TÜRKÇEYE ADANAN BİR HAYAT: SAİD MATİNPOUR

17 Ekim 2015 16:43
Okunma
3555
TÜRKÇEYE ADANAN BİR HAYAT: SAİD MATİNPOUR


Utkan Ozan KURTER
 
2007 yılında İran’da “Türk dilinde eğitim” istediği gerekçesiyle 8 yıllık hapis cezası alan Said Matinpour’un cezası 26 Şubat 2015 tarihiyle sona ermiş durumdadır. Türkiye’de ve Azerbaycan Cumhuriyeti’nde çok fazla bilinmeyen fakat sadece “Olmalıdır Herkese, Türk Dilinde Medrese!” şiarından dolayı ömründen 8 yıl çalınan Matinpour’un görüşleri hakkındaki beyanlarından söz edeceğiz. 8 yıllık zaman zarfında tutsaklık günleri Said Matinpour için çok zor geçti. Hastalıklar onu bir türlü terk etmedi. Çok defa gerek fiziksel gerekse psikolojik işkencelere maruz kaldı. Tıpkı düşman ordusundan esir alınmış gibi savaş mahkûmu muamelesi gördü. Eşiyle, akrabalarıyla ve arkadaşlarıyla çok kez görüşmesi yasaklandı. Hapishanede yazdığı yazılar yok edildi, çok defa yazı yazılmasına izin verilmedi. Tahran’ın “Evin” (Tahran’da bir hapishanenin adıdır.) zindanları onun asla umudunu kıramadı. Belki tek kişilik hücre de geçirdiği günleri, haftaları ve ayları düşündü, sorguladı. Nerede hata yaptığını, hangi doğru hareketinin daha çok üstüne gidilmesi anlamında bir imtihana zorladı zihnini.
22 Eylül 1976’dan bu yana 38 yıllık hayatının mahpusluğu öncesini düşündü. Doğduğu şehir olan Zencan’ın (İran Azerbaycan’ında şehrin ve eyaletin adı) tozlu sokaklarını, çocukluğunda öğrendiği “gizlenkaç” (Türkiye Türkçesiyle saklambaç) oyunlarını, ilkokula kadar annesinden ve babasından öğrendiği Köroğlu, Nesimi, Dede Korkut, Yunus Emre’nin yerine okula başladığında zihnini işgale uğratan Firdevs, Sadi ve Hafız’ın Farsperest hikâyelerine nasıl zorla maruz kaldığını düşündü. Belki hâlâ rüyalarından ve bilinçaltından atamamıştı o “dili” ve “o dilde” düşünmeyi.
Matinpour bir felsefeciydi. İran’ın başkenti Tahran şehrinde bulunan Tahran Üniversitesinde felsefe üzerine eğitim almıştı. Hayatının dönüm noktası da burada başlıyordu. Felsefe, onu Türkçe düşünmeye zorladı. Şöyle diyordu: “Felsefe ile dünyayı anlamaya başlamıştım, dil beynime girdi, felsefe doğmaya başladı. Bana bir misal, soru verdi ve onu çözmeye çağırdı. Ne kadar bu dile zarar versem de, bu dil bana insanlığı bağışladı. Düşünce, insanlıktan ayrı bir şey olabilir mi?” [1]
Matinpour sözünün devamında bugün “Türkçe ile felsefe olmaz.” diyen özgüveni eksik liderlerimize ve Farsperest aydınlara cevap verircesine isteğini ve arzusunu şöyle anlatıyordu: “Bugün Türkçenin kapısı bütün milletlere açıktır. Kim isterse onunla düşünmeye başlayabilir. Kim isterse onun tarihi ile milletinin tarihini, medeni geçmişini, eksikliklerini, direnişini, yenilgilerini öğrene bilir. Bu dile gözümüzü kapamak, bizim ihtiyacımız olan felsefeden vazgeçmektir. Bu dili atacak mıyız yoksa kullanacak mıyız? Buna ancak düşünce ile varmak mümkün olur. Tutalım ki bizde (Güney Azerbaycan’da) bu dili atmaya veya seçmeye imkân var. Artık biz bu dilin kapısındayız. Yıllar, dünyanın kapılarını dolandıktan sonra gelip Azerbaycan’da, Horasan’da (İran’ın doğusunda ki Türk yoğunluklu eyalet), Kereç/Tahran’ın (Kereç, Elburz Eyaleti’nin merkezidir) sonsuz caddelerinde, sokaklarında durmuşuz. Büyük eller, başkentler ve imparatorluklara sahip değiliz (en azından şimdilik). Biz