TÜRKİYE YUGOSLAVYA OLMAYACAK

18 Mayıs 2016 10:38
Okunma
3944
TÜRKİYE YUGOSLAVYA OLMAYACAK

     
 
  
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
 
   Bir zamanlar Yugoslavya diye bir ülke vardı. Balkan Yarımadası’nın ortasında çağdaş bir devlet düzeni kurulmuştu. Ne var ki bugün dünya haritasına baktığınız zaman böyle bir devlet olmadığını görüyorsunuz. Küresel bir emperyalist düzen oluşturmak isteyen Batı emperyalizmi yüzünden, bu 20. yüzyıl devleti daha fazla demokrasi arayışlarına sürüklenerek kısa bir süre içeresinde kendi kendisini yok etmiştir. Küresel emperyalizmin getirdiği ileri demokrasi ya da tam demokrasi arayışları içerisinde daha fazla özgürlük girişimlerinin, belirli bir noktadan sonra var olan siyasal düzenlere zarar verdiği ve özgürlük ile güvenlik arasında her ülkenin kendi koşullarında bulunması gereken hassas dengenin yitirildiği bir aşamada, var olan devlet yapılarının çökme, dağılma ya da parçalanma gibi olumsuz durumlara doğru sürüklenmesi konusunda Yugoslavya, çok önemli bir örnek olarak dünya tarihi içindeki yerini almıştır. Hiç beklenmedik bir biçimde gelişen olaylar dünya haritası üzerinde şiddetli rüzgârlar estirmeye başladığında, merkezî gücü zayıf olan ya da ileri demokrasi uygulamaları ile güçsüzleştirilen federatif devlet yapılarının belirli bir noktadan sonra estirilen rüzgârlara karşı dayanamayarak dağılma aşamasına gelmesi, Balkan Yarımadası’nın ortasında yer alan bir büyük devlet olarak Yugoslavya’yı tarihin tozlu sayfalarına doğru kaydırmıştır. 
  Adı güney Slavları anlamına gelen Yugoslavya; Balkan Yarımadası’nın tam ortasında, eski Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun eyaletleri konumundaki küçük devletlerin bir araya getirilmesiyle tarih sahnesine çıkmıştır. Böylesine bir siyasal yapılanma, uluslararası rüzgârların dünya haritası üzerinde ortaya çıkardığı bir devlet olmuştur. Ne var ki benzeri uluslararası gelişmelerin ters yönlerde ortaya çıkması üzerine, Yugoslav yönetimi, ülkesi üzerindeki egemenliğini elinden kaçırarak yok olma gibi son derece olumsuz bir durum ile karşı karşıya kalmıştır. Zaman içerisinde merkezî gücünü elinden kaçıran bu ülkede, demokrasinin konsolidasyonu görünümünde gündeme getirilen özgürlükçü yaklaşımlar ile devlet iktidarının fazlasıyla sınırlanması üzerine, bölünme ve dağılma süreçleri çok hızlı bir biçimde gelişmiştir. Merkezî gücünü kullanamayan bu devlet modeli, çok kısa bir süre içerisinde dağılarak tarih sahnesinden çekilmek zorunda kalmıştır. Balkan bölgesindeki Osmanlı İmparatorluğu hegemonyası yüzyıllar sonra etkisini yitirince, onun yerini Avusturya-Macaristan İmparatorluğu almış ama Birinci Dünya Savaşı sürecinde de doğu imparatorlukları ile birlikte bu devletin de ortadan kalkması üzerine, Osmanlı İmparatorluğu’nun tarih sahnesinden çekilmesine yol açan Balkanizasyon sürecinin doğal ürünü olan küçük devletçikler boşlukta kalmışlardır. Batı emperyalizmi tarafından körüklenen milliyetçilik akımlarının giderek sertleşmesi üzerine birbirleri ile sürekli olarak sınır çatışmalarına sürüklenmişlerdir. Bu yüzden de Balkan Yarımadası üzerinde kalıcı bir barış düzeni bir türlü kurulamamıştır. Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri arasında yer alan Sovyetler Birliği, bir büyük sosyalist sistem olarak dünya sahnesine çıktığı zaman Avrupa’nın doğusunda kendisine yakın olabilecek yeni bir sistem arayışı içine girmiştir. Yeni dönemde Sovyetler Birliği ile Batı ülkeleri arasında bir tampon bölge olarak öne çıkan Balkanlar’da sosyalist sisteme uygun düşecek yeni bir yapılanma, bölgedeki küçük devletler arasındaki çatışmaları önleyebilecek ve zaman içerisinde Doğu-Batı dengelerinde etkili bir rol oynayabilecekti. Yeni bir devlet modeli olarak güney Slavlarını bir arada toplayabilmek üzere ortaya  atılan Yugoslavyacılık  akımı, sosyalist aydınlar tarafından desteklenince, Balkan Yarımadası’ndaki küçük devletlerin aşırı milliyetçiliklerinden bıkmış olan bölge halkları, bu doğrultuda bir araya geliyorlardı. 
