SÖZLÜ TÜRK MUSIKİMİZİN DİLİ

24 Temmuz 2015 18:50
Okunma
3850
SÖZLÜ TÜRK MUSIKİMİZİN DİLİ


Yrd. Doç. Dr. Kâmil AKARSU
 
Kim, hangi işi yapıyorsa dosdoğru yapmalıdır. Ama disiplini, kuralları, ihlali mübah birer külfet manzumesi görmek, millî alışkanlığımız olarak ortada bekler durur. Oysa yaptığımız işin üstatlarını takip etsek, doğruları önce taklit ederken zamanla tasdik, sonra samimiyetle tespit ve tatbik etme hasleti kazanacağız, haberimiz yok. Bu hasletin tahsili için çıraklık devremizi hakkıyla değerlendiriyor olmamız gerekiyor. Her işin patronu yok ki yanlış yapanın kafasına her hatasında bir yumruk indirsin veya tutup kulağından kaldırıp atsın.
Hele konu, anadan öksüz, babadan yetim bırakılmış Türkçemizin kullanımı ise…
Şarkıcı türkücü takımının durumu, tam bir “köpeksiz köyde değneksiz gezme” hâli. Musikinin kendi kuralları, zaten icracı tarafından fark edilmiş olmuyor umumiyetle; orasından vazgeçtim. Ama bari güfte Türkçelerinde bir meymenet bulunsa. Güfte diye ele alınıp bestelenen zırvaların bir kısmı, ortalığı mezbeleye çevirdi.  Ama ruhundaki mevhum şiir açlığını, şiir kaseti satın alarak gidermeye çalışan bir toplumda, güfte yazsın diye Osman Nihat’ı, Yahya Kemal’i, Akif’i, Nedim’i, Vasıf’ı, Baki’yi,  kabirlerinden kaldırsak kaç para eder? Çöplükte deşinmeyi marifet sanana ikramda bulunmak için telaşa lüzum var mı? Eline ne geçerse, koy önüne, afiyetle yer o. Nitekim yarı merhum İbrahim Tatlıses’in, TV ekranında seyirciye, astığı ceketi alkışlattığını herkes hatırlar.
Güfte bozuklukları, anadan doğma olabildiği gibi, bazen ravilerden kaynaklanmış da olabiliyor. Anadan doğma bozukluğa birçok taptaze örnek verebilirim.  Mesela bir doktor güftekâr (!) vardı ve güfte diye aklına ne gelirse yazardı. Aportta bekleyen sözde bestekârlar, hemen o çırpıştırılan saçmalıkları şarkı formunda besteleyiverirlerdi. Onun böyle bir güftesini kaydedeyim:
“Bir ilkbahar sabahı güneşle uyandın mı hiç
Çılgın gibi koşarak kırlara uzandın mı hiç
Bir his dolup içine senelerce yandın mı hiç
Geçen günlere yazık yazık ettin gönül sen
Öyleyse hiç sevmemiş sevilmemişsin gönül sen”
 
Bir ilkbahar veya kış sabahı, eğer namaz kılmıyorsan, eğer sabah saatlerindeki imtihana yetişecek bir talebe değilsen (ki o, gece zaten umumiyetle ders çalışıp sabahlanmıştır ve bu üstün gayret, kılınan -belki de ilk- vakitli sabah namazıyla taçlandırılacaktır. Bu “Bir çiçekle yaz gelmez.” atasözünden bihaber genç, huşu sandığı dilenci hassasiyetiyle kıldığı namaz hürmetine geçer not alacağını boş yere umar) ya da polis değilsen, servis şoförü veya vardiyalı işçi değilsen; toptancı haline koşup mal alarak pazar tezgâhında satacak bir pazarcı da değilsen o saatte ne ayaklanırsın acaba. Ama Dr. Mehmet Öz’ün tavsiyesiyle sabahın köründe yürüyüşe çıkan bir ihtiyar da güneşle uyanmış olabilir doğrusu. Lakin “güneşle” uyanma söz konusu olunca, bu tespitlerimin namazla ilgili kısmı sakıt oluyor; çünkü sabah namazı geçmiş, mekruh vakte adım atılmış bulunuyor. Neyse, burası zaten pek mühim değil (!). İkinci mısrada ortaya çıkıyor ki bu mütenebbih kişi, sabah sabah kırlara uzanacaktır. Konu aydınlandı; adamcağız yürüyüş yapıp oksijen alacakmış. Ama cümlenin zarfı “çılgın gibi.” Kendini “çılgın gibi dağlara vuran” adamın ya deli olması lazım, ya da bir millî sporcu. Üstelik aradaki tezat korkunç. Çünkü “uzanmak” fiilinin bu siyak ve sebak içinde taşıdığı mana, ancak “iddiasızca ve hedefsiz olarak bir yerlere yürüyüp sonra gene ilk hareket noktasına “aptal adım’larla dönmek”tir. İkinci bir mana düşünülemez. Öyle “deli gibi” uzanılmaz. Üçüncü mısrada, adamın içine birdenbire bir “his” doğuveriyor. Milyonlarca histen biri bu: Ama adam galiba aşkı kastediyor. Diğer mısralar, zaten eski zamanlardaki az samanlı çamurdan yapılma duvar sıvaları gibi sapır sapır dökülüyor. Neresini çekiştireyim? Bu kadarı yeter.
