TERÖR: NE ADINA?

05 Şubat 2016 14:23
Okunma
3308
  TERÖR: NE ADINA?



Ş. Adnan ŞENEL


Paris’in göbeğinde, aynı anda farklı yerlerde meydana gelen terör eylemleri, Batı âlemini şoka uğrattı. Patlayan canlı bombalar, otomatik silahlarla taranan kahveler, konser salonları ve yüz elliye yakın can kaybı… Daha önceki küçük çaplı ve zayiatlı eylemlerin aksine, çapı da zayiatı da büyük olan bu son eylemle birlikte Avrupa’yı baştanbaşa terör korkusu sardı.
Terör korkusu ve panik, en ölümcül kimyasal ya da biyolojik virüsten daha hızlı yayılan ve psikolojik açıdan da müthiş olumsuz sendromlar oluşturan bir virüs gibidir ve son birkaç ay içinde Avrupalılar işte bu epideminin çemberi içine girdiler. Tıpkı 11 Eylül saldırıları esnasında terörün, hem de en acımasız şekilde, burunlarının ucuna kadar gelebilmesinin şaşkınlığı ve tedirginliğini iliklerine kadar hisseden Amerikalılar gibi, Avrupalılar da Paris gibi kıtanın gözbebeği bir merkezinde gerçekleştirilen eylemler sonrasında, can güvenliklerinin pamuk ipliğine bağlı olduğu gerçeğiyle karşı karşıya geldiler.
Böylece (Paris’teki) terör de -yapanların da amaçlarına uygun olarak- istediğini elde etmiş oldu. İster tek bir tabanca mermisiyle olsun ister canlı bombalarla olsun; eğer terörizmin başlıca amacı toplumda korku, panik, endişe ve çaresizlik duygusu yaratmak ise -aynen ABD’de, Türkiye’de, Fransa’da veya dünyanın herhangi bir yerinde olduğu gibi- teröristler bu kez de hayal kırıklığına uğramadılar. Yöntem ve sonuç değişmedi: Masum insanları katlettiler ve diğer masum insanları korkuttular.
Bu bulaşıcı korkuyu oluşturan aktör, İŞİD’di; korkanlar ise Avrupalılar… Sadece Fransızlar değildi dehşete düşenler; Paris’teki eylemi gerçekleştirenlerin tabiyetleri, yani çeşitli Avrupa ülkelerinin vatandaşlıklarını taşıyor olmaları, benzer eylemlerin her an başka bir Avrupa ülkesinde de tekrarlanabileceği korkusunu kıtanın tamamına taşıdı. Başka bir ifadeyle “uluslararası terörizm”, coğrafi alanının boyutlarını daha da genişletti.
Nobel ödüllü fizikçi Andrei Sakharov, Sovyet yetkililerce sürgüne gönderilirken şöyle diyordu: “Beni endişelendiren sorunların arasında, uluslararası terörizmin gün geçtikçe çılgınlığını artırması da vardır. Teröristler; amaçlarının ne denli yüksek ve soylu olduğunu öne sürerlerse sürsünler, (Böyle yargılamaları da yoktur.) eylemleri her zaman öldürücü, yıkıcı, insanlığı yasasız bir karmakarışıklığın içine geri atıp (belki yabancı hükümetlerin gizli servislerinin de yardımıyla) içte ve dışarıda uluslararası karışıklıkları kışkırtarak barış ve ilerlemenin amaçlarına ters düşüyorlar.” (Claire Sterling, Terör Ağı, 1981).
Sakharov, bu sözleri 1980’de sarf etmiş. Aradan onca zaman geçmesine mukabil, kelimesi kelimesine bu tespitlerin bugün de geçerliliğini koruyor olması, terör denilen virüse karşı hâlâ tesirli bir aşının bulunamadığı anlamını taşıyor. Peki ama bırakın böyle bir aşının bulunmasını, o terör denilen virüsün palazlanması ve yayılması yönünde ellerinden geleni yapan birtakım güçlere (ve devletlere) ne demeli? Daha da daraltalım: Yıllarca, ülkemizde kan döken terör örgütünün sırtını sıvazlayan ve maddi manevi desteğini esirgemeyen Fransa’nın (ve diğerlerinin) bugün bumerang gibi kendisine dönüp gelen terör belasından şikâyetçi olması ne kadar ahlaki?
