Zeki ÖNSÖZ
Makedonya
Üsküp
İstanbul Sabiha Gökçen Havaalanı’ndan kalkan uçakla, 1 saat 10 dakika süren yolculuktan sonra, bir Türk şirketinin yapıp işlettiği Üsküp “Büyük İskender” Havaalanı’na indik. Bu andan itibaren kendimizi Anadolu’da bir şehirde zannettik. Ancak şehir merkezine gelince buraya hâkim Türk havasının küçük meydana ve Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’ne uymayan, genellikle Türklere karşı başarı kazanan veya Hıristiyan din adamlarına ait bir sürü devasa boyutlarda heykelle değiştirilmeye çalışıldığını gördük. Şehrin yanı başındaki dağa da her taraftan görünen dünyanın en büyük haçı dikilmişti. Âdeta şehirde yaşayan Türk ve Müslümanlara bu toprakların Makedon-Hristiyanlara ait olduğu gösteriliyordu. Yeni bağımsızlığına kavuşan Makedonya fakir bir ülke olmasına rağmen, bu heykeller için İtalyan sanatçılara milyonlar ödenmiş; AB bu işler için yardım fonlarını devreye sokmuş.
Üsküp’ün Türk şehri havası bu uyumsuz heykellere rağmen, çarşı, minareler, câmiler, hanlar, hamamlar, türbeler ile hâlâ yaşıyor. Tav, Beko, Vestel, Halkbank gibi günümüz Türk firma isimleri, Türk dizi afişleri de bu manzarayı tamamlıyor.
Vardar nehrinin ikiye böldüğü şehri 2.Murat döneminde yapılan köprü birleştiriyor. 6 asırdır ayakta olan 14 gözlü köprüde durup, uzun uzun şehre, nehre baktım. Karşı tarafa yapılan yeni parlamento binası ve önündeki köprü de şehrin genel siluetine uymuyordu.
Köprüden karşıya geçince içine girdiğimiz çarşı Bursa veya Edirne çarşılarından farksızdı. Esnafın Türkçe konuştuğu bu yerde dükkânlardan başka Osmanlıdan kalan hanlar, hamamlar, câmiler ve türbeler vardı. Mustafa Paşa Câmii 1492’de vezir Mustafa Paşa tarafından yaptırılmış. Sultan Murat Camii 1436’da, İsa Bey Câmii 1475’de, Kurşunlu Han 1550’de yapılmış. Davut Paşa Hamamı Resim Heykel Müzesi olarak kullanıyor.
Osmanlılar 1392’de Yıldırım Bayezid döneminde Üsküp’ü küçük bir köy değilken aldı ve büyük bir şehir haline getirdi. Yâni Üsküp’e Türklerden başka kimsenin “Geçmişte bizimdi!” deme hakkı yok. 500 yıldan fazla Türk hâkimiyetinde kalan şehri 1912’de başlayan Balkan Savaşlarından sonra kaybettik. Önce Sırbistan krallığına bağlandı, ardından Yugoslavya Cumhuriyeti’ni meydana getiren devletlerden Makedonya’nın ve 1993’de Yugoslavya’dan ayrılıp, bağımsızlığını ilân eden aynı isimli devletin başkenti oldu.
Üsküp’te etnik yapının % 60’dan fazlasını Makedon ve Hristiyan dininden olanlar, % 40’ını Arnavutlar, Romanlar ile Türkler ve İslam dininden olanlar oluşturuyor. Zamanında bu bölgede en büyük grup olan Türkler Balkan Savaşlarından sonra ve bunu takip eden çeşitli dönemlerde Türkiye’ye göç ederken mallarını mülklerini yok pahasına elden çıkarmış.
Üsküp’te doğan büyük şairimiz Yahya Kemal bu şehirde geçen çocukluk ve gençlik yıllarını anlattığı hatıralarında (Çocukluğum ve Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralar, İstanbul,1973) Üsküp’ün “son zamanlara kadar ilk asırlardaki özelliğini tamamıyla muhafaza eden bir Türk şehri olarak kaldığını anlatır ve ”Üsküp o kadar Türktü ki, İstanbul’dan, Selanik’ten gelen yeni kelimeleri, yeni eşyayı, hatta yeni şarkıları bile alafıranga bulurdu.”der.
Gezimizin sonunda Üsküp’e, Şar dağlarına bakıp; Yahya Kemal’in doğduğu bu güzel şehire olan sevgi ve hasretini anlatan, bizim de duygularımızı aksettiren şiirini hüzünle terennüm ettik.
Kaybolan Şehir
Üsküp ki Yıldırım Beyazıd Han diyarıdır,
Evlad-ı Fâtihan’a onun yadigârıdır.
Firûze kubbelerle bizim şehrimizdi o;
Yalnız bizimdi, çehre ve rûhiyle biz’di o.
Üsküp ki Şar- dağ’ında devâmıydı Bursa’nın
Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın.
Üç şanlı harbin arş’a asılmış silâhları
Parlardı yaşlı gözlere bayram sabahları.
Ben girmeden hayâtı şafaklandıran çağa,
Bir sonbaharda annemi gömdük o toprağa.
İsâ Bey’in fetihte açılmış mezarlığı
Hülyâma âhiret gibi nakşetti varlığı.
Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin
Üsküp bizim değil? Bunu duydum için için.
Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir!
Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!
Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene
Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.
Târihimizi, ruhumuzu âdeta rehin koyduğumuz Üsküp’ten, ses mimarımız, büyük şairimiz Yahya Kemal’in memleketinden ayrılıyoruz. Güzelim Üsküp, nazlı Vardar, sessiz bir musiki gibi Taş Köprü, İzmir Kemeraltı gibi bizden Türk çarşısına “elveda!” deyip yolumuza devam ediyoruz.
Kalkandelen (Tetovo)
Türklerin Kalkandelen, Mekodonların Tetovo dedikleri şehre gidiyoruz. Makedonya toprakları içindeyiz. Kalkandelen 14.yüzyılda Osmanlı hâkimiyetine girdi. Şehir nüfusunun 60.000’i Arnavut, Makedonlar 20.000, Türkler 2.000 civarında.
Arnavutlar evlerine, işyerlerine kırmızı zemin üzerinde siyah, çift başlı kartallı Arnavut bayrağı asıyor. Tetovo’da trafik düzenine pek uyulmuyor; arabalar gelişigüzel caddeye konuluyor.
Kalkandelen’in simgesi Alaca Câmii, ya da diğer adıyla Paşa Câmii’dir. Câmi Pena nehrinin sağ yakasında, eski köprü ve hamamın yakınındadır. 1495 yılında Hurşide ve Mensure isimli iki kız kardeş tarafından inşa ettirilmiş. 17 y.y sonlarında Kalkandelen’de meydana gelen yangında hasar görmüş.19.y.y’da Abdurrahman Paşa tarafından onartılmış.
Bu câmiyi diğerlerinden ayıran fark, sadece iç duvarları değil, dış duvarlarının da solmayan renklerle nakış nakış işlenmiş olmasıdır. Minber, mihrap beyaz mermerden süslemeli olarak yapılmış. İç dekorasyonda Mekke manzaraları çizilmiştir. Paşa Câmii, kırmızının hâkim olduğu renkli süslemeleri, ince işleriyle insanda hayranlık uyandırıyor. Renklerin ilk günkü kadar canlı olması için boyalarda 55 bin yumurta akı kullanıldığı söyleniyor. Bu güzel eserin bânisi olduğu söylenen iki kız kardeşin mezarlarının bulunduğu zarif Osmanlı türbesi de câminin bahçesindedir.
Kalkandelen Harâbâtî Baba Bektaşi Tekkesi
Kalkandelen’de ikinci durağımız Harâbâtî Baba Tekkesi oldu. Türkler Balkanlar’da misyoner dervişler eliyle büyümüş. Kolonizatör Türk dervişleri hem ülkeler almış, hem de insanlara kendi inanç ve kültürlerini benimsetip, sevdirmiş; Bektaşilik, Harâbâtî Tekkesi ile yüzyıllarca bu bölgedeki ve insanlara hoşgörüyle hizmet etmiş. Burası Makedonya’daki Bektaşilerin merkezi olduğu gibi, Bektaşiliğin Balkanlar’daki en önemli yapılarından birisi olmuş.
Girişten sonra grubumuzu üstü ahşap bir çatıyla örtülmüş şadırvanda misafir ettiler. Burada tekke görevlisi gencin anlattığına göre; “Harâbâtî Baba Tekkesi, geniş bir alanda yedi binadan oluşmaktadır. Tekke, Sersem Ali Baba tekkesi olarak da adlandırılıyor. Bu isimlerin kaynağı ise tekkeyi kuran târihî karaktere dayanır: Server Ali Paşa, Kanûnî Sultan Süleyman’ın sadrazamlarından birisi iken intisap ettiği Bektaşilik’e hizmet etmek ister. Kanûnî de, “Senin adın bundan böyle sersem olsun” der. Sersem Ali Dedebaba’nın, 1526 yılında kurduğu Harâbâtî / Sersem Ali Dedebaba Dergâhı’nda kendisinden sonra birçok ünlü Bektaşi babası hizmet etmiş.”
Eski Yugoslavya döneminde Harâbâtî Baba tekkesi otel, lokanta ve turistik eğlence yeri yapılmış. Arnavut genç bu dönemi üzüntü ile anlatarak, dergâhın şimdi artık kuruluş gayesine uygun olarak kullanıldığını söyledi. Bize bu külliye- dergâhın bazı binalarını gösterdiler. Girişte kapıda Arnavut bayrağını, içerdeki binada Türk bayrağını; dergâh odalarında Hz. Ali tasvirlerini, eski ve yeni Bektaşi dedelerinin resimlerini gördük.
Kalkendelen’den ayrıldıktan sonra yolda dağın tepesinde millî parkta duruyoruz. Dün akşamki yağmurdan dolayı hava serin. Güzel, yeşil bir tabiat içinde, fatih atalarımızın atlarıyla geçtiği yollardan Manastır’a gidiyoruz.
Manastır ( Bitola)
Manastır 1382’de 1.Murad döneminde Timurtaş Bey tarafından Türk topraklarına katıldı. 1914’e kadar 530 yıl Osmanlı idaresinde kaldı.