Daha ciddî bir örnek vereyim: Osman Nihat Akın, Yahya Kemâl merhumun da takdir ettiği bir güfte şairi ve bestekârdır. 1905’te doğup 56 yıl yaşadığını öğrendim. Yani, müzik tarihimiz göz önüne alınırsa daha dünkü çocuk sayılması gereken bir sanatkâr. Güzel örnekleri üçü beşi geçemeyecek kadar az olan iğrenç nihavent makamının, ezkaza yapılmış parlak şarkı örneklerinden olan bir eseri vardır rahmetlinin:
“….. bir göz beni attı bu derin sevdaya
Benziyor şimdi benim ömrüm uzun rüyaya
………………….görsem, dalarım hülyaya
Benziyor şimdi benim ömrüm uzun rüyaya”
Ortaya, ancak böyle delik deşik bir metin koyabildim. Çünkü okuyanların tamamı, ilk mısradaki yanlışı yapıyor ve üçüncü mısraı (miyan) doğru okuyan şarkıcı olarak sadece Müzeyyen Senar’ı dinledim. (“Ben bînevâyı zindan edersin.” diye mısra icat eden merhumenin, yukarıdaki mısraı doğru okuyabilmesine daima çok şaşarım.)
Bu şarkıyı (icra eden değil) söyleyenlerin acaba kaç tanesinin aklına gelir ki bu güfte aruz vezniyle yazılmıştır ve kalıbı şudur: “fe’ilâtün fe’ilâtün fe’ilâtün fe’ilün.” Bu kalıpta, ilk tef’ilenin “fâ’ilâtün”, sonuncunun “fâ’lün” olabileceğini de laf olsun diye ilave edeyim.
Mezkûr üçüncü mısra, “Yâri karşımda görsem dalarım hülyaya” şeklinde okunuyor ve vezin tepetaklak oluyor. Tamiri için mutlaka “Yâri karşımda görürsem dalarım hülyaya.” veya “Yârimi karşıda görsem dalarım hülyaya.” şeklinde okunması gerekir… Pardon, şarttır. (İnternet’te arayın, sadece Müzeyyen Senar’ın –sesinin güzel olduğu 60 yıl önceki kayıtta- böyle okuduğunu göreceksiniz.)
