Okunma
5171
Hakkı Suat YILMAZER
1 Aralık 1991 tarihinden itibaren Kazakistan’ın cumhurbaşkanı olan Nursultan Nazarbayev, ülkesinin devlet kimliğini Türk kültürü ile tanımlamıştır. Nazarbayev; Türk kültürünün büyüklüğünü, Türklerin dünya tarihindeki önemli yerini her fırsatta dile getirmiş ve bu yöndeki çalışmalara imza atmıştır.
Türk Konseyi, Türk Cumhuriyetleri Parlamenter Asamblesi (TÜRKPA) ve Türk Akademisi gibi Türk dünyasının bütünleşmesine yönelik bu projelerde inisiyatif kullanmıştır.
Nazarbayev ve Kazakistan’la ilgili iki kitaptan alıntılar yaparak konumuzu işleyeceğim. Söz konusu kitaplardan biri, bizzat Nazarbayev tarafından yazılan “Tarihin Akışında” isimli, diğeriyse “Nursultan Nazarbayev – Özgürlük ve Demokrasi Yolunda” isimli eserleridir.
Nazarbayev, Tarihin Akışında isimli kitabında, “Köktürklerde –kök- kelimesinin gökyüzü mavisi renginin geleneğe uygun olarak doğal bir şekilde Kazakistan bayrağının rengine dönüştüğünü” yazmıştır.[1]
Köktürk Kağanlığının dünya tarihindeki yerini ifade edebilmek için de Lev Gumilyov’dan alıntı yapmıştır:
“ Kağanlığın sınırları batıda Bizans’la, güneyde Fars’la ve Hindistan’la, doğuda Çin’le kesiştiği için doğal olarak bu devletlerin kaderi Türklere bağlı hâle geldi. Kağanlığın kurulması bir şekilde insanlık tarihinin dönüm noktası oldu. Çünkü o zamana kadar Akdeniz havzasındaki medeniyetle Uzak Doğu’daki medeniyet birbirinden ayrı yaşıyordu.”[2]
Nazarbayev’in Türk dünyası hakkında görüşlerini kitabından yaptığım bu alıntılarla ifade ettikten sonra, Özgürlük ve Demokrasi Yolunda isimli kitaptan da önemli gördüğüm birkaç yeri aktarmak istiyorum.
“1929 yılında Şamalgan köylüleri ‘kolektifleştirme’ denilen, anlamını bilmedikleri bu deyimi o yıl ilk kez duymuşlardı.” demiştir, Nazarbayev. Bu durumun, feodalizmden komünizme geçiş olduğunu ifade etmiştir. Ellerinden çiftlikleri, mal ve mülkleri alınan köylülerin, Kazakistan’ın çeşitli yörelerine sürüldüğünü anlatmıştır. Başka yerlerden sürülüp gelen “kulaklar”ın yani toprakları alınmış zengin köylülerin, Şamalgan köyünü âdeta istila ettiğini vurgulamıştır. Fakat bu kulakların toprak ve çiftlik işlerinde çalışmalarına izin verilmemiş, kazma kürek verilerek dağlarda yol açmaları uygun görülmüştür. Açtıkları bu yola da “Mahkûmlar Yolu” denmiştir. Kazak bozkırının korkunç yıllarının bu şekilde başladığını aktaran Nazarbayev, bir hususa daha dikkati çekmiştir:
“V. İ. Lenin bile Komünist Partinin VII. Kongresinde yaptığı konuşmada, Rusya ortalarındaki olaylara dikkati çekerek Doğu halkları için sınıf kavgasının hiçbir olumlu sonuç getirmeyeceğini, getirmediğini açıklamış ve şöyle demişti:
“Şimdi biz bu halklara, ‘Sizleri sömürenleri kulaklarından tutup atacağız.’ diyebilir miyiz? Bunu yapamayız. Önce yerleşik düzene uyum sağlamalarını, gelişmelerini ve ilerlemelerini beklemek gerek…(Lenin, V. İ., Bütün Eserleri, C.38, s.175.)”[3]
Nursultan Nazarbayev, daha sonra şunları eklemiştir:
“Aşırı devrimciler beklemediler. Bir örnek verelim: 1925-1933 yılları arasında ülke idaresinin komite başkanlığını yapan F. İ. Goloşek’in sık sık tekrarladığı ve çok sevdiği bir sözü vardı. ‘Aşırılığa gidilmesin ama kimsenin elinde çift tırnaklı (koyun, keçi, sığır) hayvan kalmasın!’ derdi. Nefret kusan ve Kazakları duyulmamış, görülmemiş üzüntüler içinde bırakıp canevinden vuran bir sözü de şu idi: ‘Kazak köylerini, Ekim Devrimi’yle süpürüp savuracağız!’. O yönetici işte bu sözlerinin uygulayıcısı da oldu.”[4]