Manastır’da önce Cumhuriyetimizin kurucusu büyük Manastır’da Atatürk’ün okuduğu idadi binası: İki katlı, güzel bir yapı olan bina günümüzde etnografya müzesi olarak kullanılıyor. Müze içinde Türkiye tarafından 1998’de Atatürk anısına yapılmış 120 metrekarelik odayı ziyaret ettik. Burada Atatürk’ün balmumu heykeli, büstü ve bazı eşyaları ile hayatı, katıldığı savaşlar, devrimleri, veciz sözlerini içeren bilgiler, fotoğraflar ve Atatürk ile ilgili Türkçe ve diğer dillerde yayımlanmış kitap, broşür ve dergiler sergileniyor. Atatürk'ü anlatan belgesel Türkçe, İngilizce ve Makedonca dillerinde izlenebiliyor. Askeri idadi öğrencilerinin o dönemde giydiği üniformalar var. Bizi heyecanlandıran bu ziyaretten sonra Atatürk’ün de yürüdüğünü düşündüğümüz Manastır sokaklarına girdik.
Hafta arasında bu sabah saatlerinde bütün kahve ve lokantaların insanlarla dolu olduğunu hayretler içinde gördük. Galiba bütün Manastırlılar işsiz, güçsüz idi ve hepsi bu yüzden kahveleri doldurmuştu.75 bin nüfuslu Manastır’ın %88’i Makedon, %4’ü Arnavut, %2’si Türk’müş.
Şehirde bizden kalan Yeni Câmii’yi gördük. Kapalı olan bu câmi restore edilecekmiş. Şarkıda geçtiği gibi Manastır’ın ortasındaki havuzun etrafında oturduk, çeşmesine baktık. İshakiye Câmii’ni Tika restore ettirmiş. Bedesten’i, Türk çarşısını gezdik. Buradan Resne’ye hareket ettik.
Resne
Resne 1385 yılından 1914 yılına kadar Osmanlı hâkimiyetinde kalmış.1897 yılında Türk-Yunan savaşında kahramanlıklar gösteren ve daha sonra İttihat ve Terakki Partisi’nin önde gelen üyelerinden biri olarak tanınan Resneli Niyazi bu şehirdendir. Resneli Niyazi’nin bu şehirde yaptırdığı saray evini ziyaret ettik. Resne’de nüfusun çoğunluğu Arnavut. Resne’nin etrafı bizim Amasya elmasına benzeyen elma yetiştirilen bahçelerle çevrili idi.
Ohri Gölü ve Ohri Şehri
Resne’den Ohri gölü kıyısında bulunan Struga’daki otelimize geldik. Denizden 700 metre yüksekliğinde olan Ohri, 300 metre derinliğiyle Avrupa’nın en derin gölü imiş. Berrak bir suyu olan bu gölden çıkarılan alabalığa benzer bir balığın pullarından Ohri incisi, denilen bir inci yapılıyor. Çok güzel bir göl olan Ohri ve çevresi 1395’de Osmanlı hâkimiyetine girmiş. Struga’da fazla bir şey görmedik.
Aziz Naum (St. Naum)
Struga’da otelden sabah erken saatlerde ayrılıp önce Ohri gölü’nün kıyısından gidip, muhteşem manzaralar görerek St.Naum’a ulaştık. Millî bir park olduğu için çok güzel korunan bu yerde piknik yapmak, mangal yakmak, gölde yüzmek yasaktı ve bu nedenle çevre temizdi. Önce tepede manastırı ve kilisesini gördük. İçerde ikonalar ve Hristiyanlıkla ilgili semboller vardı. Bir odada da Sarı Saltuk’a ait olduğu söylenen makam, mezar vardı. Balkanlarda Sarı Saltuk çok sevilen bir evliyamız. Onun adına çeşitli yerlerde sembolik mezarlar yapılmış. Onun hakkında anlatılan efsaneyi gezimizin Bosna-Blagay durağında gördüğüm Sarı Saltuk türbesiyle ilgili olarak anlatmak istiyorum.
Buradan Ohri gölünün nefes kesici güzelliğini ve Arnavutluk’a ait karşı kıyıları seyrettik. Göle dökülen nehirde tekne ile gezinti yaptık. Berrak, tertemiz, 12 derece soğuk olan bu suda kayıkçı Nikola hem kürek çekti, hem de Mekodanca, Türkçe şarkılar söyledi. Biz de ona iştirak ettik. Burada Ohri ya da Makedonların Ohrid dedikleri şehre geldik. Ohri sokakları, evleri, minâreleri ve câmileri ile tam bir Türk şehri idi. Ohri Câmii’ni, Türk çarşısını, Bedesten’i saat kulesini, hamamı, İshak Bey Câmii’ni gördük.
Bizim Safranbolu evlerine benzeyen konakların bulunduğu sokaklardan geçerek tepeye kadar çıktık. Orada bir cami yıkılıp kilise yapılmış. “Elvada Rumeli” dizisi Ohri’de çekilmiş. Karşı tepedeki konak dizide hükümet konağı olarak kullanılmış. Bir Türk’ün lokantasında kaşarlı köfte yedik. Çarşıda konuştuğumuz Vedat isimli Türk kuyumcu bizden Türk bayrağı istedi; bizi kahve içmeye davet etti. Yaptığımız sohbette baba mesleğini nesillerdir ailesine ait bu dükkânda devam ettirdiğini, çocuklarını Türkçe derslere gönderdiğini söyledi.