Ama güftenin ilk mısraının ilk kelimesini, Senar da “güzel” diye okumuş taş plağa. Oysa vezin ve konteks, bu ilk kelimenin, ancak “kara” olabileceğini gösteriyor. Çünkü vezin icabı bu ilk iki hecenin ikisinin de açık olması lazım. Ama ilk hecenin kapalı veya uzun olması da vezin arızası meydana getirmiyor.  Siyah kelimesi, karanın karşılığı olarak daha armonik bir yapıya sahip doğrusu. Bu yüzden de vezin aksamasına boş verip “kara” yerine “siyah”ın kullanılmasını, bir dereceye kadar hoş görebiliriz. Ama bu kelimenin “güzel” olması mümkün değil. Klasik Türk şiirini bir nebze tanıyan adam bilir ki beyitleri oluşturan kelimeler arasında, daima bir münasebet söz konusudur. Böyle bir güftede “sevda” kelimesi varsa onun anlamıyla uyumlu kelime, ancak “kara/siyah” veya ticaretle alakalı bir kelime olabilir. Çünkü sevda, Farsçada “ticaret, alım satım”; Arapçada ise “müennes siyah renk” manasına gelir. Mısrada,” âşığın içine atıldığı bir derin kara-n-lık”tan söz ediliyor. Burada âşık (şair), kendisini Hz. Yusuf’a (AS) benzetmektedir. Zavallı şair, anlayamayanlar için kastını, aslında iyice tavzih ediyor: “Benziyor şimdi benim ömrüm uzun rüyaya.” Aşka düşen fukarayı, Hz. Yusuf’un çileleri beklemektedir. Bunu söylüyor adamcağız. Üstelik sevda kelimesinin, ticaret -alım satım- anlamı, Hz. Yusuf’un köle olarak satılışına işaret etmektedir de kültürsüz şarkıcı (!) bunu nereden bilecek? Hz. Yusuf, atıldığı Mısır zindanında, rüya tabir ederek Allah’ın açtığı kurtuluş yoluna düşer. Rüya motifi, bu sebeple sokulmuştur güfteye.
Kuyu içi nasıl olur? Simsiyah. Bu nasıl bir siyahlıktır? Sevgilinin kapkara gözlerinin bebeği gibi derin, muammalarla dolu bir çukurun göz gözü görmez karanlığıdır.
Bir de ravi ve icracıdan kaynaklanan okuma bozuklukları vardır. Bu tür hata, umumiyetle okuyanın dikkatsizliği, hürmetsizliği veya kibridir.
Halk musikimizle klasik Türk musikimiz arasında kalan, her iki janra da uyan bir eser vardır. Ruhi Su, onun iki mısraını şöyle okurdu:
“Evlerinin önü mersin,
Sular içmem tersin tersin.”
 
İkinci mısraın doğru şekli, “Sular akmaz tersin tersin.” olduğu hâlde, mezkûr müteveffa ve muakkipleri, mısraı “Sular içmem tersin tersin.” diye söylediler, söyler dururlar. “Ha öyle, ha böyle” diyenler olmasa, zaten söyleyemezlerdi. Beyit sonundaki ikilem, bir zarf. Sondaki “n”, enstrümantal hâl ekidir ve ikileme, “ters olarak”, “ters taraftan(tarafa)” anlamı kazandırır. Çorum-Samsun arasında bir “Tersakan Çayı” vardır. Denize değil, karaya doğru aktığı için bu adla anılır. Dolayısıyla mısra, Tersakan Çayı gibi bir ırmak suyunun aksi yöne gidişine işaret etmektedir. Adam gibi denize doğru aksaydı, türküye konu olmazdı besbelli. Suyu tersten içmenin, Türkçedeki tek anlamı, boşaltım organından içmek olur. Bitti. Lafı uzatmak lüzumsuz. Allamesi böyle okursa, cahili nasıl olur?
Münir Nurettin Selçuk rahmetlinin, bizzat Atatürk’ün ağzından derlediği bir Rumeli türküsü vardır. Türkünün ikinci bendindeki şu beyit, arızalıdır ve sebebi, Farsça “deste” ve “beste” kelimelerinin hiç anlaşılmamış olmasıdır. Beyit şöyle:
Ben gülü deste bağladım
Desteyi beste bağladım
 
“Beste” kelimesinin “bağlanmış, topluca sarıp sarmalanmış” diyebileceğim Türkçe karşılığını bilmeyen istisnasız bütün okuyanlar, ikinci mısraın ilk kelimesini “desteye” okudular, okuyorlar. “Deste”nin de “demet” ve “tutam” anlamları bize pek lazım doğrusu. Kaydettiğim doğru şeklin anlamı şudur:  Âşık sevgilisine eli boş gidemiyor ve bir avuç dolusu (tutam, demet) çiçek derliyor bahçesinden. Sonra o “deste”yi (demeti), modern ambalajlardaki “alüminyum folyo” henüz icat edilmediğinden, Bir iple veya bağlamaya uygun bir bitki sırımıyla güzelce bağlıyor. (Aksi hâlde erkek eline sığan bağlanmamış demet, sevgilinin narin eline belki de sığmayacak, dökülüp saçılacaktır.)
