan çarpılmışa döndü. Hayret edercesine ağzından yavaşça bir "Peki." çıktı. Sonra "Sen görürsün serkeş!" dedi.
Hakikaten gördük. O gün diğer arkadaşlar bırakıldılar. İmtihanlarımız var demişler, rica etmişler. Vali de kendilerini bırakmış. Herkes çekildi gitti. Cemal’le biz ikimiz kaldık. Ortalık karardı. Birbirimize bakıyoruz. Hayatımda ilk mahkûmiyet acısını duyuyorum. Cemal’i de yanımdan aldılar. O başka odada kalacak, ben başka bir odada. Artık yalnız başımayım. İçime bir kimsesizlik, bir gariplik çöküyor. Herkes gitti, ortada bir ben kaldım. Benim de imtihanlarım vardı. Ben de fakülteyi bitirmek üzere idim. Kendimi çaresiz, kimsesiz hissediyorum. Kötü battaniyeyi masanın üzerine serdim. Yatıyorum. Uyumak mı, nerde? Yanımda bir polis nöbet bekliyor. Ben ona bakıyorum, o bana bakıyor. İkimiz de sanki birbirimizden bıkmışız. Konuşmuyor.
Duvarda kaba bir Ankara haritası var. Ona bakıyorum. Benim oturduğum ev nerede? Hisar’da idi canım. Dış Hisar’da. Demirfırka Mahallesi. Buldum. Şuracıkta bir yerde olacaktı. Harita üzerinde Ankara’nın her yanını dolaşıyorum. Ondan da bıktım. Ne yapsam, neylesem? Kafam dönüyor. Cemal’i hangi odaya koydular ki? Şimdi onu düşünüyorum.[37]
Sabaha kadar işte böyle, ne yaptığımı ne düşündüğümü bilmeden, yarı uykuda yarı uyanık, ezgin bezgin bir halde kalıyorum...[38]
Sabah oldu. Kimseler de gelmiyor... Öğleye doğru Hukuk Fakültesinden Arif, bizim fakülteden İ. Tevfik (Ersen) geldiler. Vali, Ali Çankaya, Osman Gümrükçüoğlu ve diğer bazı arkadaşlara emretmiş. Adliye binasından bu yana (vilayet tarafına) geçerseniz sizi derhâl tevkif ederim, demiş. Onlar gelemiyorlarmış. Bana selamları varmış.
Bu habere müthiş içerliyorum. En yakın arkadaşlarım şu anda bir korkaktan başka bir şey değil. O hâl içinde öyle geliyor insana... Tevfik’e diyorum ki:
- İş gittikçe vahamet kesbediyor. Sen git... Benim odaya gir, kütüphanemdeki dine ve Türklüğe, mücadeleye ait ne kadar eser varsa başka bir yere naklet.
Tevfik "Peki." diyor. Arif gülüyor. Fakat benim güldüğüm yok.
Derhâl elime kalemi alıyorum. Valinin emrine itaat eden, adliye binasının bu tarafına geçemeyen arkadaşlara müthiş bir mektup yazıyorum. Galiba mektubun başlığı "3 Mayıslar Tekerrür Edecektir" idi. Ateş gibi, alev gibi bir şeydi. Gönderdim arkadaşlara mektubu.
Dekan Vekili Necmettin Halil Onan Soruşturma Yapıyor
Öğleden sonra koltuğunun altında bir dosya ile bizim Fakültenin Dekan Vekili, aynı zamanda Yüksek Tedrisat Müdür-i Umumisi Necmettin Halil çıkageldi. 3 Mayıs Nümayişi üzerine, DTCF Dekanı Şevket Aziz Kansu atılmış, yerine bu adam tayin edilmişti.[39]
Beni Emniyet Müdürünün odasına çağırttılar. Necmettin Halil orada idi. Asabi, sinirli bir hâli vardı. Neredeyse beni dövecekti. "Size o kadar söyledik. Laf tutmadınız." diye konuşmaya başladı. Bu adama da ne oluyordu? Bana ne söylemişti? Kendisiyle bu daha ilk karşılaşmamız, ilk konuşmamızdı. "Şimdi" dedi, "Soracağım suallere cevap ver." Atsız’ı niçin karşılamaya gitmişim? 3 Mayıs Nümayişini ben tertiplemişim; bunun için evimde toplantılar tertip etmişim. Niçin, nasıl, neden? Sabahattin Ali, Atsız’dan daha enteresan adammış. Neden onu görmeye gitmiyor muşum? Kendisinin de bir oğlu varmış. Gelemiyormuş böyle yerlere.