  Fransız Devrimi bütün Avrupa kıtasındaki siyasal düzenleri derinden sarsarken Balkan Yarımadası’na da bu sarsıntılar ulaşınca, Osmanlı yönetimi altında yaşayan Balkan halkları kendilerini milliyetçilik cereyanlarının içinde bulmuşlardır. Fransa bir imparatorluk olmasına rağmen devrimden sonra bir ulus devlet yapılanması içerisine girince, Paris kenti Fransa’nın başkenti olmasına karşılık aynı zamanda bütün Avrupa’ya yayılan milliyetçilik akımlarının da merkezi konumuna gelmiştir. Avrupa kıtası 1830 ve 1848 Devrimleri ile bütünüyle büyük bir çalkantı içerisine sürüklenirken Avrupa kıtasının doğusundaki Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içerisindeki Balkan halklarında da bir kıpırdanma zamanla ortaya çıkmıştır. Slav dünyasının güneyinde yer alan Balkanlar’ın üzerindeki Slav topluluklarına Güney Slavları adı verildiği için, Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopma yoluna giren Slav halkları zamanla bir büyük Slav devleti çatısı altında bir araya gelerek daha güvenli bir ortamda yaşamlarını sürdürebilmenin arayışı içine girmişlerdir. Olayların birbirini izlemesi sonucunda Güney Slavları birliği konumunda bir Yugoslavya’nın kuruluşuna giden yol açılmıştır. Osmanlı Devleti zamanla zayıflayarak Balkan Yarımadası’ndan geriye doğru çekilirken bu sefer Avusturya-Macaristan İmparatorluğu devreye girerek Osmanlı Devleti’nin yerini almıştır. Eski Osmanlı eyaletleri olan Balkan ülkelerinin daha sonraki aşamada Avusturya-Macaristan Krallığının hegemonyası altına girmesi, Balkan ülkelerinin İslam dünyasından koparak hızla Hristiyan Avrupa yapılanması içine doğru yönelmesine zemin hazırlamıştır. Avrupa kıtasının doğusunda yer alan Balkan ülkeleri, bir doğu imparatorluğunun çatısı altından çıkarak Batılı bir Avrupa imparatorluğunun çatısı altında yeni bir geleceğe doğru adım atmışlardır.  
  Slav dünyasının en büyük devleti olarak Rusya, her zaman için kıtanın güney bölgesinde yer alan Slav halkları ile yakından ilgilenmiş ve kendisine en yakın olarak gördüğü Sırbistan aracılığı ile her zaman için Güney Slavları ile ilişkilerini sürdürmüştür.  Rus Çarlığı Müslüman Osmanlı İmparatorluğu ile savaşırken Hristiyan dayanışması çerçevesinde her zaman için Avusturya ile iş birliği yapmıştır. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu sonrasında Balkanları ele geçirerek kendisine bağlamak üzere hegemonya girişimlerini Akdeniz’e inme doğrultusunda devam ettirmiştir. Slav ortak kökeni dolayısıyla Ruslara fazlasıyla yakın olan Sırbistan, Osmanlı yönetimine karşı Balkanlar’da güçlü bir isyan hareketine doğru yöneldiğinde, Balkan Yarımadası’nın Birinci Dünya Savaşı sonrasında Rusya’nın öncülüğünde bir Güney Slavları birliği yapılanmasına yönelmesi doğal bir sonuç olarak ortaya çıkmıştır. Ruslardan destek alan Sırplar, Osmanlı yönetiminden zamanla koparken Balkanlar’da yaşamını sürdüren irili ufaklı Slav topluluklarını kendi arkalarına almaya çalışmışlardır. Fransız Devrimi sonrasında yenilikçi düşünceler, demokratik gelişmeler ve cumhuriyet özlemleri bütün Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Balkan ülkelerinde de heyecan yaratarak bu doğrultuda yeni yönelimlerin öne çıkmasına neden olmuştur.
  Özgürlük arayışı ile birlikte özgürlükçü düşünceler de bölgede yayılmaya başladığında Balkanlar’da bağımsızlık girişimleri gündeme gelmiştir.  20. yüzyılın başlarında iki büyük Balkan Savaşı gerçekleşince Osmanlı İmparatorluğu bu coğrafyadaki beş yüz yıllık egemenliğini terk ederek Anadolu Yarımadası’na geri çekilmiştir. Milliyetçilik akımları Balkan halklarında ulusal bilinç yaratma aşamasına gelince, Sırbistan’ın ardından diğer Balkan ülkeleri de Osmanlı Devleti’ne karşı isyan ederek kendi bağımsız ulus devletlerini oluşturabilmenin çabası içerisine girmişlerdir. Gazetecilik Balkanlar’da ortaya çıkınca, Güney Slavları arasında ortak bir dil oluşturabilme girişimleri gündeme gelmiş ve böylece bu küçük devletçikler arasında bir bölgesel dayanışma ortamı zaman içerisinde gelişmiştir. Osmanlı yönetimine başkaldıran Sırplara Rus Çarlığından destek gelince Sırbistan 19. yüzyılın son çeyreğinde Rusya destekli bir bağımsızlık elde edebilmiştir. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Rusların elde ettikleri galibiyet üzerine, Rus orduları İstanbul yakınındaki Yeşilköy’e kadar gelince Balkanlar’daki Osmanlı hegemonyasının sonuna gelinmiştir. İstanbul’a giren Rusya, bu aşamadan sonra Sırbistan’ı destekleyerek gelecekte Güney Slavları birliğinin oluşumuna giden süreci başlatmıştır. Rus hegemonyasının ilerlemesi sırasında artan Slav dayanışması, Sırbistan’ın yeni bir siyasal güç olarak Balkanlar’da ortaya çıkmasına yol açmıştır. Balkan Savaşları sırasında Sırbistan güneye doğru yeni topraklar elde edince daha da güçlenerek Balkan Slavlarını kendi etrafında toparlayabilmenin arayışı içerisine girmiştir. Balkan Savaşlarının birincisinde her topluluk kendi devletini kurabilmenin çabası içerisinde olmuş, İkinci Balkan Savaşı’nda ise küçük devletler ülkelerini büyütebilmenin arayışı içine girmişler ve bu doğrultuda birbirleriyle savaşarak Balkan Yarımadası’nı kan gölüne çevirmişlerdir.