Ama bu çok sevimli, sıcacık türkü, okuyucuların “deste” ve “beste” (besten fiilinin mazi sıfat-fiili) kelimelerini basite alıp lügat kullanmamalarından ötürü ağır darbe alıyor. Enteresan olan, kendilerine “çok büyük sanatkârlar” demeye ar ettiğim Münir Nurettin Selçuk ve Münip Utandı bile bu yanlışa düşmüş bulunuyorlar. Bu gafletin sebebi, “beste” deyince akıllarına, sadece “şarkı ezgisi”nin gelmiş olmasıdır. Kaynak kişi olan Atatürk’e, “Desteye beste bağladım.” demeyi, asla yakıştıramam. Bilmem ki şu tespitlerime kim kıymet verip lügate el atar? Hoş, kim okuyacak ki meraka düşsün!..
Urfalıların da bütün kendini Türk hisseden insanlarımızın da hayran olduğu bir türkümüz vardır. Dinlerken insan mest olur. Fakat o türküde de çok büyük ve apaçık bir güfte hatası yapılıyor. İlgili tamiri, görmemek mümkün değil. Nasıl olup da hiçbir türkücü bunu fark edemiyor, hayret:
Urfa dağlarında gezer bir ceylan
Yavrusunu kayıp etmiş ağlıyor yaman
 
Tamire muhtaç olan mısra, ikinci mısra. Türkü, “on birli hece” vezniyle yazılmış, söylenmiş. Ama ikinci mısra, l3 heceli.  İki hece fazla… Neden? Çünkü “yavrusunu” olarak okunan kelimenin son sesi, “eksiz yükleme durumu” olan “n” sesidir. Doğrusu, “yavrusun” olmak zorundadır. “Kayıp etmiş” ibaresinde ise yanlış büyük. Bu ibarenin aslının mutlaka “kaybetmiş” olması lazım ve mısra, şu hâle gelince, problem kalmıyor:
“Yavrusun kaybetmiş ağlıyor yaman”
Uzatılacak ve nota boşluğunu dolduracak olan heceler, ilk hece olan “yav” hecesi ve sonraki kelimenin ilk hecesi olan “kay” hecesidir.
Yarım asır önce, Ferit Kam’ın oğlu Ruşen Ferit Kam, geceleri radyoda “Açıklamalı Klasik Türk Müziği” programı sunardı. Adam, bir klasik Türk edebiyatı mütehassısıydı aynı zamanda. Şimdi ise fraklı, eli sopalı birileri işi devraldı. Meydan, ham şeflere ve şarkıcılara kaldı. Böylece arabesk zevk ve tavır bile, taverna müziği bile artık yadırganmıyor. Kadın üsluplu erkekler, erkek üsluplu kadınlar, inlemelerine devam edip duruyorlar. Şef olarak bir tek Nevzat Atlığ Hoca vardı, o da yok artık. “Türk sanat (san’at değil) müziği” tabiri çıktı çıkalı klasik Türk müziğimiz ölmüştür, öldürülmüştür.
Şu basit ve klasik hakikat bile ne icracılar ve ne de koro şefleri tarafından biliniyor: Klasik ve neoklasik eserlerin güftelerinde bulunan gramatikal ekler, eğer değişik şekilleri bulunan eklerse alternatiflerin, ille de “sedalı ünsüz”le başlayanları tercih edilir.  “Etti o güzel ahte vefa, müjdeler olsun.” şeklinde telaffuz edenin, ipi çekilmeli. “Etdi o güzel ahde vefa müjdeler olsun.” diye okumayanların eline mikrofon verilmemeli. “Gitdin gideli ben deli divaneye döndüm” demeyenin, TRT korosunda işi olamaz. Çünkü “t” sesi sedasız bir sestir; “d” ise, aynı teşekkül noktasında şekillenen sedalı bir sestir. Sedalı ses, ses tellerini titreterek çıkan, kısmen armonik sestir. Bu yüzden ahengi yumuşatır.
İki ünlü arasında kalan sedasız sesler, yumuşar ve sedalı hâle gelirler.
“Çubuğum yok aman yol üstüne uzatam.” olmaz; son kelimenin “uzadam” olması lazım. Takip eden kafiye kelimelerinin de “gözedem” ve “benzedem” olarak telaffuzu şarttır. Güzelim türküyü bozuk okumayan yok.