Rehberimizin otelimize dönmek üzere, seyahat grubunun buluşma yeri olarak belirlediği, çarşıda câminin önündeki çınar ağacının altında toplandık. Orada seyahat grubumuzdan genç Serkan yerli halktan birinden bulduğu davula vurunca grubumuzdan hanımlar ve beylerin Ohri çarşı meydanında el ele tutuşarak halay çekmesi hoş bir manzaraydı. Türkiye’de evimizde gibiydik.
Böylece gezimizin Makedonya bölümünü bitirip otele döndük.
Arnavutluk
Tiran
Struga’dan, otelimizden pek fazla uzak olmayan Arnavutluk sınırına hareket ettik. Bizim eski İpsala kapısına benzer bir yere geldik. Önce Makedon polislerine pasaportlarımız üst üste resim sayfaları açık ve arasına rüşvet parası konularak verildi. Oradan geçip Arnavutluk sınır kapısına geldik. Tekrar aynı şekilde pasaportlar bu tarafın polisine verildi. Orayı da geçip Arnavutluk’a girdik. Dağlar arasından ve yeşil bir tabiat içinden geçip bir kahve-lokanta mola yerinde durduk. Aynı Anadolu’da otobüs mola yerlerinde olduğu gibi otobüsü yıkadılar. Tuvalet aynı Türkiye’de olduğu gibi “Tuvalet” olarak yazılıyordu. Bahçede oturup Türk kahvesi içtik. Arnavut köyleri şehirleri bizim 70’li, 80’li yıllardaki halimiz gibi. Enver Hoca ülkesini imar edeceği yerde bilinmeyen bir düşmana karşı 750.000 beton sığınak yaptırmış. Rehberimizin anlattığına göre; “Arnavutlar tarih boyunca hep kuvvetlinin yanında olmuş. Arnavutlar Ortodoksluğu Slavlar arasında erimemek için seçmemişler. Katolik olmuşlar ve 14.y.y’dan itibaren Osmanlı hâkimiyeti yıllarında İslam dinine girmişler.” Arnavutlara “Hangi dindensin?” diye sorulduğunda, ister Hristiyan, ister İslam dininden olsunlar, “Arnavut dinindenim” diye cevap veriyorlarmış.
Enver Hoca denen Ateist diktatör; ülkede Osmanlı döneminde yapılan bütün câmileri yıktırmış. Bu nedenle bu ülkede doğru düzgün bir eserimiz kalmamış. Enver Hoca zamanında yapılan basit, iptidai tren yolları, yollar, fabrikalar atıl bir vaziyette kalmış. Ohri- Tiran arasındaki yolda yeni tünel ve otoban yapılıyor. Arnavutluk’ta da yol kenarları hep plastik, pet şişe ve ambalaj artıklarıyla dolu. Kapitalist sistem şimdiden çevre kirliliğini başlatmış.
Arnavutluk 1447 yılında 2.Murad döneminden itibaren fethedildi ve Balkan savaşları zamanında elimizden çıktı. Öğlene doğru döküntü mahallelerden 400 bin nüfuslu Tiran’a girdik. Şehir 70’li yıllardaki Anadolu şehirleri gibi idi. Şehrin ana meydanına geldik. Ortasında atının üzerinde elinde kılıçla İskender Bey’in heykelinin bulunduğu bu meydanın etrafında Opera, müze ve önemli bakanlık binaları var. Meydanda ayrıca Osmanlı döneminden nasılsa kalabilen iki eser; 18.y.y’da Tiran Valisi Ethem Bey tarafından yaptırılmış Ethem Bey Camii ve 35 metre yüksekliğinde saat kulesi var. Meydana adı verilen İskender Bey, 2.Murat zamanında Osmanlı sarayında yetiştirilen bir Arnavut Beyi’nin oğlu idi. Büyüyüp Osmanlı ordusunda görevler alıp sancakbeyliğine kadar yükselen İskender, kral olmak için Arnavutluk’a firar etti, tekrar Hristiyanlığa geçen ve Osmanlı’ya isyan bayrağını açan İskender Bey’le mücadele 25 yıldan fazla sürdü. Ancak onun ölümünden sonra Osmanlı Arnavutluk’un tamamını topraklarına kattı. Şimdi İskender Bey’in Arnavutluk’ta millî kahraman yapılması Hristiyan Batı’nın tesiriyledir. Son yıllarda Rahibe Terasa’nın Arnavutluk ve Makedonya’da bir idol haline getirilmesi de aynı yönde bir çalışmadır.
Tiran’da öğle yemeği molasından sonra İşkodra’ya hareket ettik. Yolda Lezhe şehri kalesini ve İskender Bey’in mozolesini gördük.