  Batı Avrupa’nın büyük devletleri dünyanın merkezî coğrafyasına yönelerek kendi imparatorluk siyasetlerini bu alanda öne çıkarırken Balkan Savaşlarının genişlemesine yol açmışlar ve bu doğrultuda sınırlar sürekli olarak değişmiş; bu durum, Doğu Avrupa bölgesinin istikrarsızlık çıkmazına sürüklenmesine yol açmıştır. Yeni sınırlar kalıcı barış ortamı yaratamayınca, Balkan Savaşları sonrasında Birinci Dünya Savaşı da Balkan bölgesinde ortaya çıkmıştır. Uzun süren savaş dönemi sonrasında, Balkan ulusları çok büyük oranda insan kaybına uğramışlardır. Birinci Dünya Savaşı sırasında Balkan ülkelerinden çok fazla insanının yitirilmesi gerçeği karşısında yeni kurulmuş olan Balkan devletleri bir araya gelerek kendi güvenlikleri için bir bölgesel dayanışmanın çabası içinde olmuşlardır. Birinci Cihan Savaşı sırasında Yugoslav Ulusal Konseyinin kurulması ile güney Slavları birliği resmen tartışılmaya başlanmıştır. Savaşın bitiminden hemen sonra, Sırp-Sloven-Hırvat Krallığı resmen kurulmuştur. Yeni krallık, bir yandan yeni devlet yapılanmasını tamamlamaya çalışırken diğer yandan da savaşın kalıntılarını temizleyerek komşuları ile uluslararası hukuka uygun bir dayanışma içerisine girmeye çalışmıştır. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Balkanlar’daki kalıntıları temizlenirken Güney Slavlarının birlikte bir yaşam düzeni kurmalarının önü açılmıştır. Kral I. Aleksandr, kişisel bir diktatörlük kurduktan sonra, Anayasa’yı değiştirmiş, ülkenin adı olarak Yugoslavya benimsenmiştir. Rusların yakın ilgisi devam ederken Almanya’nın büyük bir orduyu Balkanlar’a göndermesi bölgede ciddi bir karışıklık yaratarak barış ortamının bozulmasına yol açmıştır.
  Birinci Dünya Savaşı’nın Balkanlar’da cereyan etmesi bölgeyi altüst ederken aradan geçen kısa zaman dilimi içerisinde ortaya bir de İkinci Dünya Savaşı tehlikesi çıkmıştır. Bu iki savaş arası dönemde 1921 yılında Küçük Antant, 1934 yılında da Balkan Antantı adı altındaki ittifaklara giren Yugoslavya, İkinci Dünya Savaşı’na girmemek üzere bir tarafsızlık politikası izleyerek kendini korumaya çalışmıştır. Ancak Almanya’nın büyük bir ordu ile Balkan Yarımadası’nı işgali üzerine geçmişten gelen devlet yapılanmalarının üzeri çizilmiştir. Hitler Almanya’sı, Sovyetler Birliği’ne saldırmadan önce arka cephe olan Balkanlar’ın güvence altına alınabilmesi doğrultusunda Balkanlar bölgesinde askerî bir merkez oluşturma yoluna gitmiştir. Savaş sırasında Balkanlar’a asker çıkaran İtalya, Yugoslav devletinin güney bölgesindeki topraklarını kendi sınırları içine katarak daha geniş bağımsız bir Yugoslavya istemediğini göstermiştir. Dışarıdan gelen emperyal saldırılara karşı Yugoslavya’da gelişen Partizan hareketi, ülkenin bağımsızlığı yolunda mücadele ederek bu devletin İkinci Dünya Savaşı sırasında ayakta kalmasına yardımcı olmuştur. Çetnik adı verilen askerî çeteler, ülkede terör estirirken Partizan hareketinin temsilcileri sürekli çatışarak ülkenin kanlı bir çatışma döneminden geçmesine yol açmışlardır. Alman saldırılarına karşı direnen Yugoslavlar, daha sonraki aşamada sınırlara dayanan Rusların Kızıl Ordusu karşısında aynı beceriyi gösteremeyince, Yugoslavya Ordusu Başkomutanı General Tito ülke yönetiminde en öndeki konuma gelmiştir. Bu aşamada Rusya destekli iktidara gelen Tito,  sosyalist bir düzeni kurmayı hedeflemiştir.