 Yazık ki musiki güftelerindeki sedalı ses tercihiyle ilgili bu görüşüme “Evet.” diyeceğine iman ettiğim tek şahidim var: Yağmur Atsız Beyefendi.
Meşhur meyhane şarkısındaki “vâ-esefâ” feryadını “vah esef ah” okuyanlara ne demeli? Ama bir zamanlar Ziya Taşkent bile TRT koro şefliği yapmadı mı? TRT korosunda meymenet aranır mı hiç? Ardından Mustafa Erses rahmetli koro şefliğine getirilmişti. Çok ümitlenmiştim, koroyu adam edebilir ümidiyle; çünkü o, en azından çok kaliteli bir klasik Türk musikisi icracısıydı. Lakin o da bulduğu yolda, yani “lay lay lom” seviyesizliğinde kalakaldı. TRT Genel Müdürlerinin ise konu Türk musikisi ise dünyadan haberleri, hiçbir zaman olmadı.
Ah elime, TRT klasik Türk müziği repertuvar müdürlüğü bir geçse!.. Bir tek hafta kalsam o makamda yeter. Mevcut repertuvarın yüzde 95’ini imha için tek hafta bana yeterdi. Güftelerin aruz vezinlerini, hece vezinlerini bozarak okuyan kim varsa; kadın tavrıyla okuyan ne kadar erkek, erkek tavrıyla okuyan ne kadar kadın okuyucu varsa, cümlesinin kayıtlarını demir-çelik fabrikalarımızın haddehane kazanlarında yakarak imha ederdim. Bu tiplerin bizzat kendilerinin de imhası işi, ancak Cenabıhakk’ın kudretiyle gerçekleşebileceğinden, onları bin bir beddua eşliğinde Allah’a havale etmekten ise zaten geri duruyor değilim.
Bilhassa klasik Türk müziği eserlerinin okunuşundaki yanlış telaffuzlar, affedilemez. Bu konuya örnek vermeye kalktığım anda, aklıma, III. Selim Han Hazretlerinin, suz-i dilârâ yürük semaisi geliyor.
Ab ü tab ile bu şeb haneme canan geliyor
Halvet-i ülfete bir şem’-i şebistan geliyor
Perçemi ziver-i duş ü nigehi afet-i huş
 
Üçüncü mısra olarak kaydettiğim ibaredeki “vav-ı atıfa (bağlaç)”, yarı cahil, kara cahil şair veya şiir meraklılarının derledikleri cönklerde sürekli yaptıkları gibi terkip i’si (-i) şeklinde okunuyor. Besbelli ki güfte, ciddi sanatkârların önüne de bu yanlış şekliyle konulmuş bulunuyor. Ama kim okursa okusun (Bekir Sıtkı Sezgin ve Münir Nurettin Selçuk dâhil), ağzından çıkanı, mana bakımından kulağının duyması gerektiği hususuna dikkat etmelilerdi, etmeliler. Hoş şu anda bu eseri, “Yağdır Mevla’m su”, “Bak yeşil yeşil” diyen Ahmet Özhan veya Emel Sayın mı okuyacaklar. Emel Sayın’ın, bu eseri müstekreh şekilde okuduğunu işittim. Dinlenecek gibi değildi.
Mısraın anlamına bakalım: “O, mutantan bir edayla girdiği padişah (âşık) halvethanesini aydınlatan sevgilinin uzun saçları, onun bembeyaz omuzlarını süslemekte ve bakışı da akıl sahiplerinin aklını darmaduman etmektedir.” Yani ilk üç kelime, sevgilinin omuz tavsifindedir. İkinci üç kelime ise onun bakışlarını vasfetmektedir. Bu iki ayrı tavsifin arasına, ancak “ve” bağlacı (vav-ı atıfa) girebilir ki şiirde bu bağlaç “ü” dür. Şu anlamı, Münir Nurettin veya Bekir Sıtkı Sezgin bile nasıl bilemediler, düşünemediler anlayamıyorum. Her ikisi de birer musiki âlimi ve emsalsiz üstatlar olarak böyle okumuşken ört ki ölem.