İşkodra
İşkodra tarihimizde ünlü bir şehirdir. Burayı Balkan Savaşları sırasında Hasan Rıza Paşa, kahramanca, şerefle korudu. Düşmanı İşkodra’ya sokmadı. Padişah Abdülhamit’e tahttan indirilme kararını tebliğ edenlerden biri olan Esat Toptani denilen Arnavut, Hasan Rıza Paşa’ya suikast düzenleyerek düşmanın kaleye girmesini sağladı. Bu hain adamın isminin Tiran’da bir caddeye verilmiş olduğunu gördüm. Şehirde aynı Kalkandelen’de olduğu gibi renkli ama yeni zamanlarda yapılmış câmiler ve Osmanlı stili minareler var. Şehir merkezindeki otelimize geldik. İşkodra canlı bir şehirdi. Otelin yanındaki sokak Bodrum Barlar sokağını andırıyordu. Hafta ortası olmasına rağmen, otelimizin terası ve bu sokak tıklım tıklım gençlerle doluydu. Arnavutlar da kalkınmadan Batı’nın bu yönlerini almışlar. Sabah karşımızdaki câmiden Türkiye’de okunan makamlı ezanlar gibi olmayan düz ezanla uyandık.
Karadağ
Sabah 7.30 yola koyulduk. 2006 yılında bağımsızlığına kavuşmuş, dünyanın en genç devletlerinden olan Karadağ’a girdik. Fatih Sultan Mehmet bu ülkeyi almakla beraber, özerklik statüsü verdi. Karadağ,1878’de Türk-Rus harbinden sonra Osmanlı’dan ayrıldı. Bu küçük ülkenin nüfusu yalnız 610.000 civarındadır ve bu nüfusun %67’sini Slavlar, %17’sini Arnavutlar oluşturmaktadır.
Kotor
Deniz kenarından giderek daha ziyade Arnavut köylerinden geçerek 10.000 nüfuslu Budva isimli sahil şehrine geldik. Eski şehir kısmı bir kalenin içinde idi. Bu kale şehrin dar sokaklarında dolaştık. Gine yola düşüp bizi güzelliği ile şaşırtan Kotor isimli sahil şehrine geldik. Buranın da Budva gibi kale içinde güzel evleri olan dar sokaklarında dolaştık. Şehrin arkasında yükselen dağın tepesinde dik bir yoldan ulaşılan kalesi vardı. Buraya gruptan ancak iki genç arkadaşımız çıktı. Deniz kenarındaki surlar ve kale buraya bizim Bodrum kalesi gibi masalımsı bir çehre veriyordu. Çok sayıda turistin olduğu Kotor’da daha fazla kalmak isterdik, ancak yolumuza devam etmeliydik. Sınır kapılarından geçerek Bosna’ya, daha doğrusu bu ülkenin Sırp bölgesine girdik. Trebinje denilen şehirde otelimize geldik. Yerleştikten sonra 32 km. uzaklıkta olan Hırvatistan topraklarındaki Dubrovnik’e hareket ettik.
Hırvatistan-Dubrovnik
Dağlar üzerinden, yan tarafımız uçurum olan bir yoldan aşağıya indik. Deniz üzerinde güneşin batışı ve Dubrovnik’in görünüşü harika idi. Yolda rehberimizin anlattığı öykü çok ilginç ve ibret verici idi. Zamanında Bosna Hersek’in denize çıkış toprakları olan bu bölge Bosnalı bir ağaya aitmiş. Bu ağa topraklarını bir Hırvat’a satmış. Şimdi Bosna’nın bu bölgede denize çıkışı ancak Hırvatistan üzerinden mümkünmüş. Yabancıya toprağını satanın başına işte böyle işler geliyor.
Gezdiğimiz Balkan ülkelerinden yalnız Hırvatistan Avrupa Birliği’nde olduğu için Türkler buraya vize ile girmek zorundaydı. Dubrovnik ticaretle zengin olmuş biblo gibi bir şehir. Bunu da Osmanlı himayesinde ticaret yaparak başarmışlar. Dubrovnikliler ileriyi gören insanlarmış. Daha Sultan Orhan zamanında Bursa’ya elçi göndermişler, himaye karşılığı ticaret yapma imtiyazı istemişler. 1365’de Sultan 1.Murat zamanında Osmanlı Dubrovnik’e bu ayrıcalığı bir fermanla tanımış. Dubrovnik vergisini vermiş, Osmanlı buna karşılık ticaret yapma imtiyazı vermiş. Dubrovnik’in Osmanlıya verdiği vergi kazandığının yanında devede kulakmış.1815 Viyana Kongresi şehri Avusturya yönetimine verdi. 443 yıllık Osmanlı hâkimiyeti bitti. 1992’de Yugoslavya iç harbinde Sırp topçuları şehri dövdü. Binalar hasar gördü. 2005’de yıkılan binalar restore edildi.
Bu güzel şehirde eski yapıları gezdik ve bu arada Müslümanlar için açık olan mescidi bulduk. Burada Müslüman Boşnaklarla konuştuk. Bizi kardeşçe karşıladılar. Yemek yemeye davet ettiler. Mescitlerini gezdirdiler. Dubrovnik’te 5000 Müslümanın yaşadığını söylediler. Dubrovnik’i gezdikten sonra gece 23’de sınırları geçerek otelimize geri döndük.