varız, dil var, kalan bu dil ile biz var olabiliriz! Kaşkayların(Basra Körfezi ve Şiraz şehrinde yoğunluklu olarak yaşayan Türk halkı), Şahsevenlerin (Azerbaycan’da bir Türkmen boyu) elbiselerini olduğu gibi alabiliriz. Devlet müzelerinde Tebriz, Avşar kaleleri duvarlara bezenmiş. Şehir bucaklarında, köylerde Urmu’dan Save’ye bundan yüzyıllar önce çaldıkları gibi kopuzlarını çalıyor âşıklar. Hala Tebriz’in aşının kebabının tadı sadece oradadır ama Türkçe olduğu gibi bir medresede dahi yok. Türkçe olduğu gibi Türkçedir ama onlar her şeyden evvel elbisedirler, kaledirler, yemektirler… İşte bu yere vardığımız zaman Türk felsefesi de başlar. İstesek de istemesek de bundan ayrı ney başlarsa başlasın, başka damga olacak tarih sanığında. Gecikse de bu dil ile başlayacak Türk felsefesi, Azerbaycan felsefesi, felsefe isteği …[2]
Üniversite yıllarından sonra Matinpour ruhunun derinliklerinde büyük bir pişmanlık hissetmiştir. O da gençliğinin en verimli çağlarında Türkçe üzerine hiç düşmemesi ve beynini bu dille meşgul etmemesidir.  Fakat ne olursa olsun O kararlıdır. Yıllarca bir şekilde konuştuğu ve derin bir geçmişe sahip olan bu dili, yani anadan gelme olan ana dilini artık diriltmek istemektedir. Kendisi diriltmese dahi dilin kendiliğinden dirileceğinden son derece emindir. Öyle ya, sosyal bir seleksiyondur bu. Fakat bu kadar acıya ve kedere gerçekten gerek var mıdır?
Bugün Avrupalı, Rus veya Amerikalı hiçbir tarihçinin umurunda olmayacak bir olayın yangınını yüreğinde her gün söndürmeye gayret etmiştir Matinpour. 1945 yılında Tebriz’e giren Fars ordularının 2 yılda basılan bütün Türkçe kitapları şehir meydanlarına toplayıp nasıl yaktıkları düşünmektedir. Annesinden ve babasından dinlediği bu kültür soykırımının detaylarını Tahran’da dört duvar arasında defalarca kez düşünmüş ve uzamış tırnaklarını, yumruklarını sıkarak kırmıştır. İşte böyle bir ortamda her gün nefes alıp vermeye çalışırken, özgürlüğüne ne zaman ulaşacağını bilmeden son kez şu sözleri dökmüştür kâğıdına:
Bir kemençenin, bir kopuzun, bir trampetin, bir balabanın sesine ulaştığında sanki dünya durur. Bir an bütün sesler, bir sesten değişik kulağıma gelir. Bir anda bütün pislikleri, bütün ruhumda kıvranan acıları, acımaları unutup bir sesle birleşirim! İşte Türkçe de bende böyle doğdu. Onu bir dil gibi yazıp, yaradan gibi bulduğumda farklı olan şeylere gözlerimi yumdum. Dünyaya bu dille bakmaya başladım…
Bu dil dünyaya pencere olabilir mi? Dil pencere olmazsa, dilsiz dünya bugünkü dünya değildir. İnsanın dünyası dil ile düşünülüp dil ile anlatılır. Ama benim sorgum bu değildi. Türkçe benim gözümü açtı. O günden beridir soruyorum, ne için bana bu dilde yazıp okumayı öğretmediler? Kendim bu işe ne için başlamadım? Ne için bu dilde konuşan milletin tarihi ortaya koyulmuyor? Bu millet hangi medeni durumu yaşıyor?
Türkçe yazıp okumaya başladım. Ne kadar tarih karmaşıklaşırdı, dil duru akar, derin bir çay gibi içimde canlanırdı. Ben dilimden bir güzellik akıta bilmesem de yıllar Türkçe ile geçtiler… Dilim millete açılmıştı: Türkçe yazalım, Türkçe okuyalım (Ne zor gelir söylemesi bile) Türkçe konuşalım. Zencan yılları “yaz” ve “oku” demekle değil, “konuş” demekle geçti. Bin sözcüğe bürünürdüm sadece “konuşalım” derken dahi.