  Yugoslavya tarihi; Birinci Dünya Savaşı sonrasında birinci dönem, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise ikinci dönem olarak belirlenebilir. Birinci dönem krallık dönemi, ikinci dönem ise sosyalist dönem olarak adlandırılmaktadır. Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan krallık,  I929 yılında Yugoslavya Krallığı adını alarak 1929 yılındaki Alman işgaline kadar devam etmiştir. İlk dönemde Sırpların ülke topraklarını daha fazla genişletme amacıyla girişimlerde bulunması yüzünden krallık yönetimi zor aşamalardan geçmiştir. Sırplar, Rusya desteği ile daha geniş bir hegemonya peşinde koşarken Hırvatlar, Almanya desteği ile bağımsızlık için uğraşmışlar, Slovenler ise Fransa desteği ile daha geniş bir otonomi arayışı içine girmişlerdir. Sırbistan ile Avusturya arasında yaşanan gerginliğin bütün bölgeye yayılması üzerine, Balkanlar’ın küçük devletleri daha da güçlenerek kendilerini savunabilmenin yollarını aramaya başlamışlardır. Hırvatlar Macarlaşma, Slovenler ise Cermenleşme tehdidi altında bulundukları için, güney Slavlarının birleşmesi projesine daha sıcak bakmışlardır. Krallık devletinin kurulmasından sonra her devlet daha fazla yetkiye sahip olabilecekleri federal bir düzen isterken Sırbistan, Sovyetler Birliği’nin desteği ile yeni oluşturulan Güney Slavları birliğinde Büyük Sırbistan olarak daha etkili bir konuma gelmiştir. Bu yüzden 1921 yılında kabul edilen yeni Anayasa ile Sırp merkeziyetçiliği Yugoslavya’nın esası olarak benimsenmiştir.  
  Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulmuş olan Yugoslavya, birliğin içinde yer alan federe devletlerin istekleri yüzünden sağlam bir temele oturmamıştı. Sırbistan nüfusunun en büyük topluluk olması dikkate alınarak benimsenmiş olan Sırbistan hegemonyası karşısında diğer devletler rahatsız olmuşlardı. Bu yüzden başlayan iç gerginlikler, İkinci Dünya Savaşı’na kadar devam edince 1941 yılında Yugoslavya, Mihver Devletlere teslim olarak savaşa dâhil oldu. Ardından Bosna topraklarını da içine alacak biçimde Almanya destekli bağımsız bir Hırvat devleti ilan edildi. Slovenya’nın kuzeyi ile Voyvoda bölgesi Almanya tarafından işgal edilirken İtalyanlar da Arnavutluk’a asker çıkararak İkinci Dünya Savaşı’nın Balkan Cephesinde yerini almıştır. Etnik ayrılıklar giderek öne çıkınca, Güney Slavları birbirine girmiş ve bu yüzden Balkanlar’ın tam ortasında oluşturulmuş olan Güney Slavları birliği görünümündeki Yugoslavya, İkinci Dünya Savaşı koşullarında dağılma aşamasına gelmiştir. Savaş koşulları içinde ülkenin sivil alanda savunmasını üstlenmek üzere yola çıkan Partizan hareketi, Yugoslav ordusunun komutanı Tito’nun öncülüğünde gelişerek zaman içerisinde ülkenin geleceğinde söz sahibi olmuştur. Partizan hareketi, Sovyetler Birliği Komünist Partisinin çizgisinde sosyalist bir politika geliştirerek Güney Slavları arasındaki etnik farklılıkları geride bırakabilmek doğrultusunda bütün Yugoslav halklarını eşit koşullarda kucaklayıcı bir yaklaşım geliştirmiştir. Ulus devletler çağının gereği olan üniter ve ulusal devleti oluşturma doğrultusunda Partizan hareketi Tito’nun öncülüğünde yeni bir kardeşlik dayanışması geliştirerek ülkenin dağılmasını önlemeye çalışmıştır. İkinci Dünya Savaşı sürecinde Sovyetler Birliği’nin faşist Almanya’yı yenmesinden yararlanan Partizan hareketi, sosyalist çizgisi ile İkinci Dünya Savaşı sonrasında Yugoslavya’nın ikinci kez kuruluşuna öncülük etmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüne yol açan Balkanlar’daki etnik kavgaya son vermek üzere yola çıkan Partizan hareketi, Ordu Komutanı Mareşal Tito’nun lider olarak öne geçmesiyle savaş sonrasında 1945 yılında Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşunu bütün dünyaya ilan etmiştir. Tito’nun savaş yıllarından gelen karizması ve güçlü kişiliği ile liderlik sorununun çözülmesi, çatışma ortamını kaldırarak yeniden Güney Slavlarının bir araya gelebilmesi açısından elverişli koşullar yaratmıştır. Ulusal Antifaşist Konseyi kuran Tito, Almanların işgaline karşı Partizan hareketinin desteğini arkasına alarak sosyalist devletin kuruluşuna giden yolda öne geçmiştir. Bununla birlikte altı federe devlet ve iki özerk bölgenin bir araya gelmesinden oluşan yeni sosyalist devletin içinde geçmişten gelen çekişmeler devam etmiştir. Ne yazık ki sosyalist ideoloji ya da uygulamalar sonraki aşamada iç savaşa kadar giden çatışma ortamını önleyememiştir.
