RUSYA DÜNYAYA MEYDAN OKUYOR

05 Şubat 2016 12:23
Okunma
3951
 RUSYA DÜNYAYA MEYDAN OKUYOR

 
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
 
  Türkiye’nin Suriye sınırında bir uçağın düşürülmesiyle birlikte dünyanın siyasal gündemi değişmiş ve Orta Doğu bölgesiyle beraber Türkiye Cumhuriyeti de yeni bir siyasal krizin içine sürüklenmiştir. Soğuk Savaş döneminde uzun süre iki ayrı kutup içerisinde yer alan Türkiye ve Rusya Federasyonu, küreselleşme sürecinde normal düzeyde ilişkilerini geliştirmeye çalışırken birden oldubittiyle bir uçak krizinin ortaya çıkması üzerine yeniden eskisi gibi karşı karşıya gelmişlerdir. Sınırların ihlal edildiği gerekçesiyle Türk devleti kendini savunurken Rusya Federasyonu resmî makamları uçağın kesinlikle bir sınır ihlali yapmadığını, Türkiye-Suriye sınırının aşılmadığını ve Suriye’deki iç savaşın önlenmesi doğrultusunda Rus uçağının kendisine verilen görevi yerine getirmeye çalıştığını iddia etmiştir. Türkiye’nin gerçekleri dikkate almayarak düşmanca davrandığını, olay tarihinden bu yana öne sürerek siyasal gerilimi önemli ölçüde tırmandırmıştır. Rusya yetkilileri kendilerini savunurken sürekli olarak Türk devletini suçlamaya ve bu doğrultuda Türkiye’nin bilerek ve isteyerek kasıtlı bir saldırı içinde olduğunu kamuoyu önünde kanıtlamaya çalışmışlardır. Böylece, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra geçen çeyrek yüzyıllık dönemdeki küreselleşme süreci yakınlaşması sona ermiş ve Soğuk Savaş’ın iki komşu ülkesi yeniden düşman durumuna sürüklenmişlerdir. Hiç beklenmedik bir anda gündeme gelen uçak düşürülmesi olayından sonra, iki ülke ilişkileri her gün artan siyasal gerginlik ortamında karmakarışık bir hâle gelmiştir.
  Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkmasından sonra giderek normalleşmeye başlayan Türk-Rus ilişkilerinin, çeyrek asırlık bir küreselleşme dönemi sonrasında yeniden eskisi gibi bir gerginlik çıkmazına düşmesiyle hem devlet hem de halkları ciddi bir şaşkınlık dönemine girmişlerdir. Bir yandan son yıllarda başlamış olan her alandaki yakınlaşma durgunluk içine sürüklenmiş, diğer yandan da iki devletin her gün birbirini suçlayan resmî açıklamaları ortamı kızgınlaştırarak bir savaş öncesi görünümü gündeme getirmiştir. Son üç yüzyılda sürekli olarak karşı karşıya gelen ve savaşan iki büyük devletin yeniden dünyanın merkezî coğrafyasında bir çatışma ortamına sürüklenmesi, içine girilmiş olan yeni yüzyılın en önemli siyasal gerginliği olarak tırmanmaya devam etmektedir. Dünyanın ortalarında yer alan bu iki büyük devletin beklenmedik bir aşamada yeniden bir savaş eşiğine gelmesi, Rus Çarlığı ile Osmanlı İmparatorluğu’nun sürekli olarak savaşmasını ve bu savaşlar sonucunda da iki büyük imparatorluğun çökmesini hatırlara getirmiştir. Çarlık sonrasında kurulan Sovyetler Birliği ile Osmanlı Devleti sonrasında tarih sahnesine çıkan Türkiye Cumhuriyeti, iki büyük devlet arasındaki tarihten gelen gerginliği 20. yüzyıl boyunca tırmandırarak yollarına devam etmişler ama Soğuk Savaş dönemi dengeleri içinde iki büyük devlet Osmanlı İmparatorluğu döneminde olduğu gibi birbirleriyle savaş aşamasına gelmemişlerdir. Üç yüzyıllık savaşlar iki büyük imparatorluğu tarih kitaplarına havale ederken Rusya’da sosyalist sistem ile Türkiye’de Kemalist model, modern zamanların temsilcisi olarak iki büyük devlet yapısını ortaya çıkarmıştır. Küreselleşme aşamasında sosyalist sistem dağılırken Türkiye’deki Kemalist Cumhuriyet yapılanması da Batılı emperyalist merkezler tarafından ortadan kaldırılmak istenmiş ama her yol denenmesine rağmen bir türlü istenen sonuca ulaşılarak tarih sahnesinden kaldırılamamıştır. Batı tipi kapitalist model Rusya Federasyonu’na empoze edilirken Türkiye de çeşitli manevralarla bu çizgide bir değişime zorlanmış ama istenen sonuç bir türlü elde edilememiştir.