"Mademki Sabahattin Ali daha enteresan adamdır. Oğlun da onu görmeye gitsin." diye suallerine sert, kati cevaplar verdim. Defoldu gitti. Esasen beni 3 Mayıs Hadisesi’nden evvel, Sabahattin Ali hadisesi üzerine Fakülteden tart etmişlerdi.[40] Bunu sonradan öğrenmiştim.
Fakülteden alakası kesilen bir adam fakültenin dekanı tarafından sorguya çekiliyordu. Ne münasebet? Baktım, Hukuk Fakültesinin dekanı da orada. Cemal Oğuz’la beraber polis zannettiğimiz, o dazlak kafalı, kayıncak başlı adamı sorguya çekiyor. İsmi Saim’miş. Memleketi Düzce... Hukukun üçüncü sınıfında imiş! Bak sen! Ben de bu memleketin evladıyım deyip duruyor. Dekanın suallerine karşı müdafaasını yapıyor.
Öğleden sonra yine Hasan Âli Yücel ile Falih Rıfkı Atay geldiler. Hasan Âli Yücel ve adamları fakülte dekanlarına varıncaya kadar Falih Rıfkı da dâhil olduğu hâlde bu hadiseye istedikleri istikameti verebilmek için bir polis hafiyesi gibi çalışıyorlar. Akşam oldu. Kimseler yok!
"Akşam oldu yine de bastı kareler
Gitme yavrum, seni aslan pareler."
diye başlayan bir halk türküsü vardı. Bu hâl bu türkü beni Antalya’daki pansiyon hayatına kadar götürdü... Kaç sene evveline. Dur bakayım, bir hesap edeyim. On bir sene evveline (1933). Orada da akşam olurdu. Bütün hemşeriler bir odada kalırdık.[41] Henüz çocuk denilecek kadar gençtik. Memleketimizden yeni ayrılmıştık. İçimize bir gurbet acısı bir hasret acısı çökerdi. Sesi güzel bir arkadaşımız vardı. Bu türküyü içli içli söylerdi.
11 Mayıs
11 Mayıs 1944. Hâlâ 3 Mayıs’ın uyandırdığı dalga devam ediyor. Neşriyat devam ediyor. Biz de bugün, yarın bırakılacağız diye bekleyip duruyoruz. Herkes de öyle söylüyor:
- Bırakırlar canım.
Fakat iş pek de bildiğiniz gibi değil. Öyle eskisi gibi herkesle serbestçe konuşturmuyorlar. Ben sağa sola küfredip duruyorum. Artık iyice asabım bozuluyor. Bırakılan arkadaşlardan da kimsenin geldiği yok. Ne korkaklarmış! Yazık yazık!
Polisler başımda nöbet bekliyor. İçinde ne kadar iyileri var... Bana diyorlar ki:
- Sen birisine mektup yaz. Bu işte hiçbir suçunun olmadığını anlat... Biz yalandan bu mektubu yakalatalım. Valiye kadar gider bu... O zaman seni bırakırlar.
- Boş ver canım diyorum, suçum yok ki! Bu işte suçsuz olduğumu yazıyorum.
Polisler nöbetleşe değiştiriliyor. Ayrı ayrı hepsiyle ahbaplık ediyoruz.
Az kaldı yazmayı unutuyordum. Uzun boylu, Türkistanlı bir komiser vardı. Tevkif edildiğimiz ilk günlerde bizim yanımızdan hiç ayrılmıyordu. Hasan Âli vs.ye sövüp duruyordu. Adını unuttum, dağ gibi bir adamdı. Birçok harplerde bulunmuş; Millî Mücadele’de de çarpışmış. Bize yaralarını göstererek:
- Aferin çocuklar; biz sizin için çarpıştık. Yoksa sizi hapseden o herifinaşerifler için değil, diyordu. Bir de baktık ki adam yanımıza gelmeyiverdi. Adamcağızı şikâyet etmişler, mevkuflarla içli dışlı oluyor diye, ihtar almış. Bak sen şu işe.