  Hırvat Baharı adı altında Hırvatistan’ın bağımsızlık taleplerinin yeniden gündeme getirilmesi ile yeni kurulmuş olan sosyalist birlik devleti daha ilk yıllardan itibaren eskisi gibi çekişmelere sahne olmuş, yeni devletin çatısı altında bir türlü istikrarlı bir kamu düzeni gerçekleştirilememiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında gündeme gelen Soğuk Savaş’ın ilk yıllarında, Sovyetler Birliği’ne çok yakın bir yol izleyen Yugoslavya, daha sonraki yıllarda yeni bir Anayasa değişikliği ile devletin ismine sosyalist etiketinin de eklenmesini kabul ederek sosyalizmin eşitlikçiliği içinde etnik çatışmaların üstesinden gelebilmeyi denemiştir. Mareşal Tito’nun güçlü kişiliği ile özdeşleşen devlet yönetiminde, başkanın araya girmesiyle etnik çatışmalar ya da federe devletler arasındaki ihtilaflar önlenmeye çalışılmıştır. İki özerk bölge olan Kosova ve Voyvodina’da, diğer Cumhuriyetlere benzer çizgide geniş yetkiler verilmesiyle federasyon içinde yeni bir denge sistemi kurulmaya çalışılmış ama zamanla bu iyi niyetli girişim ters tepmiştir. Bu kez özerk bölgeler de diğer federe devletlere benzer bir biçimde ülke içi çatışmalarda gerginliği artıracak doğrultuda yer alarak Yugoslavya’nın çöküşüne giden yolda olumsuz tutumları ile etkili bir rol oynamışlardır.
  Sovyetler Birliği desteği ile kurulmuş olan Yugoslavya, önceleri sosyalist blok içerisinde yer almış ama içinde bulunduğu olumsuz koşullar nedeniyle sosyalistler ile birlikte hareket etme çizgisinden ayrılarak daha bağımsız bir politikaya yönelmiştir. 
Avrupa’nın sömürgeleri Amerikan yönlendirmesiyle yirminci yüzyılda bağımsızlıklarına kavuşunca, iki kutuplu dünyada ortaya bir de üçüncü dünya oluşumu çıkmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Endonezya’nın Bandung kentinde toplanan bir kongrede, yeni bağımsızlıklarına kavuşan Asya ve Afrika ülkelerinin katılımları ile üçüncü dünya oluşumu resmen bütün dünyaya açıklanmıştır. Balkanlar’da Doğu ve Batı blokları arasına sıkışmış olan Yugoslavya, yeni bir açılım yaparak savaş sonrası yıllarda bağlantısızlar hareketini başlatmıştır. Rusya’nın sosyalist sistemi kendi emperyalist çıkarları doğrultusunda kullanmasından çok rahatsız olan Tito, bütün dünyaya açılarak yeni bağımsız olan devletleri bir üçüncü dünya oluşumunun çatısı altında toplayarak Doğu ve Batı emperyalist sistemlerine karşı yeni bir dünya dengesi kurma arayışı içerisine girmiştir. Tito, sosyalizmin Sovyet emperyalizminin uydusu hâline gelmek olmadığını bütün dünyaya göstermeye çalışırken Avrupa’nın ortasında kendi kurmuş olduğu sosyalist sistemi Batı demokrasilerine yaklaştırma doğrultusunda özgürlükçü atılımlar yapmıştır. 1961 yılında Tito’nun önderliğinde toplanan Belgrad Kongresi, üçüncü dünyanın oluşumuna giden bağlantısızlar hareketinin ilk resmî adımı olmuştur. Atatürk’ün antiemperyalist çizgide mazlum ulusları bir araya getirme girişimini, Mareşal Tito devralarak yeni kurulan devletlerin emperyalizme karşı dayanışma içinde kendi çıkarlarını savunabilmesinin öncülüğünü yapmıştır.
  Tito, ülkedeki işsizliği ortadan kaldırmak için yeni Yugoslavya’da sanayi yatırımlarına yönelmiş ve bu doğrultuda patronların egemenliğinde bir sömürücü kapitalizm yerine çalışanların yönetiminde bir öz yönetim sistemini devlet öncülüğünde gündeme getirmiştir. Kapitalist ve sosyalist sistemler arasında bir üçüncü yol olarak öne çıkarılan öz yönetim sisteminde; işçiler çalıştıkları fabrikaların sahibi konumunda yönetime geçmeyi, hem çalışma koşullarını hem de üretim esaslarını böylece doğrudan kendileri belirleme şansını elde etmeyi amaçlamışlardır. Sovyetler Birliği’nin gerçekleştiremediği bir biçimde özgür çalışma ortamı yaratarak üretici birlikleri aracılığı ile ülke ekonomisinin yönlendirilmesi gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Bir anlamda pazar sosyalizmi adı verilebilecek öz yönetim sistemi sayesinde Yugoslavya, üçüncü dünya ülkelerine örnek olarak onların kapitalist ya da sosyalist emperyalizme alet olmalarını önlemek istemiştir. Tito’nun otoritesi ile sağlanan üretim düzenindeki istikrar, Tito’nun ölümünden sonra bozulma aşamasına gelmiş ve Batı emperyalizminin Yugoslavya’ya girişiyle birlikte de öz yönetim ekonomisi tekelci şirketler aracılığı ile bitirilmiştir. Daha sonra İMF reçeteleri ile sosyalist öz yönetim uygulamasına son verilmiştir.