Teröristin belki kendince bir dini, imanı, ideolojisi, felsefesi, dünya görüşü, ideali, amacı vardır ya da en azından teröre başvuranlar böyle bir iddianın ya da bahanenin arkasına sığınabilirler ama teröre maruz kalanlar için böyle bir şey yoktur. Kalabalıklarda patlatılan bir bomba, canını alacağı kişilerin hangi dine, ırka, ideolojiye ait olduğunu sorgulamaz. Çünkü mesele “kim”in öldüğü değil, illaki “birileri”nin ölmesidir. Ki böylece herkese şu mesaj verilmiş olur: “Kim olursanız olun, hiçbir yerde güvende değilsiniz!”
***
Gelelim meselenin, son olaylardaki terörist aktörlerin kimler olduğuyla ilgili boyutuna. Eylemi anında üstlenen İŞİD’in ideolojik ve dinî kimliği malûm; İslam adına, Müslümanlık adına, din adına vs. adına hareket ettiğini iddia eden ve -her terör örgütünün yaptığı gibi- kendini ve amaçlarını terörist faaliyetlerle ortaya koyan bir örgüt. Tıpkı FKÖ, Taliban, Hizbullah, el Kaide vb. gibi ideolojik eksenine “İslam”ı koyan ve dolayısıyla gerçekleştirdiği eylemleri “Allah adına!” diyerek -sempatizanları çerçevesinde- meşrulaştıran bir örgüt.
Bu da Müslüman olmayan, bilhassa da Batılı topluluklar için, terörü yapanlardan ziyade terörün ne adına yapıldığını öne çıkarma açısından bir nevi “fırsat” olarak görülüyor. Algı operasyonu için ne muazzam bir fırsat üstelik… Böylece ortaya “İslami terör” algısı ve manipülasyonu çıkıyor. İslam’ı hiçbir şekilde temsil etme yetkisi, kapasitesi, potansiyeli ve hakkı olmayan bir terör örgütü; masum insanları da hedef alan eylemler yapıyor ama fırsat bu fırsat, fatura İslam’a kesiliveriyor. “İslamofobi” diye ucube bir kavram ve tanımlama, işte bu fırsatçılığın ürünü olarak dünya kamuoyuna bir güzel servis ediliyor.
Batı’nın, Hristiyan dünyasının terör konusundaki ikiyüzlü ve Makyavelist tavrı herkesçe biliniyor ve bu ayrı bir yazının konusu. Mesele, “İslam adına” ya da “din adına” yüzlerce insanın hayatına mal olan bu tür eylemleri yapanların bizzat kendilerinin ne kadar “Müslüman” olduğu ve yaptıklarının ne derece İslamiyet’le bağdaştığı, örtüştüğüdür.
Bir yanda Mekke Seferi’ne çıktığında, yoldaki köpek yavruları ezilmesin, rahatsız olmasın diye yolunu değiştiren bir Peygamberin insanlığa tebliğ ettiği bir din; öte yanda bu din adına gözünü kırpmadan -dini, dili, ırkı, inancı, milliyeti ne olursa olsun- masum insanları katleden teröristler… Mesele işte budur: Müslümanlık bu mudur? İslâm inancı bu mudur?
Peygamberimizi anlatan bir kitaptan alıntıladığım şu paragraf; sanırım, zaten bildiğimiz bir hakikati tekrar hazırlamamız açısından güzel bir vesile olacaktır:
Allah Resul’ünün bazı arkadaşları da Ebu Süfyan’ı öldürmeleri için Mekke'ye suikastçılar göndermişlerdi. Allah Resulü de suikastçıları gönderenlere haber yollayarak onları hemen geri çağırmalarını istemişti. Bu arkadaşlarını ve suikasta gidenleri hayli azarladı. Suikast ona ve Müslümanlara yakışan bir yol değildi. Ebu Süfyan'ı bir gün elbette yene­cekler ve gerekirse yüz yüze çarpışarak öldüreceklerdi! Suikast, tebliğ ettiği dinin onaylayacağı bir yol olamaz­dı. Bu eylem de İslam'ın lanetlediği ve Müslümanlardan la­netlemelerini istediği çirkin işlerdendi. İnsanlar değil ancak alçak hayvanlar ve yılan sürüleri rakiplerini arkadan vurabi­lirlerdi!” (Abdurrahman Şarkavi, Özgürlük Peygamberi Hz. Muhammed, 2004).
Başka söze gerek var mı?