  Küreselleşme dönemine geçilirken kuzey yarım kürede önemli sınır değişiklikleri olmuş, Çek ve Slovak devletleri birbirlerinden ayrılırken Balkanlar’ın en büyük devleti olan Yugoslavya Federasyonu, insan hakları görünümlü bir etnik çatışma yoluyla tasfiye edilmiştir. En önemlisi ise Batı blokunun karşısında yer alan Doğu bloku konumundaki Sovyetler Birliği’nin dağılması üzerine on beş adet bağımsız devlet tarih sahnesinde öne çıkmıştır.  Yerkürenin kuzey bölgesinde istediği değişiklikleri başarıyla yerine getiren Batı emperyalizmi, sıra güney yarımküreye gelince bocalamış ve dünyanın Batılılaştırılması doğrultusundaki bir küreselleşme oluşumuna güney yarımkürede yer alan devletleri sürükleyememiştir. Bunun en açık örneği de Sovyetler Birliği’nin dağılmasından hemen sonra Amerikan ordusunun bir oldubitti yaratıp Basra Körfezi’ne gelerek yerleşmesi olmuştur. ABD elçisinin kışkırtması üzerine Irak ordularının Kuveyt Devleti’nin sınırları içine girmesiyle başlayan yeni dönemde, önce Körfez Savaşı sonra Irak Savaşı ve daha sonra da Suriye Savaşı’nın çıkartılması, kuzey yerkürede gerçekleşen dağılma ve parçalanma oluşumlarının güney bölgesinde yer alan Orta Doğu devletlerine de taşınmak istendiğini açıkça ortaya koymuştur. Ne var ki merkezî coğrafya da İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulmuş olan Yahudi devleti işin içine karışınca, her şey altüst olmuştur.  Batı kapitalizminin küreselleşme modeli eski Osmanlı ülkelerine taşınmak istenirken bu kez İsrail üzerinden siyonizm öne çıkmış, tarihten gelen Büyük İsrail İmparatorluğu oluşumu yeni aşamada orta dünyanın kutsal toprakları üzerinde yeni bir siyasal düzene dönüştürülmek istenmiştir. Böylece yeni bir kaos döneminin önü açılmıştır.  
  Küresel sermaye ABD üzerinden bütün dünya kıtalarını yeni emperyalist açılımla kendi hegemonyası altına almaya çalışırken bu durumdan yararlanmak isteyen iki bin yıllık siyonizm akımının orta dünyada kurmayı başardığı Yahudi devletinin; Siyon Tepesi’nde Hz. İsa’nın dünyaya dönerek kuracağı bir küresel imparatorluk ideali çizgisinde yeni bir imparatorluk düzenine dönüştürülmesi girişimleri, bütün bölge devletlerini hedef alırken Doğu ve Batı güçlerinin merkezî alanda bir üçüncü dünya savaşı tehlikesi ile karşı karşıya kalmasına yol açmıştır. Irak üzerinden çıkartılamayan üçüncü dünya savaşı, bu kez Suriye üzerinden çıkartılmaya çalışılırken kutsal kitaplarda dile getirilen bir kıyamet senaryosu olarak Armegeddon Savaşı’nın Suriye sınırları içerisinde yer alan Megiddo ya da diğer adıyla Amik Ovası bölgelerinde çıkabileceği ilgili uzmanlar tarafından dile getirilmeye çalışılmıştır. Basra Körfezi, Irak ve Suriye gibi ülkelerde iç savaşlar üzerinden çıkartılamayan üçüncü dünya savaşının, bu kez Doğu ve Batı’nın önde gelen büyük devletlerinin karşı taraflar olarak yer alabileceği bir kıyamet savaşı senaryosuna doğru yaşanan olaylar aracılığıyla yönlendirildiği görülmüştür. Küçük İsrail Devleti’nin Büyük İsrail İmparatorluğu’na dönüştürülmesi sürecinde gerçekleştirilmesi düşünülen Armegeddon Savaşı’nın ortaya çıkabilmesi için savaşın tarafları olarak iki büyük bölge ülkesi olan Türkiye ve İran düşünülmüştür. İki büyük devletin rejim ve mezhep farklılıkları bu aşamada küresel medya üzerinden körüklenerek kıyamet senaryosuna geçişin öncüsü olarak bir Türk-İran Savaşı, savaş lobileri aracılığıyla kışkırtılmaya çalışılmıştır. Ne var ki binlerce yıllık devlet tecrübesine sahip olan bu iki büyük devlet, çatışma senaryolarına aldanmayarak birbirleriyle savaşmamışlar, aksine bölgede barış ortamının korunabilmesi için her alanda yeni iş birliklerini geliştirmişlerdir. Böylece siyonizmin Türkiye-İran savaşı üzerinden kıyamet senaryosunu gerçekleştirme oyunu bozulunca, bu kez merkezî coğrafyada büyük savaşı çıkaracak yeni senaryo olarak Türkiye-Rusya çatışması planlanarak yürürlüğe konulmuştur. Eskiden olduğu gibi, her fırsatta Türkiye ve Rusya’yı karşı karşıya getiren siyasal manevralar, emperyalist ve siyonist merkezler tarafından zamanla uygulama alanına getirilmiştir.
