TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ VE MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİ

30 Mayıs 2015 11:08
Okunma
5872
TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ VE MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİ


Mehmet ÖZGEDİK

  MİLLET VE DEVLET
  Tarihe baktığımızda her milletin bir devleti olmuştur.  Devleti olmayan kavimler millet seviyesine ulaşamamış  ya tarihten silinmiş veya etnik unsur olarak başka milletlerin arasında yaşamıştır.  Milleti devlet oluşturmamış,  aksine milletler devletlerini kurmuştur.  Tabiatıyla devletlerini kuran milletler,  milletleşme süreçlerini daha hızlı tamamlamışlardır.  Bu sürecin –Birleşik Devletler(ABD) ile İsviçre dışında- istisnası yok gibidir.  Muhtelif unsurlardan meydana gelen ABD,  İngiliz kültürü etrafında bir Amerikan milletini oluşturmuştur.  İtalyan,  Fransız ve Alman kantonlarının birleşmesinden meydana gelen İsviçre,  kaideyi bozmayan bir istisna olup kendine has bir devlettir ve İsviçre milleti diye bir millet de yoktur.  Suni olarak oluşturulan Belçika -Avrupa Birliği’nin üyesi ve başkenti NATO’nun merkezi olmasına rağmen- bölünmenin eşiğindedir.
  Türkler,  milletleşme sürecini en erken tamamlamış milletlerden biridir.  VI.  yy. den itibaren,  aynı kültürü paylaşan boylar Türk,  hâkim oldukları coğrafya da Türkiye diye anılmıştır.  Kurdukları bazı devletlere hanedan ve boy isimleri verilmesine rağmen yabancılar tarafından Türk olarak anılmışlardır.  Diyar-i Rum(Roma ülkesi) olarak anılan coğrafya Oğuz boyundan Selçukoğulları tarafından fethedilip vatan yapılmasına rağmen Selçukya veya boy adı olarak Oğuzya denmemiş,  doğu kesimine Türkmenya,  geneline de Türkiye denmiştir.  Araplara Türkçe öğretmek için Kâşgarlı Mahmud tarafından yazılan ansiklopedik sözlüğe –boylara göre çeşitli ağızların bulunmasına rağmen- Divanü Lügati’t-Türk yani Türkçe Sözlük adı verilmiştir.  Bütün bunlar gösteriyor ki Türk adı,  bir milletin adı olmuştur.
  Türkler,  devleti kutsal bilmişlerdir.  Bu nitelemeyi,  devlete ilahî bir güç katmak için değil,  devletin önemini belirtmek için kullanmışlardır.  Türklerde devlet,  millet için vardır.  İl(devlet),  töre(hukuk) üzerinde kurulur.  İlin ve törenin bozulması,  milletin felakete sürüklenmesi anlamına gelmektedir.  Devletin görevi; iç ve dış güvenliği sağlamak,  ili ve töreyi korumak,  milletin refahını sağlamaktır.  Bu bakımdan,  Türk devletleri,  kurulduğu günden beri milliyetçi bir tutum içinde olmuşlardır.  Tarihte bu görüşü doğrulayacak çok örnekler vardır.  Ancak Orhun Yazıtları arasında yer alan Bilge Kağan Yazıtı, bu anlayışın temel beyannamesi konumundadır. İslamiyet’in kabulünden sonra da bu dinin adalet ve hak kavramlarını samimiyetle benimseyerek, devlet yönetim anlayışlarını geliştirip pekiştirmişlerdir.
  TÜRK DEVLETLERİNDE YÖNETİM
  Genel olarak her devletin millî ve üniter yapısı vardır. Millî devlet yapısının son devirlerde ortaya çıktığı iddiası dayanaksızdır. Devletlerin imparatorluk yapıları da bu tespite aykırı düşmez. Dünyanın en büyük emperyal devletlerinden olan Osmanlı Devleti de bu niteliktedir. Bu değerlendirme, günümüz verilerine göre ve Aristo mantığı ile bakanlara, aykırı gelebilir. Osmanlı Devleti’nin kazandığı nitelikler binlerce yıllık Türk devlet tecrübelerine dayanmaktadır.