Böyle anlarda insan hâlden ve dertten anlayan birisini ne kadar istiyor, özlüyor.
KISALTMALAR
BD: Büyük Doğu dergisi
DTCF: Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi
OYS: Osman Yüksel Serdengeçti
S: Serdengeçti dergisi
Yİ: Yeni İstanbul gazetesi
[1] Buraya kadar olan ifadeler BD'de bulunmamaktadır.
[2] Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel.
[3] Cumhurbaşkanı İsmet İnönü.
[4] Buradan başlayarak, "Emniyet Müdürlüğünde İlk Günümüz" başlığına kadar olan kısım Serdengeçti dergisinde "Geçmişte Bugün (3 Mayıs 1944'ten Hatıralar)" adıyla yayımlanmıştır (S, Sayı 13, Haziran 1951, s. 10-11).
[5] BD, 16 Mayıs 1952, Cuma, Yıl 9, Sayı 1, s. 3.
[6] DTCF Felsefe Bölümünden sınıf arkadaşı, şair Selahattin Ertürk (1923-1988), DTCF Felsefe Bölümünü bitirdikten sonra bir süre öğretmenlik yapar. 1953'te Amerika'ya gider. New York Üniversitesinde doktorasını tamamlar (1961). Chicago Üniversitesinde doktora sonrası eğitimine devam eder. 1966'da DTCF'de doçent, 1973'de Hacettepe Üniversitesinde profesör olarak atanır. Selahattin Ertürk; Türkçü, hamasi şiirleriyle tanınır. Şiirleri Serdengeçti, Çınaraltı, Tanrıdağı, Orhun, Özleyiş, Aras, Orkun, Türkeli, Ocak, Ötüken dergilerinde yayınlanır. Osman Yüksel ile birlikte Türk ve Tanrı adında ilk şiir kitabını çıkarır (Ankara 1940). Diğer şiir kitapları: Zamane Kızları (1941), Kükreyiş (1952), Özleyiş (1962), Gönlümce (1975). Eğitimle ilgili eserleri: Planlı Eğitim ve Değerlendirme (1966), Eğitimde Program Geliştirme (1972), Diktacı Tutum ve Demokrasi.
[7] "Köy Enstitülerinde Al Bayrağın Parça Parça Edildiği Bir Devir...", Yİ, 10 Nisan 1966.
[8] Sabahattin Ali dövme olayı ve bununla ilgili soruşturma için bk. Ek 2.
[9] Biz bu gazeteleri göremedik. Ancak Vatan gazetesi, olayı “Birkaç genç kendilerine hakaret eden Sabahattin Ali’yi dövdüler” başlığı altında şöyle duyurur: “Nihal Atsız ile Sabahattin Ali arasında evvelki gün cereyan eden muhakemeden sonra (...) birkaç genç, umumi bir yerde aralarında muhakeme safahatını bahis mevzuu ederlerken o esnada orada bulunmakta olan Sabahattin Ali de konuşmaya karışmış ve münakaşa çıkmıştır. İş kızışınca Osman Yüksel ismindeki genç ve arkadaşları Sabahattin Ali ile kavgaya başlamışlar ve muharriri dövmüşlerdir.” (Vatan, 28 Nisan 1944).
[10] Serdengeçti, tahliye olunca Ankara Valisi Nevzat Tandoğan'a, "Şu yaptığını beğeniyor musun? Ben sana suçum yok dememiş miydim? Bu yüzden beni ikinci defa fakülteden kovdular. İstikbalimi mahvettiniz." dediğine göre, kaydının silinmesi 3 Mayıs’ta tutuklanmasından dolayı gerçekleşmiştir. Birinci defa kaydının silinmesi, hocalarını MEB'ye şikâyet etmeleri üzerine olmalıdır. (Soruşturma tutanakları ve kararları için bk. Ekler).