  Dış politikada uygulanan üçüncü dünyacılık ile iç politikada uygulanan öz yönetim sistemlerinin istenen çizgide başarılı olamaması, Yugoslavya deneyiminin zaman içerisinde başarısızlığa uğramasına yol açmıştır. Kapitalist sistemin dışında kalan ve Sovyet sisteminin de zamanla dışına çıkan Yugoslavya, her iki emperyalist sisteme karşı yeni dünya devletlerini yanına alırken kendi iç bütünlüğünü sağlayamamıştır. Kapitalist ekonominin Avrupa’nın ortasında kendisini çevrelemesini de önleyemediği için öz yönetim sistemine dayalı bağımsız bir ekonomik yapılanma yaratamamıştır. Doğu ve Batı bloklarının dışında üçüncü bir yol izleyerek Asya-Afrika ülkelerini her türlü emperyalizme karşı bir araya getirerek bir uluslararası alternatif dayanışma düzeni kurma düşüncesinin giderek başarısızlığa uğramasıyla birlikte, Yugoslavya’nın uluslararası alandaki ağırlığı gerilemeye başlamıştır. Yugoslav federe devletlerinin merkezî devletten farklı dış ilişkilere girmeleri yüzünden Yugoslavya, küreselleşme aşamasına gelindiği noktada kendiliğinden dağılmıştır. Tito’nun ölümünden sonra kalıcı bir devlet düzeninin kurulamaması nedeniyle federe devletler kendi başlarına hareket etmeye başlamışlar, Sırbistan-Rusya, Hırvatistan-Almanya ve Slovenya-Fransa ilişkileri yüzünden Güney Slavları birliği konumundaki Yugoslavya dağılmaktan kurtulamamıştır. Bu çerçevede, Yugoslavya’nın çöküş nedenleri şu şekilde özetlenebilmektedir:
1-  Yugoslavya, sosyalist ülkeler arasında gelir dağılımı açısından en dengesiz ülke konumundan kurtulmadığı için istikrarlı bir bütünleşme yaratamamış ve bu yüzden de dağılmaktan kurtulamamıştır. Slovenya, Bosna’dan yedi kat daha zengin bir ekonomiye sahip olunca sosyalist sistem bozulmuştur. Fransa ve İtalya Slovenleri destekleyince Yugoslavya kendi iç ekonomisinde eşitlikçi bir denge sağlayamamıştır.
2-  Öz yönetim sistemi çok fazla idealize edilmesine rağmen uygulamada istenen başarılı sonuçları vermemiştir. Dış baskılar ile başlatılan özelleştirme girişimleri yüzünden öz yönetim ile çalıştırılan fabrikalar Batılı şirketler tarafından iflas etme aşamasına getirilmişlerdir.
3-  Hırvatistan, Slovenya ve Bosna’da yapılan seçimler sonucunda sosyalistlerin kaybetmesi ve sağcı partilerin iktidara gelerek merkezî devletin sosyalist uygulamalarını engellemeye başlaması üzerine kamu düzenindeki istikrar bozulmuştur. Alman desteği ile Hırvatistan ve Fransa desteği ile Slovenya’nın birlikten ayrılması üzerine Yugoslavya dağılmıştır.
4-  Sırbistan’ın ezici baskıları yüzünden Kosova sorunu sürekli olarak tırmanmış ve ülkenin iç barışını tehdit ederek dağılma ortamını güçlendirmiştir. Kosova’nın uluslararası mafya örgütlerinin merkezi konumuna gelmesi de devlete büyük zararlar vermiştir.
5-  Küresel emperyalizmin çekirdek örgütü George Soros’un başkanlığındaki Açık Toplum Enstitüsü, Batı kapitalizminin fonlarından büyük miktarlarda parayı Yugoslavya’ya aktararak rejime karşı çalışan muhalefet örgütlerine büyük maddi destekler sağlamıştır. Böylece güçlenen muhalefet örgütleri rejimin hızla çökertilmesinde fazlasıyla etkili olmuştur.
6-  Dünya siyasal literatürüne geçmiş olan Balkanizasyon kavramı, Yugoslavya’da ortaya çıkmış bir deyimdir. Küçük devletlerin kendilerini büyütmek üzere sarıldıkları mikromilliyetçilik akımları, Yugoslavya’nın kendiliğinden dağılması sürecinde çok etkili katkılar sağlamıştır. Ulus devletler çağının bir örneği olan Yugoslavya, alt kimliklerin üzerinde bir üst kimlik olarak ulusallaşmayı gerçekleştiremediği için parçalanmaktan kurtulamamıştır.
7-  Avrupa ülkelerinin televizyonları, sınır ötesi yayın antlaşması ile serbest bırakılınca Yugoslav eyaletlerinde de izlenmeye başlanmıştır. Batı televizyonları kısa zamanda bu sosyalist ülke halkının çoğunluğunda bir Batılı olma özentisi yaratmış, ülke sınırları içinde yaşayan bütün Yugoslavlar ne devletlerine ne de rejimlerine sahip çıkmışlardır. Amerikan dizileri halkta Amerikan tipi bir yaşam özentisi yaratarak yozlaşmaya yol açmıştır.