Klasik Türk musikisi eserlerini okurken ağzındaki kelimenin son hecesini sündürüp bir sonraki tek heceli kelimeyi yutanlar bile var. Bunu yapan adamın, aruz veznini bir rivayet olarak dahi işitmiş olması mümkün mü?
Ankara’nın “Misket” oyun havasındaki “hezen” kelimesini sorup öğrenmeyenlerin haddi hesabı yok.
“Caminin ezeni (!) yok”, diye bağıran adamın (kadının), ikinci kelimeyle “ezan”ı kastettiği açık. Daha doğrusu “hezen” (çatıyı tutan direk) kelimesini bilmemektedir. Oysa dedesi, ebesi mutlaka biliyorlardı. Adama (kadına) “Kardeşim, ezansız cami olur mu?” diyecek hiç kimse çıkmaz ne hikmetse?..
“Başını da yesin bu sevda” saçmalığında ise “sevda”nın, gayda (kaide) kelimesinin yerine geçtiği belli. “Gaydalanmak” kelimesinin, “caka satayım derken işi gücü unutup kırıtmak” anlamına geldiğini kaç türkücü düşünür? Adım atışında bile bir kibir ve manken estetiği bulunan güzele ulaşmak mümkün olamayacağına göre, ona ancak hasretle ve hasetle “Yaktın beni kız; boyun devrilsin!” denilebilir.
Beylikler devrinden kalma bir muhteşem türkümüz vardır: Ferahi. Aklımda kaldığına göre bu türküyü ilk defa Müzeyyen Senar okumuş. Müzik kulağı müthiş olduğu için, tam sahneye çıkacakken kendisine bu türküyü mırıldanan bir büyüğünün okuyuşunu ezberlemiş ve anında sahnede ilk defa okumuş. Kendi ağzından böyle işittik. Fakat gene kendi ağzından kaydıyla naklen yazılıp anlatılan başka rivayetler de var.
Bu türkünün birinci bendi şöyledir; ama herhalde manası kavranamadığı için uzun zamandır okunmuyor:
Odasına varamadım gocadan
Türkmen kızı ne bakarsın bacadan
 
Âşık, muhtemelen omzunda sazıyla konaklayacağı, karnını doyuracağı, geceleyebileceği bir mekân kollamaktadır. Karşıdaki çadırın penceresinden kendisine bakan kızı fark edince, -muhtemelen çok masumane bir merak eseri olan- bu bakış, onu fitnelendirir. Fakat herkes işe güce koşmuş olsa da herhâlde evi çekip çevirmekle muvazzaf genç kızın başına, bir goca (koca, ihtiyar) nöbetçi olarak dikilmiştir. Bu türküyü söyleyenlerin büyük çoğunluğu goca’yı anlayabilir; fakat baca’yı nereden bilecek. Onun bildiği baca, evin çatısındadır ve “bacadan bakan kız”ın boyu, hiç değilse 3 metre olmalıdır. En iyisi bu saçmalığı hiç okumamaktır. Aynı okuyucu, Muazzez Türüng derlemesi olan “Mektebin bacaları, ders verir hocaları” türküsünü söylerken de gözünün önündeki okul, dumanı tüten üç beş bacalı bir İstanbul ilk mektebidir muhakkak. Onu yadırgamaz bu sebeple. Yıkık dökük, tek derslikli, hem öğretmeni, hem müdürü, hem müstahdemi aynı vatan evladı olan ve fukaranın barındığı tek odalı lojmanı da dersliğe yapışık bulunan eski köy okulları, hiç aklına gelmez.
Emrah’ın bir müstezadı, inanılmaz derecede güzel bestesiyle okuyanı da dinleyeni de mest eder, etmelidir. Ama gene lügate bakmayı bilmeyen okuyucular, aruz da bilmediklerinden, okurken fahiş hatalar yaparlar. Doğrusunu yazarak eğri okumaları parantez içinde vererek bu bahsi kapatayım:
Aşkın ezeli âşıka ilham-ı Huda’dır… bir neşv ü nemadır.  (Huda: Allah) (neşenümâ söylenişi, “neşe gösteren” anlamıyla konteksi bozuyor.)