Bütün gençliğim bu dille geçtikten sonra Türkçeye bir cümlelik faydam olmadı. Ama bu dil bütün gençliğime bir anlam verdi…[3]
Said Matinpour, İran’da Farsların Türklere ve “Ariyan-ı İran” olmayan diğer etnik topluluklara ne gibi ayrımcılıklar yapıldığını, halkın parasının nerelere harcandığını, kültür soykırımının nasıl hat safhada olduğunu şu cümlelerle anlatıyordu. Hatta devletin belirli makamında oturan bu yetkilerin iç dünyalarında ki faşist yüzlerini gözler önüne seriyordu:
Dokuz yıl bundan önce Tahran’da okuyorken dostlarımdan biri beni İranşinaslık fondlarından (İran üzerine araştırma yapan kurum) birine götürmüştü. Orada çok dikkat çeken şey vardı: Fond başkanının ‘Selam!’ sözüne alerjisinden ve ona müracaat edenlerin hepsinden ‘Dorud Be!’ (Selam sözü anlamındadır, saf Fars kökenli söz sayılır. – M.M.) sözünü gözlemesinden tut, aynı fonda olan Ermenilerin ciddi faaliyetine, Medeniyet Bakanı Etaullah Muhacireni’nin, Devlet Başkanı Hatemi’nin ve hariçte mesela Avustralya’da yaşayan İran’lıların ona yardımlarına kadar hepsi…
Ama benim dikkatimi her şeyden fazla kendine çeken ve bugün de zihnimi meşgul eden şey oldu ki bu fondun o kadar da zengin olmayan kütüphanesi üç bölümden – Farsşinaslık, Ermenişinaslık ve Kürtşinaslık ­–­­­ oluşuyordu. Aynı kütüphanede, ülkede yaşayan diğer halklar, mesela; Türkler, Araplar, Türkmenler (Türk etnosundan), Beluçlar yahut İran’da ki dini ve mezhebi azınlıklar ­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­– Sünniler, Ehli-Haklar, Dervişler, Yahudiler, Hristiyanlar vb. hakkında bir kitap bile bulunmuyordu.[4]
Ermeni meselesi hakkında da hem İran’da olan gelişmeler hem de Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı Fars Faşist İran Cumhuriyeti'nin sinsi planlarını Matinpour deşifre ediyordu. 35 Milyon Güney Azerbaycan Türk’ü olsun, Kaşkay olsun, Türkmen olsun, milletimize karşı hiçbir hayırlı iş yapmamış olan katil rejimin 500.000 nüfuslu Ermeni’lere anadillerinde eğitim, anadillerinde isim verme hakkı, dergi-gazete-kitap yayın hakkı vermesini de İran rejiminin “insan hakları” meselesi olarak görmediğini çok iyi biliyordu. Buna itiraz eden Türk gençlerinin Tebriz’de, Tahran’da nasıl dayak yediğini, nasıl hapislere atıldığını son derece kızgın ve kendinden emin cümlelerle şöyle kaydetmişti:
Bu fondun binası Tahran Üniversitesi yakınlarında idi. Onun da yakınlarında ise Ermenilerin kutsal kabul ettiği Sarkis Kilisesi vardı. Ben takriben her gün bu mesafeyi yürürdüm. Menzilim kilisenin yakınında idi ve her gün kilisenin etrafında ki duvarları görürdüm. Duvarlar Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Osmanlı Türkleri aleyhine sloganlarla, 1914 yılında Osmanlı Devleti’nin 1 milyondan fazla Ermeni’yi katlettiğini iddia eden eski ve yeni yazılarla dolu idi. Her yıl Nisan’ın 24’ünde Ermeniler kilisenin karşısında toplanıp hadisenin kurbanlarını anardılar. Olabilir, bu hadise gerçekten var olmuş olabilir. Ya da olabilir ki birilerinin uydurmasıdır. Ama sonradan benim gördüğüm hakikat bu oldu ki, evvela bu olayda kitlesel kırgının olduğunu kanıtlayacak itibarlı bir belge-senet yoktur. İkincisi, bu hadise Osmanlı Devleti’ne itham edilmektedir, hâlbuki bugün böyle bir devlet mevcut değildir. Osmanlı Devleti aslında İslam hilafeti tipli bir imparatorluktu ve orada Türk, Arap, Kürt gibi Müslüman milletler, bazı Hristiyan halklar ve Yahudiler yaşıyorlardı. Osmanlı Devleti ve ordusunda hatta Ermeniler de makam sahibiydiler, o da dâhil Araplar ve Kürtler de var. Hâlihazırda Türkiye Cumhuriyeti aynı imparatorluğun küçük bir hissesidir ki büyük zahmetler ve çok şehitler vermek pahasına o devrin süper güçleri, başta İngiltere karşısında öz varlığını koruyup saklayabilmiştir.