8-  Avrupa Birliği Projesi, Yugoslavya Cumhuriyetlerini çok yakından etkilemiş ve federe devletler, Yugoslavya gibi yoksul bir federasyona üye olarak kalmaktansa Avrupa Birliği gibi daha güçlü ve zengin bir kıtasal oluşum içerisinde yer alarak Avrupa Birliği eyaleti olmaya yönelmişlerdir.
9-  Büyük Arnavutluk Projesi, ülke sınırları içerisinde yaşayan Arnavutları bağımsız Arnavut devleti ile birleşmeye yöneltmiştir. Bu doğrultuda Arnavutlar da Yugoslav birliğinden uzaklaşarak Arnavutluk ve Kosova ile birleşmenin yollarını aramışlardır.
10-  Büyük Makedonya Projesi de ABD’nin desteği ile devreye girdiği için, bu ülkeye Amerika’dan önemli miktarda para ve yatırım gelmiştir. Bu nedenle Makedonya’da daha büyük bir ülke olmaya soyunduğu aşamada Yugoslav birliğinin bozulmasında önemli bir rol oynamıştır.
11-  Sovyetler Birliği’nin dağılması üzerine Yugoslavya büyük bir destekten yoksun kalarak sarsıntı geçirmiş ve sosyalist sistemin ortadan kalkması üzerine, Batılı devletlerin emperyal saldırı ve girişimlerine karşı Balkanlar’da kendisini koruyamamıştır.
12-  Din ve mezhep kavgası Yugoslavya’nın dağılmasında çok önemli rol oynamıştır. Bosna’nın Müslüman olması, diğer federe devletlerin Hristiyan yapıları ile her zaman için terslik yaratmış ve bu durumun sonucunda da Sırplar Bosna’da büyük bir katliam yapmışlardır. 
Küreselleşme aşamasında Sovyetler Birliği ile birlikte dağılmak zorunda kalan Yugoslavya Federasyonu’nun geçirdiği aşamalar, bugünün ulus devletleri açısından önemli dersler vermektedir. Önce mikromilliyetçilik, daha sonra da makrodevletçilik sloganı ile gündeme gelen küresel emperyalizm, iki büyük federasyonu dağıttıktan sonra ulus devletleri zorlamaya başlamıştır. Üçüncü aşamada Türkiye Cumhuriyeti’nin de dağıtılması gündeme getirilmiş ve bu doğrultuda dışarıdan desteklenen bir etnik terör örgütü, ülkenin birliği ve bütünlüğüne karşı kullanılarak sonuç alınmaya çalışılmıştır. Yugoslav Cumhuriyetleri teker teker sosyalist birlikten ayrılarak Avrupa Birliği’ne girdiklerinde blok değiştirerek Batı kapitalizminin yeni uygulama alanı ya da sömürgesi konumuna gelmişlerdir. Hristiyan eyaletler, Avrupa Birliği’ne hemen kabul edilirken Bosna ve Kosova gibi Müslüman eyaletlere Avrupa Birliği’ne girme hakkı tanınmayarak uluslararası alanda yeni bir çifte standart örneği, çağ dışı bir biçimde utanmadan Avrupa’nın ortasında uygulanmıştır. Balkanlar’da Bizans döneminde ortaya çıkan küçük eyaletler, Osmanlı ve Avusturya İmparatorlukları dönemlerinde varlıklarını sürdükleri gibi, Yugoslavya deneyi sonrasında da Avrupa imparatorluğunun eyaletleri olarak varlıklarını devam ettirmeye çalışmaktadır.
Türkiye, yedi yüzyıl birlikte yaşadığı Balkan eyaletlerine geçmişten gelen bağları yüzünden ilgisiz kalamamaktadır. Türkiye sınırları içerisinde çok büyük oranda Balkan göçmenlerinin yaşadığı da dikkate alınırsa, Türkiye ve Balkanlar eskiden olduğu gibi bugün de yakın komşuluk ilişkilerini sürdürmektedir. Sovyet ve Yugoslav federasyonlarının parçalanmasından sonra “Anadolu’yu Bosna’ya çevireceğiz.” diye Türkiye’yi karıştırmaya kalkışan emperyalist güçler ve onların yerli iş birlikçileri, Türkiye ve Yugoslavya’nın koşulları ve jeopolitik konumunun birbirinden çok farklı olduğunu görememişler ve aradan çeyrek yüzyıl geçmesine rağmen Anadolu’yu Bosna’ya çevirememişlerdir. Aradan tam bir asır geçmesine rağmen hâlâ Osmanlı İmparatorluğu Dönemi’nden kalan kültürü taşımakta olan Balkanlar ve eski Yugoslavya eyaletleri, Türkiye’ye yakın olabilirler ama Türkiye’nin geleceği için örnek olamazlar. Bu yüzden Türkiye Cumhuriyeti’nin hiçbir zaman Yugoslavya gibi etnik kavgalar ya da bölgesel sorunlar yüzünden dağılmayacağını da görmek zorundadırlar. Her türlü olumsuz koşula rağmen, Anadolu hiçbir zaman Bosna’ya çevrilemeyecek ve Türkiye hiçbir zaman Yugoslavya gibi dağılmayacaktır.