  Büyük İsrail İmparatorluğu’nun kurulabilmesi için bölgedeki büyük devletlerin savaştırılması oyununda, birinci aşama gerçekleştirilemeyince ikinci aşama olarak Türkiye-Rusya çatışması öne çıkarılmaya başlanmıştır. Rusya’nın, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra içine girdiği şaşkınlık ortamından kurtularak gene eskisi gibi Batı karşıtı bir yeni Soğuk Savaş arayışı içine girmesi, Türk-Rus savaşı çıkartmak isteyenlerin işine yaramıştır. Özellikle Rusya’nın Kırım’ı işgal etmesi üzerine Kırım lobileri yeniden Rusya karşıtı çalışmalara yönelmişler ve bu gerginlik üzerine Rusya, ikinci bir adım daha atarak Ukrayna Devleti’nin doğu sınırlarından içeri girmiştir. Batı dünyasının desteğiyle Rus saldırganlığına karşı kurulmuş bir tampon devlet olarak Ukrayna, yeni dönemde bölünmenin eşiğine gelmiştir. Kiev’in doğusunda yaşayan ve toplam nüfusun yarısını oluşturan 20 milyonluk Rus asıllı insanın yeniden Rusya sınırları içine çekilmek istenmesi, Ukrayna Devleti’ni bölünmenin eşiğine getirirken Rusya Federasyonu’nun yeniden eskisi gibi emperyal bir devlet olmasına giden yolu açmıştır. Kırım’ın işgalinden sonra Ukrayna topraklarına da giren Rus devleti, yavaş yavaş bulunduğu bölgede genişlemeye doğru yönelirken giderek saldırganlaşan Rus devletinin bundan sonra hangi emperyal adımları atacağı tartışılmaya başlanmıştır. Rusya birden Suriye’ye askerî birlik göndererek merkezî alandaki savaş sürecine aktif bir taraf olarak dâhil olmuştur. Bu ülkede 20. asrın ortalarında kurulmuş olan Baas rejimini desteklemek ve var olan devlet yapısının yıkılmasını önlemek üzere Suriye topraklarına asker gönderen Rusya Federasyonu, Batı emperyalizmi ve İsrail siyonizmi tarafından yönlendirilen terör örgütlerine karşı savaşa müdahale etmeye başlamıştır. Irak’tan sonra Suriye Devleti’nin de terör aracılığıyla çökertilmesi oyununu bozmaya başladığı anda bir Rus uçağının Türkiye tarafından düşürülmesi olayı gündeme gelmiştir.
  Yeni dönemde Irak ve Suriye iç savaşlarını terör örgütleri aracılığıyla bütün bölge ülkelerine yaymak isteyen emperyalizm ve siyonizm ittifakı, asıl hedef olan kıyamet senaryosunun gerçekleştirilebilmesi için bölgenin büyük devletlerini savaşa kışkırtmıştır. Ama bunun bir türlü gerçekleştirilemediği anda bir Rus uçağının Türkiye tarafından düşürülmesi gibi yepyeni bir durum ortaya çıkartılmıştır.  
Kuzey yarımkürede birçok devletin sınırlarını değiştiren emperyalizm, güney yarımkürede yirmiden fazla devletin sınırlarını değiştirmeye, hatta daha da ileri giderek Orta Doğu bölgesindeki terör örgütleri aracılığıyla merkezî coğrafyada bulunan on devleti parçalayarak çökertmeye çalışmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Dönemi’ndeki 700 yıllık savaşları devlet birikimi içerisinde değerlendirerek İkinci Dünya Savaşı’na girmemiştir. Türkiye bu cihan savaşına girseydi, Birinci Dünya Savaşı konjonktürünün ortaya çıkardığı bugünkü devlet yapılanmasını kaybedebilirdi. 700 yıllık savaşların Osmanlı İmparatorluğu’nu nasıl çöküşe sürüklediğini dikkate alan Türk devleti, bu yüzden bir yüzyıla yaklaşan Cumhuriyet Dönemi’nde her türlü savaş olayından uzak durmaya çalışmıştır. Bunun bir tek istisnası olarak gündeme gelen Kıbrıs Olayında da savaş bir barış harekâtı olarak yürütülmüş ve Rumların Türkleri yok etme senaryolarına karşı bir askerî çıkartma dünya kamuoyunun desteği alınarak yapılmıştır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kurularak bu ada ülkesine barış getirilmiştir. Benzer bir biçimde, Kuzey Irak bölgesinde bütün merkezî coğrafya ülkelerini tehdit eden terör oluşumlarına karşı da sınırlı operasyonlar yapılarak dünyanın ortasında terör üzerinden büyük bir savaşın çıkartılması senaryolarına başarılı bir biçimde engel olunmuştur. Soğuk Savaş yıllarında Demirperde olarak nitelendirilen Sovyet sınırındaki bazı savaş kışkırtmalarına karşı da dikkatli bir tutum izlenmiştir. Ne var ki bugün gelinen yeni noktada bölge devletleri savaştan kaçarken savaş lobilerinin desteğiyle kurulan terör örgütleri istenen savaşları bölge ülkelerine yaymakta ve insanlığın geleceğini bir kıyamet senaryosuna bağlayan kesimlere yardımcı olmaktadır. Kutsal toprakların bir büyük dünya imparatorluğunun merkezi olmasını isteyenler, savaşları planlayarak bölgeye ustalıklı bir biçimde yaymaktadırlar.