Her yıl Nisan’ın 24’ünde Türk öğrenciler (İran’daki) kilisenin karşısına gelir ve söz konusu mesele hakkında orada toplananlarla (Sonradan onlara Birleşmiş Milletler Teşkilatı temsilciliği karşısında da miting yapma izni verildi.) tartışmaya girerdiler. Onlara soydaşlarının Araz’ın öbür tarafında türetilen cinayetleri, Hocalı Soykırımı gibi hadiseleri hatırlatıp, buradan oraya giden yardımlardan söz açarlardı. Onlarda birkaç defa Türk öğrencileri dövmüş, iki yıl evvel ise genç şairlerden birini yaralayıp hastaneye düşmesine sebep olmuşlardı.
Ne için onların (hem de İran’daki Ermeni sözcülerinin üyeleri sayılmadıkları hâlde) dinî bir makamdan siyasi faaliyet için istifadesine ve buna itiraz eden Müslümanları, İslam hükûmeti polisinin gözleri önünde yaralamasına izin verilir?!”[5]
Matinpour Güney Azerbaycan şehirlerinde terör estiren PKK ve PEJAK'ın İran ve Amerika kanatları altında nasıl korunduğunu, halka zulmettiğini ve Türk topraklarını ele geçirmek istediklerinin de üzerinde epey durmuştu. İran Devleti'nin ne olursa olsun kendisine hizmet eden Türk askerlerin, Pasdarların ve diğer güvenlik görevlilerinin ölümüne rejimin hiçbir reaksiyon vermemesini anlamlandıramıyordu. Yıllar evvel gördüğü, duyduğu olayları ve tecrübelerini Matinpour bu cümlelerle anlatıyordu:
“Gelelim Azerbaycan’a. İslam Devrimi’nden önce Neqede şehrinde Kürdistan Demokrat Partisi silahlı kuvvetlerinin mitingi gerçekleşti. Ahali onların karşısına çıktığında ise şehir Türk ve birkaç Kürt vatandaşın cenazesi ile doldu. O zaman hâkim dairelerin bütün siyaseti halk, özel olarak aydınlar tarafından desteklenmese de çoğu bu tecavüzkâr hareketi, yani Kürdistan Demokrat Partisini ve Komele Partisinin diğer adımlarını kınıyorlardı. Azerbaycan ahalisi, özellikle Neqede sakinleri metanet ve mukavemet gösterip silahlı kuvvetleri geri oturtmaya ve Türk şehirlerinde asayişi korumaya nail oldular. Batı Azerbaycan’ın bazı şehirlerinde Türkler ve Kürtler yıllar boyu beraber yaşamışlar ve Türkler her zaman konuksever, eli yüreği açık ev sahibi olmuştular.
O zaman provokatör Kürtler yavaş yavaş köşeye sıkıştırılıp ya ülkeyi terk ettiler ya da dağlara çekildiler. Ama şimdi yeniden eski havalar esmeye başladı. Genel Kürt partilerinin “Büyük Kürdistan” fikrine bağlı olduğunu bir kenara koyalım. Hâlihazırda PKK’nın, yani önceden İran İslam Cumhuriyeti hükûmeti ile alakadar olmuş PJAK adlı İran kanadı, Batı Azerbaycan’da başkaldırıp durmadan Pasdarları (Devrim Bekçileri’ni) öldürüyor. Bu defa sadece Pasdar’ı veya Polisin kendisine değil, hatta onun ailesine bile acımıyorlardı. “Büyük Kürdistan” haritasını ortaya çıkarıp Azerbaycan’a karşı arazi iddiasını ileri sürüyorlardı.
