Dr. Makbule SARIKAYA[1]
“Unutmayınız ki babaları sizi kurtarmak için mazide meydana atıldılar... Öldüler... Öldüler ve kurtardılar. Kendileri de evladımızı kurtarmak için müstakbelde iktiza ederse tıpkı babaları gibi ateşe atılacaklar ve belki yine onlar gibi ölecekler.”
Türk tarihinin erken devirlerinden beri Türk cihan hâkimiyeti düşüncesi ekseninde nizamıâlem ülküsü hep var olmuştur. Oğuz Kağan Destanı’nda bu ülkü Gök Tanrı’ya karşı bir borç telakki edilmiştir. Aynı göğün altında yerin yani toprağın kutsiyetini bilmeyen bir bilinçaltı bu düşüncenin temsilcisi olamazdı. Türk’e ufku ve ufuk ötesini gördüren toprak ve toprağa sadakat düşüncesidir. Şarkışlalı Aşık Veysel ile “sadık yar” olan toprak, Çıldırlı Aşık Şenlik’in “Can sağ iken yurt vermeyiz düşmana.” ifadeleriyle namus olmaya devam etmektedir. Türklerin toprakları için can vermeyi şeref saymaları hem Çin kaynaklarında hem de birçok Batılı yazarın eserinde yer bulmuştur. Türk kağan nutuklarında da bunu açıkça görmemiz mümkündür. Zira Hun lideri Çi-Çi, milletine “Boyun eğmeyeceğiz. Zira öteden beri Hiung-nular kuvveti takdir eder, tabi olmayı hakir görürler. Savaşçı süvari hayatımız sayesinde adı yabancıları titreten bir ulus olduk. Zira bilirler ki savaşta muhariplerinin kaderi ölümdür. Biz ölsek de kahramanlığımızın şöhreti kalacak, çocuklarımız ve torunlarımız diğer kavimlerin efendisi olacaklardır.”[2] şeklinde seslenmiş, bu yüce toprak-vatan duygusuna M.Ö 36’da noktayı koymuş ve kırmızı çizgilerini çizmiştir.
Bilindiği üzere, her ülkenin geleceği çocuklardır. Tarihten getirdiği maddi ve manevi güçleriyle gelecek tasarlama düşüncesindeki toplumlar, bir çocuk modeli ve politikası sayesinde varlığını sürdürebilecektir. XIX. yüzyılın sonlarında Osmanlı Devleti’nde özellikle kimsesiz çocuklara yönelik bir takım adımlar atılmışsa da bunlar yetersiz kalmıştır. Bu konuda gelecek tasarlama kaygısıyla hareket edilen dönem, Türk milliyetçiliğinin de etkisiyle İttihat ve Terakki dönemi olmuştur. 1915’te “Şuheda ve Malulin-i Guzzat-ı Evladiyenin Himayeleri Hakkında Kanun Layihası” nın yayımlanması şehit yada gazi olanların evlatlarının himayesine yönelik takdire şayan bir adımdır. Yine savaş yetimlerinin barındırılması için Darüleytamların açılması, Eytam Sandıklarının kurulması önemli adımlardır. Diğer yandan I. Dünya Savaşı yıllarında Kâzım Karabekir Paşa’nın çocukları koruma ve kurtarma teşebbüsleriyle kurduğu Sarıkamış’taki çocuklar kasabası ve çocuk davasına yönelik yazdığı eserleri, minnet ve takdirle anılması gereken girişimlere örnektir. Yine ülkenin batısında Dr. Fuat Umay’ın kurduğu cemiyetlerle ve cephe gerisinden şehit evlatlarını toplayan Fevzi Çakmak Paşa’nın çalışmaları tarihimizdeki övünç örnekleridir.