  Sovyetler Birliği ve Yugoslavya dağıldıktan sonra Türkiye ve Avrupa Birliği ilişkileri gelişirken o dönemin Almanya Dışişleri Bakanı Hans Dietrich Genscher, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üye olarak girebilmesi için ikinci bir Yugoslavya modelinin geliştirilmesi gerektiğini açıkça ifade etmiştir. Avrupa kıtasının önde gelen devletleri; Avrupa standartlarına göre çok büyük bir devlet olması, nüfusunun büyük çoğunluğunun Müslüman olması, dünya dengelerinde Avrasya bölgesinin öne geçmesi gibi faktörler dikkate alındığında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni içine alarak kıtasal oluşum dengelerini bozmak yerine haritada bulunduğu bölgede Avrupa emperyalizminin hesapları ve çıkarları doğrultusunda kullanmanın kendi açılarından daha uygun olacağını her zaman için düşünmüşlerdir. Türkiye’yi farklı konumu ve özellikleri nedeniyle içine almaktan çekinen Avrupa emperyalizmi, buna karşılık Avrasya’da alternatif bir oluşuma sürüklenmemesi için hiçbir zaman kendi başına bırakmamıştır. Türkiye’yi Asya kıtası ve İslam coğrafyası ile aradaki köprü konumunda kullanmanın yollarını aramıştır. Tam üyelik için bastırdığı zamanlarda da Türkiye’deki etnik ve dinsel azınlıkları yeni eyaletler oluşumu ile -ikinci bir Yugoslavya örneğinde olduğu gibi- dağıtabilmenin arayışı içinde olmuşlardır.  Eski Almanya Dışişleri Bakanı, artık bu gerçeği saklamadan açıkça söylemeyi tercih etmiştir.  Ama federal yapısı yüzünden kolay parçalanabilen Yugoslavya örneğinin; merkezî, üniter ve ulusal devlet yapısı nedeniyle Türkiye açısından geçerli olamayacağını Avrupalı olmasına rağmen görememiştir.
  Soğuk Savaş’ın bitmesi üzerine kuzey yarım kürede üç federasyon dağılırken Yugoslavya, bu şanssız ülkelerin içinde yer almıştır. Federasyonları küreselleşmenin başlangıç döneminde kolayca dağıtmasını iyi beceren Batı emperyalizmi, daha sonraki aşamada var olan devletleri dağıtma konusunda yeterli inisiyatif ortaya koyarak istediği sonucu alamayınca, terör ve ekonomik baskı yöntemlerini kullanmaktan çekinmemiştir. Daha sonraki aşamada ulus devletler parçalanmamak için direnmeye başlayınca da terörün dozu artırılarak resmen saldırı ve işgal girişimleri gündeme getirilerek sonuç alınmaya çalışılmıştır. Bütün bu çabalara rağmen, Türk devleti ulusal reflekslerini iyi kullanarak çeyrek asırlık zaman dilimi içerisinde ayakta kalarak parçalanmadan bugünlere kadar gelebilmiştir. Yılların zorlamaları ve de bu doğrultuda ortaya çıkan siyasal gelişmeler, Türkiye ile Yugoslavya’nın birbirinden çok ayrı yapıda devletler olduğunu ve her iki devletin yaşadığı siyasal olayların birbirleri açısından emsal oluşturmayacağını açıkça ortaya koymuştur. Mareşal Tito’nun güzel ülkesi Yugoslavya’yı dağıtarak paramparça eden küresel emperyalizmin saldırıları, daha sonraki aşamada Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik olarak da devam ettirilmiş ama çeyrek asırlık bir zorlamaya rağmen Türkiye Yugoslavya gibi dağılmamış, her türlü olumsuz koşul ve zorlamalara rağmen varlığını sürdürerek bugünlere kadar gelebilmiştir. Bu açıdan Balkanlar’ı altüst eden küresel saldırı ve işgallerin, Anadolu Yarımadası’ndan geri dönmek zorunda kaldığı görülmektedir.
  Günümüzde gelinen aşamada, artık küresel emperyalizmin yeniden ele alınarak değerlendirilmesinin zamanı gelmiştir. Yugoslavya Federasyonu döneminde daha özerk bir statüde ulusal çıkarlarını gerçekleştirebilen küçük Balkan devletlerinin, yeni dönemde Avrupa Birliği’ne üye olarak bu kıtasal birliğin eyaletleri konumuna geçmeleriyle daha iyi bir konuma geldikleri söylenememektedir. Sosyalist sistemin çöküşü sonrasında Batı’nın önde gelen tekelci şirketleri eski sosyalist ülkelere hızla girerek bunların ekonomik zenginliklerine el koymuşlar ve bu küçük ülkeler, hızla Batı emperyalizminin yeni sömürgeleri konumuna düşmekten kurtulamamışlardır. Hiçbir zaman Batı Avrupa’nın zengin ve gelişmiş ülkeleri ile eşit düzeyde olma şansına sahip olamayan Doğu Avrupa ve Balkan ülkeleri, yeni dönemde Türkiye’nin destekleri ile mücadelelerini sürdürecektir.