“Kaba, zorba idarecilerin kendi çıkarları için sınıf kavgasını kışkırtıp kolektifleştirmeyi aşırı ve hızlı olarak gerçekleştirmeleri, durumu daha da ağırlaştırdı.”[5]
Bağımsızlığı olmayan Rus egemenliği ve komünist rejim ile eritilen Kazakistan’daki dil asimilasyon politikasını da şöyle izah etmiştir:
“Ekim Devrimi’nden sonra ise Kazakistan tarihini unutturmakla, tarihimizi silmekle başlamaları bizim için çok kötü olmuştur. Gerçi devrime kadar okuryazarlarımız çok azdı. Ama yine de okumuşlarımız, aydınlarımız vardı. Kazakistan’ın, yüzyılları kapsayan bir tarihi, edebiyatı, kültürü vardı. 30’lu yıllarda, Arapça olan alfabemiz önce Latin harflerine çevrildi, sonra Kiril alfabesine. Bunu nasıl izah edeceksiniz? Bu değişiklik sözde iyi niyetle yapılmıştı. Sanki iyi niyet, her şeyi, bütün geçmişimizi silip unutturmaktı! Sanki iyi niyet, millî farklılığı, millî olanı yok etmekti! Geçmişi unutturarak insanlarımızın beyinlerini yıkayarak onları birer mankurt hâline getirmişlerdi.”[6]
Burada Nazarbayev çok önemli bir noktaya parmak basmıştır. Dil olmadan millet, millet olmadan devlet olmaz. Bir millete en büyük zarar, dilinden verilir. Tarihin birçok sayfasında; baskı altında, bağımsızlıktan uzak birçok millet dikkatimizi çeker. Bunda en büyük pay; dilin bozulmasına aittir. Dilin bozulmasıysa kültürün ve kimliğin bozulmasını beraberinde getirir. Nazarbayev de bu noktaya değinmiş, savaş sonu yılları için örnekler vererek anlatmaya şöyle devam etmiştir:
“Altı yaşıma kadar Rusça tek kelime öğrenmemiş olan ben bile Rusça öğrenmeye başlamıştım. Aksi hâlde aralarında nasıl yaşardım? Balkarlarla, Türklerle ise çok iyi anlaşıyordum. Çeçenleri de anlıyordum. Hatta Alman çocukları ile de konuşmaya başlamıştım. Ama bir yıl sonra Rusçayı oldukça iyi konuşmaya başladım. Bugün Cumhuriyetlerde bu dil zenginliği kayboldu ve şuna da şaşırıyorum: Öz dilimizi niçin küçümsedik? O pek zengin dil hazinemizi niçin ihmal ettik? Gerçek şu: Dil hazinemiz elimizde iken değerini bilemedik, şimdi de o hazineyi yitirdiğimiz için üzülüyoruz.”[7]
Nazarbayev; dil konusun önemini açıklarken de Kazak halkının, kültürlerine sahip çıkmaya ve ellerinden geldikçe gelecek nesillere en az hasarla aktarmaya çalıştıklarının da üzerinde durmuştur:
“ Kazaklarda, en az yedi göbek atasını, kökünü bilmemek çok utanç verici bir şeydir. Bugün de şehirde, apartmanlarda oturan ve torunlarına dedesinin, dedesinin dedelerinin kimler olduğunu, hangi soydan, hangi oymaktan geldiklerini tatlı tatlı anlatan ak saçlı nineler az değildir. Zaten bizi geçmişe bağlayan bu ve buna benzer bağlar olmasaydı, içinde bulunduğumuz yüzyılda uygulanan asimilasyon politikasında eriyip giderdik.”[8]
Nazarbayev, Türk dünyasının kabul ettiği mühim liderlerdendir. Milletinin yüzyıllardır yaşadıkları olumsuzlukları, kültürlerini kaybetmeme uğruna verdikleri mücadeleyi, kendileri için değil başkaları için yaşamanın verdiği ve artık tahammül sınırlarını zorlayan acı dönemlerini; tarihin akışında okumuş, görmüş ve tespit etmiştir. Tespit ettikleri birçok noktayı da başarılı bir şekilde milletinin lehine çevirmiştir. Hâlen de milletinin gücüne güç katacak çalışmalara imzasını atmaktadır.