[11] BD, 17 Mayıs 1952, Yıl 9, Sayı 2, s. 3.
[12] "Vali Nevzat Tandoğan Ankara’nın Hükümdarıydı", Yİ, 11 Nisan 1966.
[13] "Halk Huzursuz ve Sefalet İçindeydi", Yİ, 12 Nisan 1966.
[14] Bu kısım dergide, "3 Mayıs Millî Feveranı" başlığıyla yayımlanmış (S, Yıl 4, Sayı 10, Mayıs 1950, s. 3), sonuna "Devamı Kara Kitap'ta" diye yazılmıştır.
[15] BD, 18 Mayıs 1952, Yıl 9, Sayı 3, s. 3.
[16] Hasan Âli Yücel, 27 Nisan 1944 günü bir hafta sürecek olan Samsun gezisine çıkmıştır (Ulus, 5 Mayıs 1944, 1; 29 Nisan 1944, s. 1).
[17] Cemal Oğuz Öcal (1913-1971), İstanbul Erkek Öğretmen Okulunu bitirir (1935). Öğretmenlik yapar. Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji Bölümüne girer. 3 Mayıs 1944 Turancılık Olaylarında tutuklanır; okuldan kaydı silinir. Beraat edince 1947'de öğretmenliğe döner. Heceyle millî, hamasi şiirler yazar. Serdengeçti dergisinde en çok şiiri yayımlanan şairdir. Başlıca şiir kitapları: Yurttan Sesler (1939), Türk Geliyor (1944), Ata Sevgisi (1946), Savulun Kızıllar Gençlik Geliyor (1949), Türk Çocuklarına Milli Şiirler (1951), Her Şey Vatan İçin (1953).
[18] Falih Rıfkı Atay (1894-1971), Cumhuriyet Dönemi’nin en etkili gazetecilerindendir. 1950 öncesi iktidarları üzerinde etkili olur, basında iktidarın resmi sözcüsü gibi yönlendirici rol oynar. Bu dönemde 27 yıl milletvekilliği yapar (1923-1950). I. Dünya Savaşı’nda yedek subay olarak Suriye'ye gider ve Cemal Paşa’nın özel kâtipliğini yapar. Bu dönemdeki hatıralarını Ateş ve Güneş (1918) adlı kitapta toplar. Cemal Paşa Bahriye Nazırı olunca özel kalem müdür yardımcılığına getirilir (1917). 1918’de arkadaşları ile birlikte Akşam gazetesini kurarlar. Gazetede, Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen yazılar yazar. Anadolu’ ya geçer (1922). Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen yazılarını Tanin ve Hâkimiyet-i Milliye'de sürdürür. Savaşın ardından kurulan Tetkik-i Mezalim Heyeti ile birlikte Yunan ordusunun tahribatını yerinde görmek üzere tüm Batı Anadolu’yu dolaşır. İzmir’in kurtuluşundan sonra tanıştığı Mustafa Kemal’in dostluğunu kazanır ve bu döneme ilişkin hatıralarını Atatürk’ün Bana Anlattıkları (1955), Çankaya (1961) ve Atatürk Ne İdi? (1968) adlı kitaplarda toplar. Demokrat Partinin iktidara geçmesinden sonra kurduğu Dünya gazetesinde (1952) muhalif yazılar yazar. Dönemine tanıklık eden çok sayıda hatıra ve gezi kitabı vardır: Ateş ve Güneş (1918), Zeytindağı (1932), Mustafa Kemal'in Mütareke Defteri (1955), Mustafa Kemal'in Ağzından Vahdettin (1955), Batış Yılları (1963), Bayrak (1970), Faşist Roma, Kemalist Tiran, Kaybolmuş Makedonya (1930), Deniz Aşırı (1931), Yeni Rusya (1931), Moskova-Roma (1932), Bizim Akdeniz (1934), Taymis Kıyıları (1934), Tuna Kıyıları (1938), Hind (1944), Yolcu Defteri (1946), Gezerek Gördüklerim (1970), Eski Saat (1933), Niçin Kurtulmamak (1953), Çile (1955), İnanç (1965), Pazar Konuşmaları (1966), Başveren İnkılâpçı (1954), Atatürkçülük Nedir (1966), Londra Konferansı Mektupları (1933), Türk Kanadı (1941), Kanat Vuruşu (1945), Babamız Atatürk (1955).