  Dünyanın yirmi büyük ülkesinin 15-16 Kasım 2015’te Antalya’da bir araya gelerek geleceğin dünyasını görüşmeye başlamalarından bir hafta sonra uçağın düşürülmesi bir rastlantı olmanın ötesinde kıyamet senaryosu doğrultusunda atılmış bir adım olarak görünmektedir. Çünkü gelinen yeni aşamada Türkiye ve Rusya gibi iki büyük devletin savaşa girmesi söz konusudur. Rus devleti, geçen yüzyılın son yıllarında toparlandıktan sonra yeni politikasıyla dünyaya açılırken ideolojik imparatorluk olmayı bir yana bırakıyor ama tıpkı Amerika Birleşik Devletleri gibi bir süper emperyal güç olarak öne çıkıyordu. Öncelikle eski Sovyet Cumhuriyetlerini yakın bölge olarak ilan ederek buralardaki eski gücünü yeniden toparlamaya ağırlık veriyordu. Kafkasya, Karadeniz ve Baltık ülkelerini kendisinin merkezinde olacağı büyük bir imparatorluğun eski eyaletleri olarak gören Rusya; eski ideolojik imparatorluk yerine tıpkı ABD gibi emperyal bir imparatorluğun kurucusu olarak yeniden tarih sahnesine çıkıyordu. Orta Asya ülkelerindeki kendine Sovyetler Birliği Dönemi’nden bağlı olan yönetimleri ayakta tutan Rusya Federasyonu, Kırım’ın işgali sonrasında Kafkas ve Karadeniz ülkelerinde emperyal adımlar atıyordu. Ukrayna’nın doğu bölgelerini işgal eden Rus askerî birlikleri, bu bölgelerde Moskova’ya bağlı yeni eyaletler oluştururken eski Sovyet hinterlandında hegemonya gücünü giderek artırıyordu. Bu arada Gürcistan’a dönük olarak yapılan Rus askerî harekâtında Osetya ve Abhazya üzerindeki Rus baskıları artırılarak bu iki küçük ülke üzerinden bölgesel hegemonya yayılması öne çıkarılmaya çalışılıyordu. Benzeri bir süreç Ermenistan ile gündeme getirilerek bu ülkenin Batı blokuna kayması önleniyordu.
  ABD Başkanlık Danışmanı Brzezinsky, yazmış olduğu “Stratejik Vizyon” isimli kitabında  yeni dönemde Rusya’nın bütün Ukrayna’yı, Beyaz Rusya’yı, Gürcistan’ı ve Ermenistan’ı eski Sovyet Cumhuriyetleri olarak işgal edebileceğini öne sürürken son gelişmeler karşısında haklı çıkmıştır. Rus devleti Soğuk Savaş döneminden kalma eski geleneksel politikası olarak Batı karşıtı bir Doğu blokunu gene Moskova merkezli olarak gerçekleştirmeye çalışırken Kırım’dan başlayarak teker teker komşu ülkelere yönelik işgal girişimlerini sürdürmektedir. Rusya, son aylarda Suriye’ye de girerek bu eski müttefiki olan ülkeyi de işgal ederken rejimin korunması görünümünde bölgesel bir yayılmanın örneklerini vermektedir. Rusların Kızılelma’sının sıcak denizlere ulaşma hedefi doğrultusunda Antalya’yı ele geçirmek olduğu dikkate alınırsa Rus Jeopolitiği, Akdeniz üzerinden sıcak denizlere ve bu denizler üzerinden de okyanuslara açılmaya öncelik vermektedir. Nitekim bu politikanın bir başka uzantısında Güney Kıbrıs Rum yönetiminin ülkesinde göze çarpmaktadır. Birinci Dünya Savaşı sırasında sıcak denizlere inemeyen Rusya, Soğuk Savaş yıllarında hem Suriye’de bir askerî üs kurma şansını elde etmiş hem de Ortodoks dayanışması doğrultusunda Yunanistan ile yakınlaşarak bu ülke üzerinden Güney Kıbrıs yönetimi üzerindeki etkisini artırmıştır. İki cihan savaşı arasında Suriye üzerinden Kıbrıs’a giren Rusya, bu ada ülkesinde Akdeniz’in en güçlü komünist partisi olan AKEL’i kurmuştur. Bugün Kıbrıs Rum kesiminde en etkili siyasal parti olarak yoluna devam eden AKEL, komünizmin bittiği bir aşamada Rus yanlısı bir politikanın sıcak denizlerdeki temsilcisi olmuştur. Rusya Güney Kıbrıs üzerindeki etkisini, Suriye’deki askerî üssü aracılığıyla kurarak Doğu Akdeniz’deki gücünü artırabilmiştir. Batılı emperyalistlerin merkezî alandaki ülkeleri bölerek yeni küçük devletçikler oluşturma politikalarına kendi çıkarları doğrultusunda karışmaya başlayan Rusya, hem Kuzey Irak üzerinden Türkiye’nin güneydoğu bölgesiyle hem de sosyalist sistemin emperyal zorlamaları doğrultusunda Türkiye’nin kuzeyindeki Fatsa Olaylarıyla da yakından ilgilenmiştir. Doğu Anadolu vilayetlerinde yarım yüzyıla yakın bir süre işgalci olarak bulunan Rusya, sıcak denizlere inme yolu üzerinde bulunan Anadolu Yarımadası’nın çeşitli bölgeleriyle her zaman emperyalist bir çizgide yakından ilgilenmiştir. Bugün Suriye ve Kıbrıs’taki üsleriyle Rusya, bir Doğu Akdeniz gücü olarak bu bölgedeki gelişmelere müdahale etmekte ve böylece Batı politikalarına karşı çıkmaktadır.