Bosna-Hersek
Sabah Trebinje’de Bosna’nın Sırp bölgesinde seyahatimizde kaldığımız en kötü otelde uyandık. Bu şehrin ahalisi Bosna Savaşı’ndan önce %7o oranında Müslüman Bosnalı yani Boşnak’mış. Şimdi şehirde hiç Boşnak kalmamış. Ya başka ülkelere göç etmişler, ya da öldürülmüşler. Şehirdeki 10 cami tahrip edilip yıkılmış. Sırplar savaştan sonra bir caminin bile onarılıp yeniden ibadete açılmasını engellemişler. İyi ki şehirde Osmanlıdan kalan köprüyü yıkmamışlar
Bosna topraklarında yol alırken, kendi de bir Boşnak olan seyahat rehberimiz 1992- 1995 yılları arasında yaşanan o korkunç trajediyi, yani yüz binlerce Boşnak’ın hayatına mal olan soykırımın hikâyesini kendi ailesinin başından geçenlerle birlikte şöyle anlattı: “Bosna 1986- 1992’de Milosoviç’in Büyük Sırbistan hayali uğruna sistematik katliamlara uğradı. 1992’de Bosna’nın bağımsızlık ilanını Sırplar kabul etmedi; saldırıya geçtiler. Bizler, evlerimizin bahçesinde her şeyden habersiz kahvaltı yaparken kurşunlandık. Boşnaklar saldırıya hazırlıksız yakalandı. Ne silahımız, ne askerimiz vardı. Aslında Sırplar ve Hırvatlar Bosna’yı paylaşmak üzere aralarında anlaşmışlar. Biz Boşnaklar saftık böyle bir saldırı olacağına inanmamıştık. Boşnaklar iki ateş arasında kaldı. Sırplar ve onların çeşitli uluslardan tutulmuş paralı askerleri, askersiz, silahsız Boşnak şehirlerini kolayca ele geçirdi. Kadınlara tecavüz etttiler. Erkekleri öldürdüler. Gerçek bir soykırım olan Srebenitsa katliamı bunların en tanınmışıdır. BM 6 Boşnak şehrini güvenli bölge ilan etti. Fakat BM barış gücü olarak Srebinatsa’yı koruyan Hollandalı askerler Boşnakların silahlarını aldı, silahlı Sırpların şehre girmesine izin verdi. Bu katiller en az 10 bin Boşnak erkeği kurşuna dizerek öldürüp ve cesetlerini toplu mezarlara doldurdu. Bu tecavüz ve katliamlar dünyayı ayağa kaldırdı. Nato Sırp mevzilerini bombaladı. Hırvatlarla da anlaşmazlığa düşen Sırplar onlarla da mücadele etmeye başladı. Nato’nun bombalaması, Boşnak ve Hırvatların ilerlemesi üzerine Sırplar ateşkes ilan etti. 1995 yılında Deyton’da Bosna’nın bugünkü karışık yönetimi taraflarca kabul edilerek anlaşma imzalandı.” Rehberimiz: “Ailem varlıklıydı, savaş elimizde avucumuzda ne varsa götürdü. Savaştan sonra da yaşadıklarına, kaybettiklerine katlanamayan çok sayıda insan canına kıydı. Tecavüze uğramış kadınlar binlerce çocuk dünyaya getirdi. Katillere yardım eden Hollandalı askerler ülkelerine kahraman gibi döndü; hatta ülkeleri tarafından madalya ile ödüllendirildi. Ratko Mladiç, Radovan Kradzic gibi soykırımcılara kıydıkları binlerce cana karşılık, toplam 420 yıl hapis ceza cezası verildi. En sonunda savaşı başlatanlar bitirdi. Gine de Boşnaklar bu felakete rağmen yaralarını sarmaya gayret ettiler.”diye ekledi.
Evet, bundan 20-25 yıl evvel, geçen yüzyılın sonunda Avrupa’nın ortasında, bütün dünya evlerinde televizyonda film seyreder gibi Bosnalı Müslümanların katliama, soykırıma uğramasını seyretti. Bosna’nın unuttuğumuz bu acı hikâyesini dinleyerek Mostar yakınlarındaki Poçitel’e geldik.
Bosna’da Türk köyü, Poçitel
Mostar’a 20 km mesafede, Neretva nehri yakınında eskiden bir sınır kasabası olan, bugün Türk köyü olarak tanınan Poçitel, Boşnakça “ Başlangıç noktası” demekmiş. Eski Türk şehir mimarisinde görüldüğü üzere birbirinin önünü kapatmayan evler bir yamaca inşa edilmiş. Bu şehrin en tepede kalesi, dar sokakları, câmisi, hamamı, kervansarayı ve namaz vakitlerini gösteren saat kulesi var. Evliya Çelebi 1664 yılında Poçitel’e uğramış. Kalenin dışında 150 hanesi olduğunu yazıyor. Son savaşta Hırvat topçuları bu topraklarda medeniyetimizden hiçbir iz bırakmamak için burayı da top ateşine tutmuşlar. Savaştan sonra Poçitel Türkiye’nin de yardımıyla restore edilmiş.