Bilindiği gibi günümüzden 94 yıl önce neredeyse bir asır önce Türk milleti, destansı bir Kurtuluş Savaşı vermiştir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu Kurtuluş Savaşı’nı Ergenekon Destanı’nda yer alan demir dağın eritilmesi ve Ergenekon’dan çıkışa benzetmektedir. Yenilmez sömürge imparatorluklarını dize getiren, işbirlikçi fırsatçılara haddini bildiren Türk milletinin bu zaferi, Lozan Antlaşması’yla da taçlandırılarak Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını tüm dünyaya tanıtmıştır. Çağı yakalama gayretinde olan, millî haysiyet ve onura önem veren bu genç Cumhuriyet, geleceğini nasıl şekillendireceğini daha Kurtuluş Savaşı yıllarında ulu önderinin izinde belirlemişti. Gelecekte nasıl bir millet ve ülke olmak istiyorsanız, çocuklarınızı o özellik ve ülkü ile yetiştirirsiniz. Bu gaye ve ihtiyaçla Mustafa Kemal Atatürk, gürbüz Türk çocuklarının yetiştirilmesi için Himaye-i Etfal Cemiyetini (Çocuk Esirgeme Kurumu) himayesine aldı ve cemiyet, Haziran 1921’de kuruldu. Bu cemiyet daha önce İstanbul ve Kırklareli ile sınırlı olarak 1917’de kurulan Himaye-i Etfal Cemiyeti ile 1923’te birleşmiştir. Amacı itibarıyla öncelikle şehit çocuklarını ve savaşın etkisiyle kimsesiz kalan çocukları koruyan cemiyet, kısa zamanda hızla teşkilatlandı ve milletin gönlünde taht kurup onların yardım ve bağışlarıyla hızla büyüdü.
Tarih boyunca savaşlarda beşeri sermaye hep önemli olmuştur. Özellikle 1920’lerde silahtan daha değerli olan şey, eli silah tutan insandı. Bu insanların en değerli varlığı ise canlarıydı. İşte en kıymetlisini vatan ve milleti uğruna feda eden bu kahramanları şahadete götüren yegâne duygu ise gelecekte hür bir ülkede kendilerinden daha mutlu hayatları olacak çocuklarının sahip olacaklarıydı. Onlar canlarını feda ettikleri milletten; emanetlerine sahip çıkacak, minnet ve şükranlarını bu emanetlerine gösterecek çalışmalar bekliyorlardı. Şehidin gözünün arkada kalmaması ancak ardında bıraktığı emanetlere sahip çıkılmasıyla mümkün olacaktı. Yokluklar içindeki kadirşinas Türk milleti başsağlığı ve dualarını eksik etmediği şehitlerine vefa borçlarını ve şükranlarını onların emanetlerine yuva olan Çocuk Esirgeme Kurumuna yardım yaparak göstermişlerdi. İşte bu duyguyladır ki, kurulduğu ilk andan itibaren binlerce şehit yetimine yuva olan Türkiye Himaye-i Etfal Cemiyetinin önemli kaynağını milletin bağış ve yardımları oluşturmuştur. Bu yardımlar ülkenin en ücra yerinden dünyanın en uzak ülkelerine kadar nerede Türk var ise oradan gelmişti. Bağışlar ve yardımlar incelendiğinde[3] gönül zenginliği ve şehitlere duyulan vefanın yansımaları rahatlıkla görülecektir.
Yaptıkları en ufak bir yardımın bile şehit emanetlerine ulaştırılacağından emin bu insanların yardımlarına birkaç örnek vermek yerinde olacaktır. Örneğin; ilk bağış olarak tarihe geçen Akçe şehirli Arif Bey’in verdiği iki top kumaş, birçok okulda çocukların şehit yetimi kardeşleri için biriktirdikleri harçlıklar, Ordulu Zeynep Hanım’ın bağışladığı tarla ve bahçe, köylülerin bağışladığı süt ineği, Mısır’dan Kâni Paşazade İhsan Bey’in İstanbul’daki iki köşk ve bahçesi, Amerika’da ölen bir işçimizin vasiyeti olan mirası, Türkiye Sanayi ve Maadin Bankasının desteğiyle kurulan Himaye-i Etfal Yurdu, cemiyetin çiçek, kart ve pullarını alan binlerce vatandaşın desteği, millî ve dinî bayramlarda halkın, kurumların, aydınların ve gazetelerin cemiyete maddi ve manevi yardımları unutulmaz niteliktedir.[4] Yine kalemiyle cemiyete yardım eden şair, yazar, gazeteci, sporcu ve bilim adamlarımızın sayısı da azımsanmayacak düzeydedir. Birkaç tanıdık isim arasında; Selim Sırrı Tarcan, Süleyman Nazif, öğretmen Afet İnan, Yusuf Akçura, Abdülhak Hamid, Sabiha Zekeriya, Fuat Umay ve Aka Gündüz sayılabilir.