Güney Azerbaycan Milli Harekâtının aktivistleri ve bu harekâtta ki öğrenciler 15 yıldır Tahran Ermeni İnzibatında ki faşistlerin uykularını haram edip onlara karşı cephe açtılar. Birkaç haftadır Tebriz’de ki bu İnzibat’ın binası önünde de izdiham yaşanıyor. Binlerce Tebriz sakini 2006 yılının Şubay ve Mart aylarında Hocalı Şehitlerini, 31 Mart’ta Bakü’de ve Azerbaycan’ın diğer şehirlerinde gerçekleşen kitlesel katliamların kurbanlarını anıyorlar.
Eğer düne kadar Batı Azerbaycan sakinleri bazı Kürt Partilerinin iddialı haritalarına ve ardı sıra tahriklerine izin vermiyorlarsa, bu gün provokatör unsurların kan dökmesi ahalinin rahatsızlanmasına sebeptir. Millî Harekâtın üyeleri ve Batı Azerbaycan toplumu birkaç defa muhtelif şehirlerde toplantı ve yürüyüşlerle buna kendi itirazlarını bildirdiler. Hatta Avrupa ve Amerika’da ki bazı Türk milliyetçisi sol ve sağ teşkilatlar bile bu grupların azgınlığı karşısında susmayıp beyanatlar verdiler.
Eğer düne kadar Azerbaycan halkı önceki yıllarda olduğu gibi Kürtlerin ve Ermenilerin faşist tahriklerine sakin yanaştıysa da, bu gün aynı düşünceden kaynaklanan her bir hareket onlara itiraz ya da uygun bir cevap doğurabilir. Sohbetimizin başı fond meselesine geri dönelim. O medeni sır bugün siyasi sır olarak gün yüzüne çıkıyor. Perde arkasında yardımlar gösteren, Avustralya’dan tutun Devlet Başkanı’nın sarayına kadar geniş bir mekânı kuşatan, “Ettalaat” (İran’da Devrim yanlısı bir gazete) gazetesinin sayfalarını fondun oyuncusunun kontrolüne veren ve dün Kerimhan Sokağı’nda elindeki bıçakla Azerbaycanlı çocukları hastanelik eden bu siyasi zihniyet, bugün Maku’da ve Bazergân’da (Güney Azerbaycan şehirleri) Türk sınır görevlilerini ve vatandaşlarını kurşuna dizmektedir! Onun öğrenci gazetesi açıkça Amerika’nın, Kürtleri himaye ettiğini yazıyor ve İslam Cumhuriyeti hükümetinden talebi şu ki, yeni hükümet Kürtleri dikkate alsın. Onun siyasi eylemcileri rahatça Kürdistan Demokrat Partisiyle ilgilerinden söz açabiliyor."[6]
İran insanın psikolojisini, yer yer insanımızda rastlanan Stockholm Sendromunu, yer yer ayağa kalkan Türk Gençliğinin Fars Faşizminin başına nasıl kara bir bulut gibi çöktüğünü gözler önüne seriyor Matinpour. Haklarımızın nasıl gasp edildiğini, bizi bu topraklarda nasıl pasifize etmeye çalıştıklarını ve bütün alçakça planları bir bir sıralıyor:
"Biz Türkler şimdiye kadar milliyetimiz ve elimizden alınmış hukukumuz için bir cam dahi kırmadık ve aralıksız uygulanan baskılara bakmayarak, yazılıp-kabullenilmemiş kimliğimizi yok edilme aşamasına dahil olmaktan koruduk. Bununla bile Beynelmilel Dünya Anadili Gününü kutlama hakkımız yoktur, onu da geçtik soralım ki niye Doktor Çöhreganlı (Tebriz Milletvekili- Sonradan hakkında hapis cezası verildi.) rejimin gazabına uğradı? Yoksa o parlamento seçimlerinde kendi hakkından mı vazgeçti? Galibiyeti şüphe doğurmadığı bir anda yararlı olacağı için mi kenara çekildi?
O fondun kütüphanesini unutmamız iyi olur. Her şey oralardan, Tahran’dan su içer… Tahran’da yaşayan aydının Fars’ı da Türk’ü de dincisi de dinci olmayanı da aynı derecede terbiye olunur. İran dünyası, onun için Şahlığın 2500 yıllık tarihine sığmıştır. O, bu 2500 yıllık tarihten vazgeçemiyor ve her şey, tarihe istediğiniz türde bakın ister sağcı ister solcu tarih görüşüne dayanın, isterseniz de postmodernizme, hepsi bu 2500 yılın içerisine yerleşmiştir. Bu bakışın esasını siyasetçiler belirlemişler ve dersliklerde, üniversitelerde bu bakış ülkenin merkeziyetçi okumuşlarına telkin edilmektedir.