  Bir tarafta Rusya’nın yeni emperyal güç olarak yayılma planları diğer yanda ise Batılı ülkelerle İsrail’in Orta Doğu ülkelerini yeniden düzenleme ve bu doğrultuda yirmiden fazla Müslüman ülkenin sınırlarının değiştirileceği gerçeği, aynı anda dünyanın siyasal gündemine oturmaktadır. Merkezî alana demokrasi getirme numaralarıyla bölgeye giren Batılı emperyalistler, kutsal topraklardaki güçlerini artırma doğrultusunda atağa geçerken bir Doğulu güç olarak Rusya da bu bölgede harekete geçmiştir. Merkezî coğrafyada kesişen bu iki inisiyatif, son aşamada bir Türk-Rus savaşı oluşumuyla yeni bir gündem belirleyebilir. Demokrasi görünümünde, küreselleşme senaryoları ya da insan hakları tartışmalarıyla bölgede istedikleri düzenleri kuramayan Batılı emperyalistler, istediklerine bir büyük savaş sonrasında kavuşabilecekleri düşüncesiyle dün Türk-İran savaşını kışkırtırken bugün de bir Türk-Rus savaşının çığırtkanları olarak öne çıkmaktadırlar. Emperyalizm destekli 40 yıllık bir terör yüzünden bütünlüğünü kaybetme noktasına gelen Türkiye’yi üyesi bulunduğu NATO hiç korumazken Rusya’nın Suriye’ye askerî birlik göndermesi üzerine Türkiye’yi korumak için her türlü yola başvuracağını NATO yetkilileri açıklamıştır. Tam bir çifte standart olarak adlandırılabilecek bu durum bile merkezî alanda Batı emperyalizminin savaş istediğini bu doğrultuda Türkiye’yi bir cephe ülkesi olarak kullanmaya hazırlandığını açıkça ortaya koymaktadır. Normal yollardan bölge ülkelerini parçalayamayan, küçük eyaletler aracılığıyla yeni Bizans ya da Büyük İsrail imparatorluklarını kuramayan Batılı emperyalistler, amaçlarına ulaşma doğrultusunda bölgenin iki büyük devletini birbirleriyle kapışmaya doğru sürüklemektedirler. 
İsrail siyonizmi, merkezî imparatorluk için bölge devletlerinin parçalanmalarına ağırlık verirken, Atlantik emperyalizmi de Avrasya kıtasına egemen olabilmek için Rusya Federasyonu’nun parçalanmasına öncelik vermektedir. Şu an dünya haritasına göre dünyanın en geniş topraklarına sahip olan Rusya, imparatorluk konumundan yararlanarak bütün Avrasya kıtası ve komşu bölgelerini fethetmeye hazırlanırken Rus emperyalizminin saldırganlığını önleyebilmek üzere bu büyük devletin parçalanmasına giden yolu Batılı emperyal devletler desteklemektedirler. Hem Rusya’nın hem de Türkiye dâhil bütün merkezî alan devletlerinin parçalanmasına giden yolun bir büyük savaş ile mümkün olabileceğine, dünyanın önde gelen merkezleri yavaş yavaş inanmaya başlamışlardır. Olayların bu doğrultuda yönlendirilmesiyle her geçen zaman diliminde savaş hazırlıklarının daha da öne çıktığı görülmektedir. Rusya, bölge ülkelerindeki askerî varlığını artırarak ve ordusunda büyük yenilikler yaparak bir büyük savaşa hazırlanırken Batı ittifakı da Türkiye’de böylesine bir savaş hazırlığının karşı cephesini oluşturmaya çalışmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’ye gelerek merkezî coğrafyaya yerleşen NATO,  bir Atlantik inisiyatifi olarak bu bölgede Batı egemenliğinin temsilcisi olmuştur. Bugün de NATO’nun tıpkı Rusya gibi savaş oluşumlarına yakın durması, savaş lobilerinin çıkartmak için her yolu denediği üçüncü dünya savaşı riskini artırmakta ve dolaylı yollardan İsrail’in kutsal kitaplara dayandırdığı Armegeddon isimli kıyamet senaryosunun gerçekleşme şansını artırmaktadır. Savaştan yana olan lobiler her gün savaş yoluna su taşırken terör örgütlerinin işi fazlasıyla azıtarak büyük terör saldırılarına yönelmelerini de dolaylı yollardan desteklemektedirler. Batılı çevrelerin, Orta Doğu ülkelerinin sınırlarının değiştirilmesi ve Rusya Federasyonu’nun egemenlik alanının küçültülmesi gibi senaryoların ancak bir savaş sonucunda mümkün olabileceğini düşünmeleri, insanlığı bir üçüncü dünya savaşı riskiyle karşı karşıya getirmektedir. Rus devletinin tepesinde devletin yetiştirdiği militan isimlerin yıllardır egemen olması bu büyük devleti kendisini de yok edecek bir savaşa hazırlandığını göstermekte ve buna karşı güçlerin de benzeri bir örgütlenme arayışı içine girmesine neden olmaktadır. Dünya kapitalist sisteminin içine sürüklendiği bunalımdan kurtulabilmesi için de savaş giderek gerekli görülmeye başlayınca bütün kapitalist ve emperyalist çevreler dünyayı savaşa doğru zorlamaktadırlar.