Cemiyet, kuruluş nizamnamesinde “Cemiyet evvela şehit çocuklarıyla, saniyen harp malullerinin ve harp felaketzedelerinin çocuklarıyla iştigal eder.”[5] maddesiyle 1921 yılında hizmete başladığında yani henüz Kurtuluş Savaşı’nın sürdüğü yıllarda şehit çocuklarıyla ilgilenmeye başlamıştır. Zor koşullarda birçok ihtiyacı olan cemiyet, varlığının yazgısını ve maddi kaynak ihtiyacını ise milletin desteği ile aşmaya başlamıştır. Şehit çocukları başta olmak üzere kimsesiz ve sahip kalan çocuklara da yuva olan cemiyet; sağlık, eğitim, barınma ve iş olanakları sağladığı bu yetimler ile çok kısa sürede milletin gönlünde taht kurmuş ve şehitlerine vefa duygusunu ödeyen milletin gönül rahatlığına ulaşmasında güvenilir bir kurum olmayı başarmıştı. Şehitlerin biricik emanetlerine milletin sevgi ve yüceliğini ulaştırmada aracı olan cemiyet; kapsamlı, hızlı ve kalıcı hizmetleriyle bu çocuklara kimsesiz kalmadıklarını, aksine bütün milletin onlara ana baba gibi hürmet ettiğini ve bütün milletin onun kahraman babasının neler yaptığını bilerek saygı ve şükran duygusuyla kendilerine yardım edeceklerini göstererek şehit evladı olmaktan gurur duyan yüzlerce çocuk yetiştirdi. Şehit evlatlarına ve kimsesizlere bu özgüven, millî onur ve güçle bir gelecek sağladı. Orada milletin sevgisiyle büyüyen çocuklar şehit evladı olmanın gururu ve bilinci ile ülke geleceğine büyük hizmetlerde bulunacak bir ruh ve zihniyette yetiştiler. Bu yüzdendir ki üzerinden 90 yıl geçse de Süleyman Nazif’in duygu dolu yazısı hâlâ bizi derinden etkiler niteliktedir. Bu yazısında; “Etfalin kısm-ı azamı şehit yetimleridir. Babaları bu din yolunda kurban gitmiş, canlarını bu dine zekât vermişlerdi. Şehitlerin ruhlarının ıstırap içinde çırpındıkları ihtimali hepimizi daima bihuzur etsin… Kimsesiz kalan çocuğunun hem de düşmandan kurtarmak için kendi nefsini feda etmiş olduğu toprağın üstünde! Sefil ve zelil kaldığını duyan ve gören bir ruh mübeşşir bulunduğu cennette cehennemlerin gazabını çekmez mi? Unutmayınız ki babaları sizleri kurtarmak için mazide meydana atıldılar… Öldüler… Öldüler ve kurtardılar. Kendileri de evladınızı kurtarmak için müstakbelde iktiza ederse tıpkı babaları gibi ateşe atılacaklar ve belki yine onlar gibi ölecekler…”[6] diyerek ruhları bizimle olan şehitlerin biricik emanetlerine sahip çıkılmasını dinî ve millî görev sayıyordu.
Şehitlerinin biricik emanetlerine sahip çıkmak duygusunda olan ülkenin her yerinden hatta yurdundan uzak ama ruhen yakın vatanseverlerce dünyanın öbür ucundan gönderdikleri bağışlar, bu minnetin şükranla anılması gereken konularından biridir. Çünkü Kıbrıs, Mısır, Afganistan, Azerbaycan, Almanya, İtalya, Amerika’dan büyükelçiden işçiye, imamdan öğretmene kadar birçok kişi cemiyete düzenli ve sürekli yardımlar göndermişlerdi. Bu yardımlar cemiyet için sadece maddi kaynak yaratmamış aynı zamanda gönlü zengin vatanseverlerin şehitlerine duydukları şükran ve vefa duygularını da gösteren manevi ve paha biçilmez bir destek olmuştur. Bu gün o engin yürekli insanları, cemiyetin dergisinde yıllarca ad ad yayınladığı bağış listelerden görüp bir kez saygıyla anabiliyoruz. Bu bağış listelerindeki Amerika’da zor koşullarda çalışan işçi yurttaşlarımızdan Sarıkamışlı Hüseyin Bin Bekir’i, Kayserili Nuri Bey’i, Dersimli Süleyman İsmail’i, Palulu Kadir Mustafa’yı, İstanbullu Ahmet Mustafa’yı ve diğer binlercesini saygı ve minnetle anmak o günün ruhunu anlamak açısından üzerinde düşünülmesi gereken örneklerdir. Görüldüğü gibi yardımseverlik, sadece parayla yapılan maddi kaynaklı işler değildi. Geleceğin nesline bütün milletin yine insan merkezli yaptığı her türlü desteği kapsamaktaydı. Bu desteği cemiyetin gelirleri bölümünde de görmek mümkün. Şöyle ki Cemiyetin bütün gelirleri; üye aidatları, düzenlenen balo, gezi, müsamere, sergi, şefkat pazarı, piyango etkinlikleri, zekât, fitre ve kurban bağışı ve diğer ayni ve nakdi yardımlar idi. Yine birçok yardımsever insan Cemiyetin açtığı ana kucakları, süt damlası, aş evleri, çocuk sofraları, anneler birliği gibi kurumlarda şevkle çalışmışlardı.