[19] Zekeriya Sertel (1890-1980), gazeteci ve yayıncı olarak tanınır. Selanik'te İttihat ve Terakkinin yayın organı Rumeli'de gazeteciliğe başlar. Gazetenin yöneticilerinden Yunus Nadi ile bu dönemde tanışır. Birlikte Yeni Felsefe adında bir dergi çıkarırlar. Selanik'in işgali sonrası İstanbul'a gelir. Yunus Nadi'nin başyazarı olduğu Tasvir-i Efkâr'da çalışır.
Devlet tarafından burslu olarak Fransa'ya gönderilir. Sorbon'da sosyoloji eğitimine başlar (1913). Durkheim'in öğrencisi olur. I. Dünya Savaşı patlak verince eğitimini yarım bırakır. İstanbul'a dönünce arkadaşı Nebizade Hamdi ile Turan adında bir gazete çıkarırlar. Gazeteci Sabiha Sertel ile evlenir (1915). Nikâh şahitleri Talat Paşa ve Tevfik Rüştü Bey'dir.
İşgal yıllarında Büyük Mecmua'yı yayımlar. Halide Edip'in başyazarı olduğu dergide, Falih Rıfkı, Köprülüzade Fuat, Reşat Nuri, Faruk Nafiz, Ömer Seyfettin gibi aydınlar yazılarını yayımlar. Halide Edib'in kendi ve eşi için ABD'den sağladığı bursla yükseköğrenimlerini tamamlamak üzere New York'a giderler. Columbia Üniversitesi Gazetecilik Fakültesindeki eğitimlerini tamamlayarak yurda dönerler (1919-1923). Basın-Yayın Genel Müdürü olur. Burada Ayın Tarihi adında bir dergi çıkarır. Bir yıl sonra görevinden ayrılır. Yunus Nadi'nin çıkardığı Cumhuriyet gazetesinin kurucuları arasında yer alır. Yayınladığı Resimli Ay dergisindeki bir yazısından dolayı İstiklal Mahkemesinde yargılanır ve üç yıl Sinop'ta kalebentliğe mahkûm edilir. Bu süre içinde dergiyi eşi Sabiha Sertel çıkarır. 1924-1928 yıllarındaki ilk dönemde yazarlar arasında tanınmış edebiyatçılar yer alır. Mahkûmiyet sonrasındaki 1928-1930 arasındaki ikinci dönemde sosyalist düşünce ağır basar ve Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Vâlâ Nurettin, Suat derviş gibi yazarlar yazmaya başlar. Resimli Ay kapandıktan sonra Son Posta gazetesini çıkarır. On ciltlik Hayat Ansiklopedisi’ni yayımlar (1932-1936). 1934'te Tan gazetesini yayımlar. Gazetenin başyazarı 1939'a kadar Ahmet Emin Yalman'dır. Bu tarihten sonra bu görevi kendisi üstlenir. CHP iktidarına karşı sert muhalefet yapar. 4 Aralık 1945'te gazete göstericiler tarafından basılarak yağmalanır ve sahipleri linç edilmek istenir. Bu olaydan sonra artan baskılar karşısında önce Paris'e, sonra Bakü'ye gider. Eşinin ölümü üzerine Paris'e yerleşir. Hikmet'in Son Yılları (1978) isimli eseri sol çevrelerde tepkiye yol açar. Başlıca eserleri: Hayat Ansiklopedisi (1932), Davamız ve Müdafaamız (1946), Mavi Gözlü Dev (1968), Nazım Rus Biçimi Sosyalizm (1993), Amerikan Biçimi Yaşam (1993), Sertellerin Anılarında Nazım Hikmet ve Bâbıâli (1993).