  Batı’yı karşısına alan ve Batı emperyalizminin orta dünyayı ele geçirerek doğuya doğru yönelmesinin kendisini yok edeceğini iyi bilen Rusya, böylesine bir gelişmeye izin vermemek üzere savaşa hazırlanmaktadır. Bu ülkenin lideri sürekli olarak medyatik gösterilerde sporcu kimliğiyle öne çıkarken aslında hem çatışmaya hem de her türlü savaş senaryolarına hazır olduklarını açıkça ortaya koymaktadır. Kış sporlarını sevenlerin savaş sporunu da sevdiklerine dair bir görüntüyü Ruslar medya kanalları üzerinden dünya kamuoyuna aktarmaya çalışmaktadırlar. Rusya bugün sahip olduğu büyüklükte, federasyona dâhil olan devletleri zaman içerisinde elinde tutamayacağını gördükçe daha da saldırganlaşarak eski Sovyet Cumhuriyetleri üzerinden egemenlik alanını genişletmeye öncelik verirken aslında Batı emperyalizminin savaş senaryolarına da alet olmaktadır. Batı, bir anlamda Rusya’yı dolduruşa getirerek bir üçüncü dünya savaşına doğru çekmek istemekte ve böylesine bir savaş sürecinde bu büyük ülkeyi çökerterek parçalayabilmenin arayışı içine girmektedir. Rusya’nın dağılması ancak böylesine bir büyük savaş senaryosu ile mümkün olabileceği için, orta dünyanın geleceğinde kurulacak Büyük İsrail yapılanmasında bunun içinde yer alacak Türkiye ve İran gibi orta boy devletlerin de direnişleri ancak bir büyük savaş aracılığıyla önlenebilecektir. Türkiye’nin öncülüğündeki İslam devletleri ordularının NATO’nun öncülüğünde Rusya’ya karşı kullanılması, Batılıların her iki isteğinin de gerçekleşmesine yardımcı olabilecek bir yolu açabilecektir. Rusya, Suriye’de teröre karşı savaşırken savaşın bir Müslüman-Hristiyan çatışmasına dönüşmesi, tıpkı Osmanlı Devleti’yle Rus Çarlığının birlikte yıkılmalarına giden savaşlar dönemini yeniden başlatabilecektir. Rusya’nın kendi büyüklüğünü korumak için yakın çevresinde savaşlara girişmesi aslında kendi sonunu getirecek bir çıkmaz yola saplandığını göstermektedir.
  Rusya, dünya hegemonyasına soyunarak Batı’yı karşısına alırken Batı merkezli yeni bir dünya düzeni kurulmasına açıkça karşı çıkmaktadır. Çin’le bir araya gelerek oluşturdukları Şangay İş Birliği Örgütü;  gene Çin, Hindistan, Brezilya gibi üç büyük ülkeyle bir araya gelerek kurdukları BRİC ülkeleri topluluğuyla eski Sovyet Cumhuriyetlerini bir araya getirerek oluşturduğu Bağımsız Devletler Topluluğu gibi uluslararası yapılanmalar, aslında ABD ve Avrupa Birliği dayanışmasından ortaya çıkan Batı bloku yapılanmasına karşı çabaların bir sonucudur. Ayrıca kapitalist sistemin patronlarıyla para babalarının birlikte örgütledikleri Dünya Ekonomik Forumuna karşı gene Çin, Hindistan ve Brezilya’yla örgütlenen Dünya Sosyal Forumu da bir yana bırakılamayacak düzeyde önemli gelişmeler olarak yeni dünya düzeninin oluşumunda karşı inisiyatifler görünümünde öne çıkmaktadır. Rusya, Batı’ya karşı direnişe geçerken yalnız hareket etmemekte; eski Sovyet Cumhuriyetleriyle birlikte bütün Asya ülkelerini, Afrika ve Latin Amerika devletlerini de yanına çekerek Batılı emperyalistlerin yeni bir çıkar düzeni kurmalarına karşı çıkmaktadır. Rusya’nın bu antiemperyalist tutumu, eski sosyalist dönemden kalma bir alışkanlıkla devam ederken içine girilmiş bulunan çok kutuplu dünya da tamamen ters bir yönde bir Rus emperyalizmini de öne çıkarmaktadır. Batı emperyalizmiyle mücadele ederken kendi emperyalizmini örgütlemek durumunda kalan Rus devleti, bugün gelinen noktada sürekli çelişkiler içinde bocalamaktadır. Batı emperyalizmine karşı çıkarken G-20 ülkeleri arasında Çin, Brezilya ve Hindistan’la birlikte yer almaktan çekinmemekte, böylece yeni dünya düzeninin oluşturulması gibi yaşamsal öneme sahip olan bir konuyu Batı’nın önde gelen emperyalistlerinin eline bırakmamaya çalışmaktadır. Daha önceleri Batı’nın zengin ülkelerini bir araya getiren G-7 grubunun zirvelerine de bir Hristiyan ülke olarak katılarak bu emperyal yapıyı G-8 grubuna dönüştüren Rusya, bu gibi çelişkili politikalarıyla bütün emperyalistler gibi çıkarcı bir tutumun yeni temsilcisi olmuştur. Batı’ya meydan okuyan, Batılıların emperyalist ve siyonist girişimlerinin önünde set kurmaya çalışan Rusya, G-20 zirvesinde onlarla beraber olarak dünya ülkelerine kötü örnek olmaktadır. Bu durumda, zengin Batılı ülkelerle bu tür zirvelerde birlikte olabilen Rusya’nın müttefiklerine karşı dürüst davranabilmesi giderek zorlaşmaktadır.