Milletin sevgi, güven ve maddi manevi desteği ile yetişen bu yavrular ise ülkelerine tıpkı babaları gibi canı gönülden hizmet etmeye başlamışlardı. Buna yuvadan yetişip hayata atılan ve cemiyete yazdıklarıyla tanıdığımız şehit evlatlarından birkaçına örnek vermek yerinde olacaktır.
Şehit yavrusuna ait bu hikâye, mazide sıcak yuvası ve sevgi dolu bir ailesi var iken kurtuluş savaşında babasını ve sonra da ailesini kaybeden ve sokağa düşen 8 yaşındaki Salim’e aittir. Giriş, Salim 35 yaşında memleketi kurtarmaya giden babasının memleket için ölmesini tam olarak anlamlandıramasa da büyüdüğünde babası gibi asker olmak isterken annesini de kaybettikten sonra başına gelen olayları anlatıyor. Sokakta dilenmek zorunda kalan Salim açlıktan bir evin kapısında yığılıp kaldığı bir gün gözlerini açtığında başında kendisine süt vermek için bekleyen şefkatli insanları görür ve onlara nerede olduğunu sorar. Himaye-i Etfal şubesinde olduğunu öğrenen Salim; iyileşir, okur ve diğer şehit yavruları gibi kimsesizlere yuva olan Himaye-i Etfal’de bir aileye kavuşur. Kendisine ailesi gibi bakan onu büyüten ve hayata hazırlayan bu insanlar, Salim’e babası gibi fedakâr bir asker olma fırsatını verirler. Yani onu idealine kavuşturdukları gibi babasına layık bir evlat olarak yetiştirerek onu ülkesine hediye ederler.[7] Konu, henüz askerî okulda öğrenci olan bu millete emanet şehit çocuğu, kendilerine gösterilen sevgi, destek ve saygıya layık olmaya çalışacağı duygusuyla devam eder. Cemiyet aracılığı ile şehit evlatları kendileri için kalbi çarpan binlerce ana ve babası olduğunu bilerek milletine güven duymaya ve bu milletin bir ferdi olma gururunu hissetmeye fırsat bulurken, millet de şehitlerine duyduğu derin vefa ve şükran duygularına aracı bulma şansını yakalamıştır.
İkinci hikâye ise İstanbul’da babası şehit olduktan sonra sefalete düşen bir başka şehit evladına ait… Babasının dönmesini onu uğurladıkları tren garında saatlerce bekleyen çaresiz yavruyu bulan ve kimsesiz şehit çocuğu olduğu için Ankara’daki Himaye-i Etfal’e gönderilen çocuğun hikâyesi. Yazı, kimsesiz kalmış iken kendisine sahip çıkan ve ona yuva olan Türkiye Himaye-i Etfal Cemiyetinde kendisine gösterilen ihtimam ile babasının şehit olmasına üzüntü duymayı bırakıp babasıyla iftihar etmeye başlayan çocuğun anılarıdır. “Şehit yavrusuyum.” dendiğinde herkesin ona iltifat etmesi, babası şehit olduktan sonra düştüğü kötü durumunda hissettiği bedbahtlığı unutturulan şehit evladının yaşam öyküsü onun kaleminden şöyle devam ediyor: “Gazi Mustafa Kemal çocuklara burada bir yuva yaptırmış, öksüzleri yetimleri orada toplattırmış… Günlerce onu görmeye çalıştım… Muvaffak olamadım… Üç sene evvel Kuleli’ye yerleştirildim. Şimdi babam gibi asker olmaya çalışıyorum… Dün haber verdiler, Gazi Mustafa Kemal geliyor. Ne sevindim, gözlerim doldu, gönlüm açıldı. Sevincimde haklı değil miyim? Ben adeta cepheye giden babamın döndüğünü zannediyordum. Babam öldükten sonra bana ilk müşfik eli o uzattı. O olmasaydı beni sefaletten, açlıktan ve cehaletten kim kurtaracaktı. Mustafa Kemal yalnız vatanı kurtarmadı… Gazi, bir vatanla beraber inkıraza mahkûm bir nesli kurtardı… Gazi, halaskâr Gazi, yetimler babası, bir öksüzün kaleminden daha fazla ne çıkar…” Cümleleriyle yazı bitmektedir. (İstanbul 1 Temmuz 1927 tarihli yazısı)[8]