Bunun içindir ki aynı aydın (entelektüel) 24 Nisan’da hadisenin eleştirisine başvurur ve elbette hiçbir tarihi belgeye dayanmamaktadırlar! Sadece çıplak bir hâlde kırgından bahsetmektedir! Yahut Kürt’ü temiz İran ırkından bilir ve birçok halde temiz Kürt’le derdini bir tutmaktadır! Ama Tahran’daki Türklerin, Dünya Anadili Günü merasimini boykot edip merasimin yapılması için görevli olan akademisyenin kapalı kapılar ardında toplanmış yüzlerce Zencanlı ve Tebrizli öğrencinin yanından geçip saldırgan grupların o Türk öğrencilere karşı yapılan hamlelerini görmemektedir! 2006 yılının Şubat ve Mart aylarında binlerce insanın Tebriz’de Ermeni diasporasına karşı toplandığında, polis onları dövüp Emniyet İdaresinde gözaltına aldığında Tahran gene susmaktadır!"[7]
İnkâr edilen tarihimizi, son 1000 yıllık İran tarihinden Türk'ün adını çıkarttığımız takdirde İran tarihinde acaba ne kalır sorunsalı üzerinden, ülkenin gerçek sahibi olmasına rağmen dikta yönetiminde "üvey evlat" muamelesi gören halkımızın ve Millî Hareket mensubu insanların nasıl komik ithamlarla hapsedildiğini açık açık anlatmıştır:
"Meselenin bu bir tarafıdır: siyaset öyle insanların elindedir ki, Sâfevi ve Kızılbaş Türklerden kalan Şii hâkimiyetinin bayraktarı olma iddiasındadırlar. Ama Hocalı Faciası ve 31 Mart katliamını anma merasimlerini dağıtırlar, aslında Safevilerden tutun Kaçarlara (?) kadar yani İran’ın kurucularının dili olan Türkçeyi mahvetmeye çalışırlar. Hatta Türkolog âlim Profesör Muhammed Ali Ferzane’nin defnedilme merasimine bile katlanamamaktadırlar. Profesörün cenazesini kaçırmakta olup, ailesi uzun uğraşları sonucu yalnızca mezarlıkta teslim alabilmiştir. Genç Türk şair ve millî harekâtçı Sehend Avşari’nin defin ve yas merasiminde birkaç bin Azerbaycanlının katılımına emniyet meselesi olarak bakmaktadırlar, merhumun yas meclisinden sonra cenazeye katılanlardan birkaç kişiyi hapse atmaktadırlar. Caminin içerisinde ve dışarısında birkaç kamera ile defin merasimini kayıt altına almaktadırlar.
Anadilini seven ve bu sevgisini çocuklara da aşılayan Öğretmen Hidayet Zakirî hapsedilir. Genç din adamı Azimî Kadime, Meşrutiyet Devrimi’nin (1906’da İran’da cereyan eden ihtilal) yıl dönümünde Azerbaycan millî kahramanı Bağır Han’ın mezarı başında olduğu ve Fatiha okuduğuna göre 15 ay 1 gün hapis cezası verip çeşitli sosyal sınırlamalar koyarak Nevruz bayramı günü ceza hükmünü icra etmektedirler. Azimî Kadim İran’ın Ermenistan’la büyük ilişkiler kurmasını ve onu himaye etmesini eleştirenlerden birisidir.
Doktor Muharrem Kamranî ve Mühendis İbrahim Reşidî 31 Mart Faciası’nı anma merasimi çerçevesinde dağıtılan ilanlara sahip olduğu gerekçesiyle hapsettiler ve 12 gün geçmesine rağmen mahkemeye götürülmeden Emniyet Birimlerinin bilinmeyen bir zindanına attılar. Onların hiç kimseyle görüşmeye ve avukat tutmaya hakkı olmamıştır.
Erdebilli (Şah İsmail’in de doğduğu şehirdir) genç Behruz Alizade bayrama birkaç gün kalmışken bir sokakta yakalanıp hapsedilir ve 20 gün sonra Hakim, Behruz’un annesine “Onun bir günahı yoktur, sadece yersiz sözler söylediği için onu zindana attık!” demiştir!