  Türklerde vatan, egemen oldukları coğrafya parçası idi. O bölgenin halkı, egemenlik zamanı gibi hususlar dikkate alınmazdı. Nereye bayraklarını dikmişlerse orayı vatan görmüşlerdi. O toprakların sahibi de kendilerine yönetim yetkisi olarak Tanrı tarafından verilen kut’lu sülale idi. Bu bakımdan devletin toprakları kut sahibi olanların arasında bölüşülebiliyordu. Devlet, merkeze bağlı olmakla beraber geniş yetkileri bulunan, beylik diyebileceğimiz idari bölümlere ayrılmıştı. Bu bir bakıma konfederal sistemdi. Federe devletçikler, herhangi bir etnik unsura dayanmamasına rağmen Türk devletlerinin bölünüp dağılmasına ve sonunda yıkılmasına sebep oluyordu. Esasen günümüzdeki devletler de aynı akıbetten kurtulamamışlardır. Farklı etnik ve millî unsurlara dayalı federal devletler, kurucu ve başat unsurun zayıflaması sonucunda dağılıp gitmektedir. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği bunun en belirgin örneğidir.
  Türk devletlerindeki konfederal sistem, Selçukluların son zamanlarına kadar devam etmiştir. Ancak bu sistemin devletin devamlılığının sağlanmasında olumsuz rol oynadığı fark edilmiş, fakat önlememişti. Osmanlılar, sülale meselesini aile(hanedan ailesi)ye indirmişlerse de zamanla ondan da vazgeçerek, ülke topraklarının yegâne sahibi olarak hakan kabul edilmiştir. Böylece ülkenin üzerinde padişah ailesinin mensuplarının hak iddia etmesi hukuken önlenmiştir. Kardeş katli meselesinin köklerini buralarda aramak gerekmektedir.
  Osmanlı Devleti, dünyanın en katı merkeziyetçi devletlerin başında gelir. Özerklik(muhtariyet) gibi görülebilecek bazı uygulamalar yanıltıcı olmaktadır. Mahallî idarelerin başına merkezden atama yapılıyor, bütün yetkilerini merkezden aldığı izin çerçevesinde kullanabiliyorlardı. Bahse konu yöneticilerin unvanlarının sancak beyi, beylerbeyi, han, ban, melik, emir vb. olması sonucu değiştirmiyordu. Başarısız olan, merkezin koyduğu kuralların dışına çıkan derhâl görevden alınıyor, çok zaman hatalarını hayatları ile ödüyorlardı. Bu bakımdan Osmanlı Devleti’nin üniter anlayışla yönetilmediğini söylemek oldukça zordur.
  Türklerde, hiçbir zamanlarında, Türkleştirme, hatta İslamlaştırma politikaları olmamıştır. Türkler asimile olmuşlar, fakat asimile etmemişledir. Yalnız yönetim anlayışlarından ve insani yaklaşımlarından dolayı kültürleri ile çevre unsurlarını etkilemişlerdir. Kafkaslar’da Hazarların, Rusya’da Altın Orda’nın, Orta Doğu ve Balkanlar’da Osmanlının etkilerini görmek mümkündür. Hatta bu bölgelerde hangi kavmin Türk ve başka etnik unsurlardan olduğunu çıkarmak oldukça müşküldür. Hâl böyle olmakla beraber Osmanlı ve diğer Türk devletlerinin millî nitelikte olmadığını ileri sürmek tarihî ve sosyal gerçeklere uygun düşmemektedir:
  1. Osmanlılarda eğitim dili, çağın gelenekleri gereği, Arapça olmakla beraber, devlete yönetici yetiştiren enderunun eğitim dili Türkçedir.
  2. Hareme kabul edilen kız çocuklarına ilk defa Türkçe öğretilirdi.
  3. Belli usullere göre devşirilen çocuklar, önce Türkçe öğrensinler diye Türk ailelerin yanına verilirdi. Buna Türk’e vermek deniyordu.
  4. Devletin resmî dili Türkçe idi. Dili ne kadar ağdalı olursa olsun edebiyat dili de Türkçe idi. (II. Murat’ın Türkçe ile ilgili hassasiyetinden başlayan harekete Türk Rönesansı dendiğinin unutulmaması gerekir. )
  5. Bütün devlet kayıtları Türkçe tutulmuştur.
 
  Meseleye çağın şartları içinde bakıldığında klasik dönem Osmanlı Devleti’nin millî olmadığını söylemek isabetsizdir. Yenileşme döneminde Türkçe eğitim ve öğretimin yaygınlaşması ile durum daha da pekişmiş, nitekim 1876 Anayasa’sında devletin resmî dilinin Türkçe olduğu belirtilmiş, Türkçe bilmeyenlerin devlet memuru olamayacağı da o zamanlarda kayda geçirilmiştir.