Nazarbayev, Kazakistan’ın yer altı ve yer üstü zenginliklerinin sömürülmesini ve ezilmesini de şöyle anlatmıştır:
“Bütün Sovyetler Birliği’nde üretilen bakırın üçte biri, çinkonun %70’i, kurşunun %60’tan fazlası, titan ve fosforun %90’ı Kazakistan’da çıkarılıyordu. Aktepe bölgesinde üretilen krom ise, bütün Sovyetlerde üretilen kromun %90’ını oluşturuyordu. Kazakistan aynı zamanda tarım bakımından da çok zengindir. Ekilen arazi 40 milyon hektar. Bu alanın 25 milyon hektarına yalnız buğday ekilir. Ayrıca 10 milyon büyükbaş hayvan, 40 milyondan fazla da koyun, keçi gibi küçükbaş hayvan vardır.
Bu kısa bilgi, Kazakistan’ın Sovyetler Birliği ekonomisindeki yerini ve önemini belirtmeye yeter sanırım. Ama bu duruma rağmen o yıllarda Kazakistan halkının tüketim ihtiyaçlarının %60’ı öbür Cumhuriyetlerden ithal yoluyla temin ediliyordu.”[9]
“Yeterince, hatta fazlasıyla etimiz var, ama et endüstrimiz yok. Sütümüz çok ama süt endüstrimiz yok. Ham deri de çok ama deri işleme tesislerimiz yok. Bütün bunların %12 veya %15’ini işlenmiş olarak ihraç ediyorduk. Gerisini ham madde, yarı mamul eşya olarak veriyorduk veya elimizde kalıyordu. Ham maddemiz çok ama bunları işleme imkânımız yok! Devlet hep ağır sanayi için yatırım yapıyordu. Oysa zengin kaynaklarımızı değerlendirmek, ham maddeleri işlemek için küçük ve orta sermayeli işletmeler de gerekiyordu. Ama biz böyle bir şey yapmak için Merkezin (Moskova) iznini almalıydık ve onun izni olmadan bir ruble bile harcayamazdık. Merkez ise tüketim malları üretimini gerçekleştirmek için harcama yetkisi ve işletme kurma izni vermiyordu. Bu yüzden, ileri gelen fabrika müdürleriyle yaptığımız bütün görüşmeler sonuçsuz kalıyordu. Merkezi razı etmek için dosyalar dolusu yazı yazarak diller dökerek binbir güçlükle bir şey yapabildiğimiz zaman, bunu bir mucize sayıyorduk. Bütün güçlüklere rağmen, işte bu zorlama yöntemiyle Semipalatinsk’teki bir deri fabrikasının makinelerini yenileyerek onu yılda 30 bin gocuk imal edebilen bir kapasiteye ulaştırdık.”[10]
Nazarbayev kitap içeriğinde ülke siyaseti hakkında yöneltilen soruyu, kendine has üslubuyla şöyle cevaplamıştır:
“- Soru: Sayın Nursultan Abişoğlu, az önce eski düzende çalışma şartlarının değiştiğini değil, insanlarımızın bir ideal boşluğuna, amaçsızlığına düştüklerini, ileriye yönelik umutlarını yitirdiklerini de söylediniz. Bu konuda iki görüş var: Bir görüşe göre sosyalizmi çökerten yönetimdir, bürokrasidir. Bir başka görüş ise sosyalizmin temelinden çürük bir sistem olduğunu ve pek ahlaki olmadığını söylüyor. Bu konuda sizin görüşünüz nedir?