Pan-İranist aydınlarla ve rejim yanlısı siyasetçiler bu noktada birleşirler. Her birinin kendisine özgü bir yöntemi var. Dergiler ve üniversiteler birincisinin, devlet memurları ise ikincisinin hizmetindedir. Bu insanlık dışı ittifak arasında Azerbaycan insanı kırbaçhaneye (Şeriat yasalarında kırbaç cezasının uygulandığı mekân) sürüklenir, onun uygarlığı, dili, kimliği ve şahsiyeti zarar görmektedir.
Türk gençleri kendi sorgulayıcılar içinde İran’ın en benzersiz eylemcileridir. Ondan önce bu sorgulama kendi dini inançlarından da öne geçmelidir. Çünkü bu gencin, onun mezhebi ile işi yoktur ve belki de onun inandığı, kültürel İslam’a daha çok bağlıdır. Sorgulayıcının koruduğu iktidarla de işi yoktur. Bu durumda sorgulayan daha da kaba olur: Bu genç her şeyi elinden alınmış ve onun kendisine bile azıcık da olsa inanmadığı sorular sormaya mecbur bırakılmıştır. O da 31 Mart ve Hocalı şehitlerini anmalı, bu cinayetleri kınamalıdır. Sorgulayanın kardeşi Kürdistan’da “Demokratlar(!)” tarafından öldürülmüş olsun, ya da dostu PJAK birlikleri işe savaşta şehit olmuş olsun. Bu sorgulayan Tahran’ın emrini yerine getirir, Tahran siyasetçisinin eli ise başka birilerinin elindedir. Her şeyini yitirmiş bu sorgulayıcı en kaba sorgulayıcıdır…
Farsperest aydın nerede olursa olsun, bu sorgulayıcının vaziyetindedir ve Türk genci onu kendisine düşman bilecek. Azerbaycanlı öz dilini ve medeniyetini istiyor. O, kimliğinin akademik ve siyasi anlamda resmi şekilde tanınmasını talep ediyor. Aydın, onunla karşı karşıya geldiğinde çaresiz kalıp Batı kitaplarından öğrendiği ­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­“aydın prensiplerini” ayaklar altına alıp diyor ki;
“Fars dili Sadi’nin, Hafızî’nin ve Firdevsî’nin dilidir!” Nasıl yani? Bende diyorum ki;
“Türk dili Karşgarlı Mahmut’un, Yunus Emre’nin ve Nesimî’nin dilidir!”
Yunan diyebilir ki: “Yunan dili Homer’in, Hoseidon’un, Platon’un dilidir.” Fransız da diyebilir ki: “Fransız dili Lamartine’nin, Hugo’nun ve Proust’un dilidir.” Rus da hiç şüphesiz diyebilir ki…
Fars aydınının bu delili üzerinde azıcık dahi olsa durmak gülünç bir durumdur. Ama herhâlde o şimdiye kadar bu delilden istifade etmiş ve buda onu sinirlendirmiştir. Çünkü o da silahsızlanmış, insanlık ve uygarlık adına delil getire bilmediği gibi bir o kadar da faşistleşmiş! Öyle ya, zihnindeki Fars İran’ı tabusunu bozmuş bu Türk genci… Bu onun düşmanıdır.
Bugün biz bu ittifak arasında tek kalmış durumdayız. Bizim yolumuz bu teklikten başlıyor. Güçlü ve özgüvenli bir his lazımdır. Biz kendimizden ve insanlığın fikir birikimiyle oluşan tarihinden öğrendiğimiz bilgi ve tecrübe ile yeni başladığımız bu yolu İran’da Türk milliyetçiliğinin yetkinleşmesi istikametinde geliştirebilelim.”[8]
Matinpour "Sorgulayın!" diyor, "Düşünün!" diyor. Türkçe düşünün, Türkçe yazın, Türkçe okuyun diyor. Kendisine tekrardan gözün aydın diyor, geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz. Şimdi daha yüksek sesle;
"Olmalıdır herkese, Türk dilinde medrese!"
 
[1][2][3] Tehran, Evin zindanı, 350-ci bəndi, yay, 24 avqust 2010 ( şəhrivərin ikisi 1389-ci şəmsi ili), SƏİD MƏTİNPUR
[4][5][6][7][8] (Türk Milletçiliyi: Bir ittifaq arasında yol) SƏİD MƏTİNPUR