Blagay Tekkesi ve Sarı Saltuk türbesi
Blagay Tekkesi Mostar’ın 15 km. yakınında, Neretva nehrinin önemli kollarından olan Buna nehrinin doğduğu yerde su kaynağının bulunduğu mağaranın hemen yanı başında yapılmış yapılardır. Tekkede mutfak, hamam, ibadet ve derviş odaları bulunmaktadır. Blagay Tekkesi 15.asırda bir Bektaşi tekkesi olarak kurulmuş, zaman içinde Rufai, halveti ve kadirilik gibi Türk tarikatlarına da ev sahipliği yapmıştır. Günümüzde aktif olan tekke Bosnalıların İslam’a girmelerinde önemli rol oynamıştır. Blagay Tekkesinde Sarı Saltuk adına yapılmış bir türbe vardır. Sarı Saltuk Rumeli’nin fethinde rol almış kahraman bir evliyadır
Sarı Saltuk Sultan
Yahya Kemal Türklerin Asya’dan onun öncülüğünde Anadolu ve Rumeli’ne gelişini iki mısraı ile şöyle anlatır ; “ “Geldikti bir zaman sarı Saltuk’la Asya’dan, Bir bir Diyâr-ı Rûma dağıldık Sakarya’dan.
Onun hakkında bildiklerimiz daha ziyade efsanelere dayanır. Buna göre; Sarı Saltuk Anadolu’ya geldiğinde Beyler arasında çekişmeyi görür. İçlerinde Osman Gazi’yi gözü tutar. Günü gelince Türk birliği Osman Bey tarafından kurulacaktır. Saltuk Sultan bütün gazilere ; “Osman Beyin çevresinden ayrılmayasınız!” diye vasiyet eder. Böylece en mühim kerametini Osman Bey’in müstakbel cihan imparatorluğunun banisi olduğunu görerek ortaya koyan Sarı Saltuk mübarek bir mutasavvıf olduğu kadar emsalsiz bir kahramandı. O, 93 yıllık hayatında mukaddes gayesi uğruna biran rahat nefes almamış; Çin, İran, Balkanlar, Endülüs ve Güneydoğu Avrupa ufuklarında esip durmuştur. Hocası Ahmet Yesevi boşuna ona; “Yedi krallık yerde şan ve nam sahibi ol demedi.
Fatih’in oğlu Cem, çevresinde Sarı Saltuk’tan çok bahsedildiğini duyar .”Kimdir bu Sarı Saltuk? Toprağı adım adım zapt ederken insanların gönlünü de fethetmesini bilen bu bahadır veli kimdir “ diye sorar. Sonra birini onun hakkında söylenenleri toplamaya atar. 7 sene uğraşan Ebulhayr, Saltukname’yi hazırlar. Sultan Bayezid Babadağ’da Sarı Saltuk için türbe yaptırır. Sevgili Evliya Çelebimiz üzeri ahşap kubbeli bu türbeyi görmüş. İçini, dışını anlata bitiremiyor. Orada bir beyit yazmış; “Hazreti Sultan Saltuğu ziyaret eyledik, Çok şükür şimdi görüp hakka ibadet eyledik.”
Biz de bu Müslüman- Türk velisinin türbesini Bosna’da bir ulu kayadan gürül gürül akan bir suyun yanında bulduk. Ona; “Gayretini, cesaretini, savaşma gücünü, sevme şevkini bize de öğret! Diye seslendik, mübarek ruhundan istimdat eyledik.
Mostar
Mostar’a yağmurla girdik. Önce Koski Mehmet Paşa Câmii’ni gezdik. Bu eser 1618 yılında yapıldı. 1992 yılındaki savaşta büyük zarar gördü, minaresi yıkıldı. Onarılıp ibadete açılan bu câminin avlusunda Yunus Emre Enstitüsü ve yakınında Türk konsolosluğu bulunuyor.
Mostar, Bosna-Hersek’te Hersek bölgesinin en büyük şehridir. Nüfusu 105.000.Nevetra nehri şehri ikiye bölmektedir. Mimar Hayreddin 1557 yılında bu nehrin üzerine şehrin simgesi olan ünlü köprüyü yaptı. 1993 yılında savaşta Hırvat tankları Türk ve Müslümanlardan şehirde bir medeniyet izi kalmasın diye hedef gözeterek köprüyü yıktı. 427 yıldır ayakta olan köprünün büyük taşları Nevetra’ya gömüldü. Köprü savaştan sonra aralarında Türkiye’nin de bulunduğu ülkeler tarafından 2002 yılında yeniden yapımına başlandı. Taşlar nehirden çıkarıldı. Türkiye’den Bayburt’tan gelen taş ustaları 2003 yılında son taşı koydular. Köprü 2004 yılında açıldı.
Savaştan sonra Müslümanlar Mostar’ın doğusunda, Hırvatlar batısında yaşamaya başladı. Sırplar şehirden ayrıldı.
Yağmur’un daha da hızlanmasıyla bir lokantada beklemek zorunda kaldık. Şehirdeki diğer eserleri göremedik Saraybosna’ya doğru yolumuza devam ettik.
Saraybosna
Saraybosna’yı Türkler Fatih Sultan Mehmet zamanında 1463’de ele geçirdiler. Bosna 1878’de bir savaş sonucu olmadan Berlin anlaşmasıyla masa başında Avusturya Macaristan’a verildi.1918’de Yugoslavya krallığına bağlandı.
Saraybosna’da önce Başçarşı’ya gittik. Sebilin önünden başlayarak Türkiye’deki çarşılara benzeyen canlı çarşıyı gezdik. Sokaklarında dolaştık.