  MİLLİYETÇİLİK
  Milliyetçilik her zaman vardı. Ancak felsefi temelleri, ilmî dayanakları Fransız İhtilali’nden sonra atılmıştır. Bundan sonra bütün milletler,  milliyetçilik cereyanının etkisi altında kalmıştır. Osmanlı Devleti’ndeki çeşitli unsurlar da bu etkiden kurtulamamıştır. Devletini gücünün zayıflaması ve büyük devletlerin tahrik ve teşviki ile ayrılıkçı hareketlerin başlıca itici gücü olmuştur.
  Osmanlı Türk aydınlarında da milliyetçilik etkisi görülmeye başlamıştır. İlk zamanlarda vatan kavramı objektif verilere oturtulmaya çalışılmış, Osmanlılık düşüncesi işlenmiştir. Yenileşme hareketlerine paralel olarak, milliyetçilik adı konmamakla beraber, Türkçecilik yapılmış, halktan kopuk ağdalı dilin terk edilmesi için gayret gösterilmiştir. Fakat özellikle Müslüman olmayan unsurlar arasında milliyetçilik hızla yayılmış; düşünce safhasından çıkmış, iş fiiliyata dökülmüştü. Türkler ise aman devlet dağılmasın diye milliyetçilik düşüncesine soğuk bakıyor, hatta milliyetçilik düşüncesinin Türkler arasında yayılmasını engelliyorlardı. Sanıldığı ve ısrarla vurgulandığı gibi milliyetçilik hareketini Türkler başlatmamışlar, Türkler en sonra ve çok geç kalarak milliyetçilik yapmaya başlamışlardır. Türkiye’nin dünkü ve bugün sürüklenmek istenen durumunu değerlendirmek için, bu gelişmeleri gözden geçirmek gerekir:
  1. Türk aydınları, diğer unsurlar tedirgin olmasın diye, Türkçülük yapmamışlar, vatandaşlık esasına dayalı Osmanlıcılık düşüncesine sarılmışlardır. Fakat Balkan felaketi ve bazı iç isyanlardan sonra vatandaşlık esasına dayalı düşüncelerle millî birliğin sağlanamayacağını, devletin de ayakta tutulamayacağını kabul etmek zorunda kalmışlardır.
  2. Türkler, XI. yy.den bu yana Müslüman dünyasının savunmasını omuzlamışlar, Haçlılara karşı göğüs germişlerdi. Osmanlı Türk hakanı da halife idi. Balkan Savaşlarından sonra, Osmanlı ülkesinin hiçbir yerinde gayrimüslimler çoğunlukta değildi. Bu durum karşısında, devleti ayakta tutmak için İslamcılık yapmak gerektiğini kuvvetle iddia edenler olmuştur. (İslamcıların tamamının koyu dindar olduğunu söylemek gerçeklere aykırıdır. Bunlar da devletin kurtuluşu için bu yolu benimsemişlerdi. )Ancak bazı Müslüman unsurlarda da milliyetçilik yayılmaya başlamış, ayrılıkçı temayüller artmıştı. Çıkar yol olmadığı görülüyordu. Birinci Cihan Harbi ile İslamcılık cereyanı tarihe karışmıştır.
  3. Avrupa’nın ve özellikle Rus esaretinde bulunan Türk aydınlarının etkisi ile –ki bunların önemli bir kısmı ciddi eğitim görmüş kişilerdi- Osmanlı Türk aydınları arasında Türkçülük düşüncesi yayılmaya başlamıştır.  Türk milliyetçiliğini ilmî temellere Diyarbakırlı Ziya Gökalp oturtmuştur. Dernekler ve yayınlar aracığıyla milliyetçilik düşüncesinin ülke sathında yayılmasını sağlamışlardır. Devrin güçlü siyasi kuruluşu İttihat ve Terakki Cemiyeti(Partisi)ni de derinden etkilemişlerdir. Yönetime gelen İttihat ve Terakki, İslamcılıkla Türkçülüğü paralel yürütmüştür ancak genç nesil daha çok milliyetçi ağırlıklı düşüncelerle yetişmiştir.
  Millî Mücadele bu genç milliyetçilerin üstün gayreti ile kazanılmış, Cumhuriyet de bu gençlerin omuzları üzerinde kurulmuştur. Cumhuriyet, gerçek anlamda Türk millî devletinin kuruluşudur.