1921’den sonra ülke nüfusunu ruhen ve bedenen sağlıklı çocukları ülkeye kazandıran cemiyet, geleceğimizi emanet edebileceğimiz nitelikte binlerce Gürbüz Türk çocuğunu yetiştirdi. Kimsesizlikten ve ölümden kurtardığı şehit evladını Türkiye’ye kazandırması, cemiyetin milletiyle birlikte yaptığı büyük bir millî sorumluluk başarısı olarak tarihe geçmiştir. Cemiyet, yayınlarında “Şu önümüzde toz toprak arasında kimsesiz yaşayan daha doğrusu ölen çocuklar yok mu? İşte vatan, millet, saadet ve istikbal her şey evet her şey onlardır.”[9] diyerek istikbal davası olarak gördüğü çocuk konusunda, toplumun ortak vicdanına yönelen bir ödev yüklemiştir.
1920’lerden bu güne kadar geçen yıllar, Türk milletinin engin vatan sevgisini ve şehitlerine vefa duygusunu azaltmamış tersine daha da arttırmıştır. Hâlâ aynı şevk ve inançla şehit emanetlerine sahip çıkacak milletimizin doğru ve güçlü bir hedefe yönlendirilmesi hâlinde başaracaklarıyla tarih yeni kahramanlıklar yazacaktır. Bu gün hâlâ o günün emanetlerine ilişkin bilgiler yazılıyor ve sizlerce de okunuyorsa hala umut var demektir.
Aslında her şehit bize şunu soruyor… Ben sizin yaşamanız için şehit oldum şimdi siz beni nasıl yaşatıyorsunuz? Benim maddi ve manevi emanetlerim için ne yapıyorsunuz? Başsağlığı mesajları mı acıyı dindiriyor yoksa fikri ve fiili emanetlerine göstereceğimiz saygı ve ilgi mi? Millet olarak yaşadığımız sürece şehitlerimizin emaneti emanetimiz olmalıdır. Geçmişte olduğu gibi yine söz vermeliyiz, şehitlerimizin ölümsüz eserlerini koruyacağımıza ve onlardan yadigâr kalanların boynunu büktürmeyeceğimize. Şehitlerin en büyük emaneti Türkiye Cumhuriyeti toprakları ile bu topraklar üzerinde onların kokuları olan yetimleridir. Bu yüzden onlar, milletimizin her bir ferdi tarafından geleceğe taşınan birer kutsal emanet olarak korunmalıdır.
[1] Ardahan Üniversitesi, İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Öğretim Üyesi
[2] Laszlo Rasonyi, “Tarihte Türklük”, Türkler I, Ankara 2002, s. 539
[3] Veysi Akın, “Amerika’daki Türklerin Milli Mücadele Yetimlerine Yardımları”, Savaş Çocukları: Öksüzler ve Yetimler, (Edt: Emine Gürsoy Nasgali, Aylin Koç), İstanbul 2003, s. 121-140
[4] Makbule Sarıkaya, “Bağışın Kurumsal Bir Örneği: Türkiye Himaye-i Etfal Cemiyeti”, Kültür Tarihimizde Çeyiz, ,(Edt: Emine Gürsoy Nasgali, Aylin Koç), İstanbul, 2007, s. 116-132.
[5] Makbule Sarıkaya, Türkiye Himaye-i Etfal Cemiyeti (1921-1935), Ankara, 2011, s.52.
[6] Süleyman Nazif, “Çocuk Günü Bu Sene Büyük Bir Bayram Şeklini Aldı”, Gürbüz Türk Çocuğu IX, Nisan, 1927, s. 22.
[7] Hikmet Şevki “Kimsesizler Yuvası ” Gürbüz Türk Çocuğu VI, Mart 1927, s. 27-28.
[8] “Sefaletten Kurtaran El”, Gürbüz Türk Çocuğu XII, Eylül, 1927, s. 29-30.
[9] “Çocuk ve Terbiye”, Gürbüz Türk Çocuğu II, Ekim 1926, s.18.