- Cevap: Şöyle söyleyeyim: Babalarımız ve bizim çağın insanları yaşadığımız sosyalizmden başka bir sosyalizm bilmiyor, tanımıyorduk. Biz bu ideolojiyi daha ilkokul sıralarında öğrendik. İnsancıl ve tek doğru yolun o olduğuna inandırıldık. Bu rejime bir başka açıdan bakma imkânımız da yoktu. Şimdi bize bu imkân verilmiştir. Biz de sakin bir şekilde, gerçekçi olarak geçmişimizi anlamaya çalışmalıyız; gelişen ülkelerle kendi durumumuzu karşılaştırmalıyız. Sosyalizmin, temelinde ‘insana hizmet sunan bir ideoloji’ olduğu düşüncesi bizde daima farklı anlaşılmıştır. Uluslararası komünizm hareketleri tarihini hatırlayalım ve daha sonra onun parçalanmasına bir bakalım. Biliyoruz ki birçok gelişmiş kapitalist ülkede, sosyalistler daha önce de vardı, bugün de vardı. İktidara da gelmişlerdi. Ama onlar, serbest pazar ekonomisini uygulamaya devam etmişlerdir. Oysa bizim bilim adamlarımızın görüşüne göre onların bu tarzı klasik sosyalizme tamamen aykırıdır. Ama Devrim(Büyük Ekim Devrimi) totaliter bir rejim getirdi ve bu rejimde insanlar; N. İ. Buharin’in de dediği gibi sadece bir malzeme, bir araç olarak kaldılar. Amaç olmadılar. Bize her zaman ‘Her şey insan için!’ dendi ama öyle olmadı. Bu tür bir sosyalizmde insanın değeri bir torba çimentodan bile daha az ise onu kim ister? Rejim böyleydi… Eğer bazı kişiler hâlâ o sosyalizmde, acısını çekegeldiğimiz o tür bir sosyalizmde yaşamak istiyorlarsa yaşasınlar. Yalnız onlara sormak isterim: Eğer sosyalizm (komünizm) gerçekten en iyi rejim olsaydı, savaştan sonra diğer ülkelerle aynı zamanda kalkınma hareketine giriştiğimiz hâlde, neden biz onlardan çok gerilerde kaldık? Sonucu görüyoruz. Uluslararası ve rejimler arası rekabette bizim sistemimizin zayıflığı ortaya çıkmıştır ve bu rekabette kaybeden biz olduk.”[11]
Kazakistan halkının geçmiş zamanda yaşadıklarından ders çıkaran ve geleceğe emin adımlarla yürüyen Nazarbayev, hem devleti hem Türk dünyasının bekası yolunda çalışmalarına devam etmektedir. İnançlı şekilde geleceğe hazırlanan Nazarbayev, şu sözlerle istikrarını devam ettiren güçlü bir devlet olacaklarını ifade etmiştir:
“Her şeye rağmen bazı kaçınılmaz güçlüklerle karşılaşabiliriz. Mesela üretimin gittikçe azalması ve bunun doğuracağı sonuçlar gibi. Fakat bu sınavlardan geçeceğiz ve bize inananları hayal kırıklığına uğratmayacağız.”[12]
Nazarbeyev’in anlattıkları; istiklalin ve hürriyetin ne kadar önemli olduğunu, istiklali ve hürriyeti olmayan milletlerin değerlerinin unutturulduğunu gözler önüne seriyor.
Kaynaklar:
[1] N. Nazarbayev, Tarihin Akışında, Almatı, Atamura, 2003, s. 82.
[2] age., s. 92.
[3] N. Nazarbayev, Özgürlük ve Demokrasi Yolunda, Hotama Kültür Yay. 1992, s. 20-21.
[4] Özgürlük ve Demokrasi Yolunda, s. 21.
[5] Özgürlük ve Demokrasi Yolunda, s. 20.
[6] Özgürlük ve Demokrasi Yolunda, s. 49-50.
[7] Özgürlük ve Demokrasi Yolunda, s. 26-27.
[8] Özgürlük ve Demokrasi Yolunda, s. 16.
[9] Özgürlük ve Demokrasi Yolunda, s. 109-110.
[10] Özgürlük ve Demokrasi Yolunda, s. 110-111.
[11] Özgürlük ve Demokrasi Yolunda, s. 123-125.
[12] Özgürlük ve Demokrasi Yolunda, s. 268.