  Yarısı Avrupa’da yarısı da Asya’da yer alan bir Avrasya ülkesi olarak Rusya, bölünmüş durumdadır. Avrupalı yanıyla Asya’dan uzak, Asyalı yanıyla da Avrupa’dan uzak kalan ikili bir jeopolitik konuma sahip bulunan Rusya, tam anlamıyla şizofren bir uluslararası politikanın takipçisi durumundadır. Tek yanlı politikalar ya da girişimlerin getirdiği bir istikrar ve düzenlilikten yoksun bulunan Rusya, ikili yönüyle uluslararası alanda Batı emperyalizmine karşı başarılı sonuçlar almaya çalışırken zaman zaman savaş senaryolarına kolaylıkla sürüklenebilmektedir. Suriye’de düşürülen uçak olayı sonrasında hemen savaş öncesi bir durum yaratarak sert önlemler alması, bu durumun açık bir göstergesidir. Rusya, Batı’ya meydan okurken aslında Batı’nın oyununa gelmekte, hem Orta Doğu ülkelerinin bölünmesine giden yolda bir alet olarak kullanılmakta hem de kendi sonunu hazırlayacak büyük bir savaş senaryosuna doğru sürüklenerek çıkmaz yolda kaybolmanın getirdiği riskli işlere bulaşmaktadır. Rusya, Suriye Devleti’ni kurtarayım derken bir büyük Armageddon senaryosuna alet olma riskiyle açıkça karşı karşıyadır. Geçmişten gelen ülke büyüklüğünü elinde tutabilecek nüfus gücünden yoksun bulunan Rus devletinin sadece petrol ve gaz gelirleriyle bir yerlere gidemeyeceği anlaşılmıştır. Japonya ya da Güney Kore gibi Sanayi Devrimi’ni yaşamayan bir Rusya’nın, dünyanın patronu konumuna gelebilmesi mümkün değildir. Günümüzde Çin yeni ekonomik güç olarak yükselirken Rusya geride kalmakta, petrol ve doğal gaz gelirleriyle büyük ülkesini ayakta tutabilecek örgütlenmelere girmektedir. Sadece askerî bir güç olarak Rusya’nın istediği düzeye gelip dünyaya egemen olabilmesi, hayal olmanın ötesine gidememektedir.
  Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ortaya çıkan yumuşama ortamında Türkiye, Osmanlıyı yıkan Moskof düşmanlığından vaz geçerek bu komşu ülkeye yeni partner yaklaşımı içinde yönelmiştir. Osmanlı Dönemi’nde öne çıkan uzaklaşmanın yerini yakınlaşma almış ve bu doğrultuda her alanda dostluk ve ortaklık ilişkileri geliştirilmiştir. Milyonlarca turist her sene Türkiye’ye gelmiş, binlerce Türk-Rus evliliği gerçekleşmiş, Türk ve Rus iş adamları hem ortaklıklar kurmuşlar hem de iki ülkede karşılıklı yatırımlarda bulunmuşlardır. Soğuk Savaş döneminde yer altından komünizm gelememiş ama küreselleşme döneminde yer altından hem petrol hem de gaz gelmiştir. Batı emperyalizminin Karadeniz ve Kafkasya bölgelerine girme konusundaki ısrarlarına karşı Türk ve Rus iş birliğiyle direnilmiştir. Türkiye, Rusya nüfusunun üçte birini oluşturan Türk ve Müslüman bölgelerle yakın ilişkilerini geliştirerek bir anlamda iki devlet arasında yeni bir barış köprüsünün kurulmasına giden yolu açmıştır. Geri dönülmeyecek düzeyde gerçekleştirilen bu gibi olumlu gelişmeler bir yana bırakılarak yeniden eski düşmanlık ortamına hiç dönülemeyeceği açıktır. İki ülkede etkin çalışmalar yapan siyonist lobilerin çabalarına rağmen kıyamet senaryolarını gündeme getirebilecek bir büyük savaşa Türk ve Rus devletlerinin Batılı emperyalistlerin oyunlarıyla girişmesi beklenemez. Orta Doğu’da İsrail yüzünden tırmandırılan savaş senaryolarının Kafkaslar ya da Karadeniz üzerinden dünyanın kuzey bölgelerine taşınması, çok gerçekçi olmayan bir senaryo olarak giderek geride kalmaktadır. Bugün gelinen yeni aşamada bütün devletler uyanarak toparlanmaya başladığı için artık sınırları değiştirecek savaş senaryolarının gerçekleştirilmesi çok zordur. Rusya şizofren yapısıyla istediği kadar bir Asyalı mantığı içinde Batı’ya meydan okusun, hiçbir zaman emperyal savaşlarla bir yerlere gidemez. Önemli olan, Batılı savaş lobilerinin kıyamet senaryolarına da alet olmayacak çizgide bir sorumluluğu bu büyük devletin yetkililerinin gösterebilmesidir. Rusya gelecekte Şangay Örgütü ve BRİC ülkeleriyle birlikte Dünya Sosyal Forumu çizgisinde bir dünya barışı için öne çıkmalı ve savaşa karşı dünya ülkeleri ile bu doğrultuda dayanışma içine girebilmelidir. 