Burada öncelikle yakında bulunan Gazi Hüsrev Bey camiini, etrafındaki medrese, han ve bedestenden oluşan külliyeyi gezdim. Gazi Hüsrev Bey Bosna’nın gerçek kurucusu sayılır. Hüsrev Bey, akıncı beylerinden Ferhat Bey ile 2.Bayezit’in kızı Selçuk Sultan’ın oğludur, yani padişah torunudur. Savaşta büyük hasar gören câmi, pek iyi olmayan restorasyon görmüş.
Bundan sonra gittiğim yer Başçarşı’nın yakınında bir yamaçtaki şehitlik oldu. Burada savaşta ölenlerin mezarları vardı. Geniş bir alanda lale bahçesi gibi on binlerce beyaz mezar taşında gencecik yaşta aynı yıllarda ölen Boşnak şehitlerin adları yazılıydı. Mezarlığın ortasında bir metal kafes kubbenin altında Müslüman Bosnalıların lideri Aliya İzzet Begoviç’in mezarı vardı. Bu manzaradan büyük hüzün duydum. Şehitlerin ve Begoviç’in ruhlarına fatihalarımı gönderdim.
Mezarlığın yanında Aliya İzzet Begoviç adına yapılmış bir müze vardı. Kapalı olduğu için gezemedim. Buradan tekrar Başçarşı’ya döndüm. Savaşta ağır hasara uğramış, son yıllarda yeniden yapılmış kütüphaneyi gezdim. Ve ilerdeki Latin köprüsüne kadar gittim. Burada tarihi bir olay olmuştu. 1914 yılında bir Sırp, Avusturya Macaristan veliahtını öldürürerek 1. Dünya Savaşı’nın başlamasına sebep olmuştu. Tekrar Başçarşı’ya girerek, meşhur bir börekçiden üzerine kaymak dökülen ünlü Boşnak böreğinden aldım. Grubumuzla buluşarak, Saraybosna’ya akşam inerken bir kahvede oturup, ince belli bardaktan çayımızı içtik.
Tarihte çok az millet Bosnalılar gibi acı bir imtihanla test edilmiştir. Ama onların bu büyük ızdıraptan çelik gibi çıktığına inanıyorum. Sevgili Bosna’ya ve Bosnalılara gelecekte huzur ve mutluluklar dileyerek bu hüzünlü, güzel şehre veda ediyorum.
Belgrad
Sabah 7’de Saraybosna’dan ayrıldık. Belgrad’a yolculuğumuz bütün gün sürdü. Ormanlardan, nehir kenarlarından geçtik. Sırp bölgesinde kalmasına rağmen tek tük câmi, minare gördük. Sırbistan sınırında epeyce bekledik. Öğleden sonra 15.30’da Belgrad’a ulaştık. Belgrad yıllar önce Almanya’dan arabamızla Türkiye’ye giderken geçtiğimiz ve tanıdığımız şehirdi.
Belgrad Sırbistan’ın en büyük şehridir. Tüm ülke nüfusu 7,2 milyon olduğuna göre, 1,2 milyon nüfuslu Belgrad’da, ülke nüfusunun neredeyse % 25’i oturmaktadır. Belgrad Tuna ve Sava nehirlerinin birleştiği plotoda yer almaktadır.
Türkler ilk Belgrad seferini 1441’de 2.Murad zamanında yaptı. Evrenosoğlu Ali Bey altı ay şehri muhasara etti. 1456’da Fatih 150.000 asker, 300 top ile Tuna’dan ince filo ile Belgra’da yürüdü.Bütün Avrupa Belgrad’a yardım gönderdi. Fatihin alamadığı Belgrad’ı 65 yıl sonra 29 Ağustos 1521’de Kanuni Sultan Süleyman fethetti.
Belgrad’da önce yeni yapılmakta olan, kubbeli bir camiyi andıran büyük kiliseyi gördük. Daha sonra Bayraklı camiini ziyaret ettik. Yolumuzun üzerinde yeni bulunan, restore edilmiş kime ait olduğu bilinmeyen Osmanlı türbesini gördük.
Daha sonra Kalemegdan denilen Kale Meydan’a geldik. Buraya kale kapısından girdik. Surları, Fatih’in Belgrad’ı alaması üzerine Avrupa’nın sevincini anlatan yazıyı, Yanyalı Şehit Ali Paşa’nın türbesini, askeri Müze’yi, kalenin en uç noktasını ve buradan Sava ile Tuna’ın birleştiği yeri, Lazereviç’in anıtını, kuleyi ve Cumhuriyet meydanını gördük.
Daha sonra Belgrad çarşılarını gezerek seyahatimizi bitirdik ve ertesi gün İstanbul’a döndük.
Kale Meydan’da 1878 Berlin Anlaşmasında Türklerin Avrupalılarla anlaşmasını gösteren rölyef
Balkanlarda 5 ülkede yaptığımız bu gezi ile buraların hâlâ bizden kopmadığını gördük. Üsküp, Ohri, Saraybosna, Mostar ‘ın Bursa, İzmir, Safranbolu, Kastamonu’dan ne farkı vardı? Son yıllarda Türkiye’den Balkan ülkelerine yapılan ve büyük rağbet gören Balkan Turları da Türklerin Balkanlardan kopmadığını göstermiyor mu?