[20] Ahmet Emin Yalman (1888-1972), Selanik'te doğar. Alman Lisesini ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirir (1910). New York'ta Colombia Üniversitesinde gazetecilik ve felsefe dallarında doktora yapar. İstanbul Üniversitesinde Ziya Gökalp'ın sosyoloji asistanlığını yapar (1914). Siyasal Bilgiler Fakültesinde dersler verir (1916-1920). Asım Us ile birlikte Vakit gazetesini çıkarır (1917). İşgal sonrası Malta'ya sürülür (1920). Cumhuriyet'in ilanından sonra Vatan gazetesini yayımlar (1923). Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını destekleyen yazılarından dolayı İstiklal Mahkemesinde yargılanır ve Çorum'a sürülür (1925). Zekeriya Sertel ile birlikte Tan gazetesini çıkarır, bir süre sonra görüş ayrılığı dolayısıyla ayrılır. Vatan gazetesini yeniden yayımlamaya başlar (1940). 1952 yılında bir suikasta uğrar ve yaralanır. Başlangıçta DP iktidarını desteklerken sonraları eleştiren yazılar yazar. Bundan dolayı on beş ay hapis cezasına çarptırılır (1959). 27 Mayıs Darbesi'nden sonra serbest bırakılır. ABD'deki Kaliforniya ve Georgia Üniversitesinden Büyük Cesaret Ödülü alır. Hür Vatan gazetesini çıkarır. Rağbet görmeyince kapatır. Son yıllarında çeşitli gazetelerde yazar. Hatıralarını Yakın Tarihimizde Gördüklerim ve Geçirdiklerim adıyla yayımlar ( C. I-IV, 197-1971).
[21] BD, 22 Mayıs 1952, Yıl 9, Sayı 7, s. 3.
[22] Ulus, 7 Mayıs 1944, s. 1, 2.
[23] "Ulus ve Benzeri Gazeteler Susmakta Devam Ediyor", Yİ, 15 Nisan 1966.
[24] Nitekim İçişleri Bakanlığı bu gibi durumlarda güvenlik güçlerinin selam durmak zorunda olmadıklarını belirten bir genelge yayımlamak zorunda kalır (Ulus, 7 Mayıs 1944, s. 1).
[25] BD, 23 Mayıs 1952, Yıl 9, Sayı 8, s. 3.
[26] "Atay Ulus’taki Yazısı ile Birçok CHP’liyi Kızdırmıştı", Yİ, 16 Nisan 1966.
[27] BD, 24 Mayıs 1952, Yıl 9, Sayı 9, s. 3.
[28] "Falih Rıfkı Atay Bir Taşla İki Kuş Vurmaya Çalışıyor", Yİ, 17 Nisan 1966.
[29] BD, 25 Mayıs 1952, Yıl 9, Sayı 10, s. 3.
[30] "Kemalizm Adını İlk Defa Kullanan Bir Komünisttir", Yİ, 18 Nisan 1966.
[31] Tan, 8 Mayıs 1944.
[32] BD, 26 Mayıs 1952, Yıl 9, Sayı 11, s. 3.
[33] "Bu Topraklar Üzerinde Bizim Atalarımızın Nabzı Çarpar", Yİ, 19 Nisan 1966.
[34] Günümüzde kaynak belirtmeden bu konuyu dile getiren yazılar yayımlanmıştır: Aziz Üstel, "Öküz Anadolulu sen nerden benim efendim oluyorsun!", Star, 5 Ocak 212; Haşmet Babaoğlu, "Tandoğan Meydanı'nın adı değişmeli!", Sabah, 30 Mart 212.
[35] BD, 27 Mayıs 1952, Yıl 9, Sayı 12, s. 3.
[36] BD, 1 Haziran 1952, Yıl 9, Sayı 17, s. 3.
[37] "Şefin Yanından Geliyorum. Şef de Aynı Fikre Sahiptir", Yİ, 25 Nisan 1966.
[38] BD, 2 Haziran 1952, Yıl 9, Sayı 18, s. 3.
[39] Ulus, 9 Mayıs 1944, 1. Haberin devamında, aynı Fakülteden Doç. Dr. Osman Turan'ın Bakanlık emrine alındığı bildirilmiştir.
[40] Bk. 23. Dipnot. (Soruşturma tutanakları ve kararları için bk. Ekler).
[41] BD, 3 Haziran 1952, Yıl 9, Sayı 19, s. 3.