  Rusya, Türkiye’yle savaşmak yerine içine girilmiş olan barış ortamını sürekli kılabilmenin arayışı içinde olmalıdır. 50 yıl Avrupa kapısında bekletilerek dışlanan Türkiye Cumhuriyeti’yle Rusya, geleceğe dönük bir Avrasya iş birliğini yeni dönemde başlatabilir. Bu doğrultuda Kafkasya ve Orta Asya’daki Türk devletleri Türkiye ve Rusya arasında yeni dönemde bir köprü olabilir. Bu bölgelerin dünyaya açılımında Türkiye ve Rusya bir rakip olmanın ötesinde geleceğe dönük kalıcı iş birlikleri örgütlenebilir. Türk ve Rus şirketleri Avrasya bölgesinin gelişmesinde daha sıkı iş birliği yürütebilirler. Ayrıca Rusya Federasyonu içinde yer alan Türk Cumhuriyetleriyle de yeni dönemde Türkiye’nin oluşturacağı karşılıklı ilişkiler iki devlet arasında soğukluğun giderilmesinde etkin olabilecektir. Türkiye ve Rusya arasında çalışan turizm firmaları, iki ülke halklarının karşılıklı olarak birbirlerinin ülkelerini gezip görmelerini daha yoğun programlarla geliştirebileceklerdir. Türkiye’nin bir güney ülkesi olması, Rusya’nın ise bir kuzey ülkesi olması, aslında iki ülkenin etkinlikleri ve ürünleri arasında tamamlayıcı etkiyi olumlu bir biçimde öne çıkarmaktadır. İki ülkenin ekonomik ve ticari ilişkilerinde bu durumdan kaynaklanan olumlu ilişkilerin hızla geliştirilmesi de Türk ve Rus devletleri arasında başlatılmış olan ilişkilerin daha da gelişmesine yardımcı olabilecektir. Devlet yetkililerinin ya da siyasal kadroların başlatılmış olan olumlu ilişkileri bozmalarına, iki ülke halkı karşı çıkarak izin vermemelidir.
  Şu an dünyaya meydan okuyan bir büyük dev konumundaki Rusya’nın bu tutumunun, yeni saldırganlıklara ya da işgallere yönelmemesi için dünya kamuoyunun da harekete geçerek  bu eski kutup başı ülke ile yeni dönemin işbirliklerini  geliştirmesinde dünya barışı açısından büyük yarar vardır. Kendi hegemonyaları için bir kıyamet senaryosuyla üçüncü dünya savaşını gündeme getiren savaş lobilerine karşı Rusya karşı çıkabilmeli, Birleşmiş Milletler örgütündeki üst düzey konumundan yararlanarak dünya barışı için öncü çalışmalar yapabilmelidir. Rusya’nın üçüncü dünya savaşını Batı blokuna karşı başlatan karşı taraf olarak değil ama Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyesi bir büyük devlet konumunda davranması, hem dünya barışını kurtaracak hem de savaş lobilerinin kıyamet senaryolarının önünü kapatacaktır. Düşen uçağın gölgesi, Türk-Rus ilişkilerinin geleceğini olumsuz bir biçimde etkilememelidir. Dünyanın yirmi büyük ekonomisi içinde yer alan iki büyük devletin kendi aralarında geliştireceği sosyal ve ekonomik ilişkiler, hem yeni bir dünya savaşını önleyecek hem de merkezî coğrafya üzerinden geleceğe dönük kıyamet senaryolarının kesin olarak bitirilmesini sağlayacaktır. Bu aşamada her iki devlet kendi ülkelerinde etkili çalışmalar yapan emperyalist ve siyonist lobilere karşı ortak önlemler almak durumundadırlar. Her iki ülkenin bugünkü yönetimleri, geleceğe doğru adım atarken geçmişten gelen olumsuzlukları dikkate alarak hareket etmek zorundadırlar. Rusya’nın önümüzdeki dönemde dünyaya meydan okumaya devam etmesi gibi olumsuz bir durum öne çıkarsa o zaman Türkiye Cumhuriyeti’nin de Türk dünyası ve Türk devletleriyle bir araya gelerek ortak hareket etmesi kaçınılmaz olacaktır. Böylesine bir durumda Rusya’yı kendi içinde zor duruma düşürecek ve kendi nüfusunun üçte birini oluşturan Türk ve Müslüman asıllı vatandaşlarıyla Rus devleti ters düşmek gibi istenmeyecek bir olumsuz duruma düşebilecektir.
  Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu önderi Atatürk bugün yaşasaydı Rusya’yla savaşmazdı. Onun dış politikasının ana esası Rusya ile dostluk, İran ile ortaklık ve Batılı emperyal ülkelerle mesafeli ilişkiler kurmaktır. Modern Rusya’nın kurucusu Lenin de yaşasaydı o da Türkiye ile savaşmazdı. Lenin ve Atatürk arasında yazılan mektuplarda iki ülke halklarının emperyalizme karşı ortak bir dayanışma içinde olması gerektiği gelecek kuşaklara bir öğüt olarak bırakılmıştır. Bugün her iki devletin yöneticileri bu gerçekleri bilerek sorumluluk içinde hareket etmek zorundadırlar.