Tahkik (tahkiki okunuyor ki o da yanlış; “kaf”lardan ötürü “tahkikı” olmalı.) gönül şehrine pür-nur u zıyadır minhac-ı hüdadır. (hüdâ: Arapça “doğru – yol-”)
Hoca beni ta’n eyleme kim mescide gelmez… rah-ı Hak’ı bilmez. (Hakk’ı okunuşu, vezni bozuyor. Doğru şekil “Hak’ı”dır.)
Ben mu’tekifim gûşe-i meyhane banadır… mescit de sanadır. (Köşe-yi okunuşu yanlış.)
Emrah kuru laf istemez illa hüner ister…  yani dürer ister.
Gerçi delice manada cüheladır…  amma şüeradır.
Son mısra, problemleri olan bir mısra. Kim tamir edecek bilemem; ama ben şöyle tamir edebiliyorum:
Gerçi delice manada hayli cüheladır… amma şuaradır.
Bu dünyalar güzeli müstezadın mutlaka doğru okunuşla ve tamir edilmiş şekliyle icrası şart. Okuyucular olarak büyük üstat Mükerrem Kemertaş ve oğlu Tuncay Kemertaş yeterler doğrusu.  Ama metnin düzeltilmesi, bin yıl sonra da “İşte bizim halk musikimiz!” diyecek helal süt emmiş ahlafa büyük hizmet ve ikram olacaktır. 
Metin tamirinde iki dayanak kullanılır. Birincisi anlam; ikincisi vezin. Bunlara bir de “kafiye” kelimesini ilave etmek mümkün. Müstezat nazım şekli, aruzun “mef’ûlü mefâ’îlü mefâ’îlü fe’ûlün… mef’ûlü fe’ûlün” kalıbıyla yazılır. Bu, bir mecburiyettir. Bu sebeple müdahalelerim, son derce basit ve mekanik müdahalelerdir. Son mısraa ilave ittiğim “hayli” kelimesi, benim uydurduğum bir makul kelimedir. Daha iyisini bulan çıkarsa (Patlıcan soyma sempozyumuna yetiştireceği bildiriyle meşgul ulema, böyle şeylerle ilgilenecek değil ya.), ona ancak minnet ve şükran duyarım.
Ne yapmalı? Çalıştığım Gazi Üniversitesi’nin klasik Türk Müziği Konservatuvarında bile bir “Güfte telaffuzu, tamiri ve şerhi” dersi yok; olmadı, olamadı. Bilaücret bu derse talip olmak için sağda solda vazifeli bir iki tanıdığımla konuştum; fakat ortadaki problemi görecek göz, anlayacak idrak varsa da kim bilir nerededir; ümidi kestiğimden, benim için artık sadece seyir zamanı.
Üniversitemin klasik korosu, bir programın repertuarını bastırmıştı bir vakitler. Baktım ilk eser şuydu: “Vur pençeyi Ali’deki şemşir aşkına – Gülbank-i âsmânı tutan pir aşkına.” Beytin, Yahya Kemal’in “İstanbul’u Fetheden Yeniçeriye Gazel” başlıklı şiirinin ilk beytiyle neredeyse alakası yoktu. Doğrusu şöyle olmalıydı:
“Vur pençe-i Ali’deki şemşir aşkına
Gülbangi âsmânı tutan pîr aşkına”
 
(Ali’nin elindeki Zülfikâr (k’sı kalın okunacak)  aşkına vur! Nasihat ve dua nidaları yeri göğü inleten (Yani Allahüteala nezdinde itibarı bulunan) yüce mümin-muvahhit-abit-zahit-arif Hacı Bektaş Veli Hazretlerinin aşkına vur!)
Kendi başına merhem süremeyen bir kel olarak “Buyurun cenaze namazına!” demekten başka çarem olmadığını itiraf, sanırım tek çarem. Böyle tuhaf dikkatlere yönelmek, benim gibilerin haddi olacak değil ya. “Angara’nın bağları da büklüm büklüm yolları” söyleyip dinleyerek gaşyolan, 1500 sempozyumla Yunus Emre’nin yattığı yeri hâlâ keşfedememiş; Hacı Bektaş Veli Hazretlerinin mübarek gerçek kimliğini, 500 sempozyuma rağmen hâlâ tebellür ettirme ihtiyacı hissetmemiş  bir yığın saygın(!) prof. ortadayken bana da ne oluyor böyle?..  Öyle olsun bakalım.