  CUMHURİYET’İN KURULUŞ YILLARI VE SONRASI
  Birinci Cihan Harbi’nde Osmanlı Devleti yenilmişti. Artık imparatorluğu kurtarmak mümkün değildi. Türkiye’nin her tarafı işgal edilmişti. Millî Mücadele ile imparatorluğu değil, ana yapıyı kurtarmak hedeflenmişti. Son Osmanlı Meclis-i Mebusanının vermiş olduğu Misakımillî kararı ile çizilen vatan parçasını kurtarmak üzerinde yoğunlaşıldı. Bu hedefe tam olarak ulaşılamadı. Hatta Boğazların egemenliğini de tam olarak sağlanamadı. Müstevlilerin amacı Türk milletini Türkiye coğrafyasından söküp atmaktı. Yüzyıllarca süren Şark Meselesi aslında Türk meselesi idi. Cumhuriyet’i kuranlar bunun şuurunda idiler. Dolayısıyla ilk hedefleri Türklük üzerine kurulmuş millet şuurunu uyandırıp pekiştirmek istiyorlardı.
  Cumhuriyet; olmayan bir milleti değil, var olan millete millî şuur ve duygu kazandırmak için gayret etmiştir. Günün siyasi ve sosyal şartları gereği yapılan bazı uygulamalar, bu hedeften sapıldığını göstermez. Cumhuriyet’in ortaya koyduğu millet fikri, Batılıların anladığı anlamda bir biyolojik ırk esasına dayanmıyordu. Kültür, tarih ve kader birliği içinde yaşamış insanların mensubiyet şuuruna dayalı bir millet anlayışını hâkim kılmak için gayret gösterilmiştir. Bunun için “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halka Türk denir.” hükmü Anayasa’ya konmuştur. Atatürk’ün manifestosu niteliğinde olan Onucu Yıl Nutku, ”Ne mutlu Türk’üm diyene!” hitabı ile bitmektedir. Bu nutuk, Atatürk’ün, dolayısıyla Cumhuriyet’in anladığı millet tarifini açıkça ortaya koymaktadır. Atatürk, ölümüne kadar Türk milletine millî şuur kazandırmak için çalışmıştır. Dış politikada da aynı yolu takip etmiş; bağımsız ve dengeli bir diplomasi ile Türkiye’nin itibarını yüksek tutmuştur. Hatay ve Boğazlar meselesinde olduğu gibi, şartlar uygun bulunduğu zamanlarda, Misakımillî hedeflerine ulaşılmaya çalışılmıştır.
  Atatürk’ten sonra bu politikalar gereği gibi uygulanamamıştır. İkinci Dünya Savaşı’nda Ruslar ilerlemeye başlayınca, öğrenci gösterileri bahane edilerek, Türk milliyetçilerinin ileri gelenleri tutuklanmıştır. Milliyetçiler ırkçılık ve Turancılıkla suçlanmıştır. Esas itibarıyla Türk milliyetçiliğine sempati duymayan İnönü’nün basiretsiz tutumu ile milliyetçiler sindirilmek istenmiştir. Ancak tam ters etki yaratmış, gençlik milliyetçilerin yanında saf tutmuştur. 44 Hadiseleri (1944) diye anılan bu gelişmeler, Türk milliyetçileri için bir yeniden doğuş niteliğini taşımaktadır. Bu hadiseler sırasında tutuklananlardan Tarihçi Mütefekkir Atsız ile o zamanlar genç bir subay olan Alparslan Türkeş, öne çıkan isimlerdendi.
  İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya iki cepheye bölünmüştür: Sosyalist(komünist, Doğu Bloku, Sovyet Rusya), Hür Dünya(Demokrasi, Batı Bloku, ABD). Atatürk’ten sonra Batı’ya yanaşan İnönü, Rusya’nın tutumundan dolayı, yönünü tamamen Batı’ya çevirmiş, Batı Bloku içinde kendine yer aramaya başlamıştır. Bu gelişmenin ilk adımı olarak da çok partili siyasi hayata geçilmiştir. Her siyasi partide milliyetçi isimler bulunmakla beraber, milliyetçilik felsefesine dayalı bir siyasi parti bulunmamaktadır. Bu partiler arasında, daha millî, en azından mahallî motifler taşıyan Millet Partisi de yer almaktadır.
  1950 seçimlerinden sonra Demokrat Parti iktidara geldi. DP iktidarından sonra milliyetçiler bir çatı altında toplanmak için Türk Milliyetçiler Derneği adı ile bir dernek kurdular. Kısa sürede yurt çapında yayılan dernek DP tarafından gülünç bir ceza ile kapattırılmıştır. Anlaşılmıştır ki Türk milliyetçilerinin kurum olarak varlık göstermesine tahammül yoktur. 1931yılında kendini fesheden Türk Ocağı, 1949 yılında yeniden açılmış olmakla beraber, ülke çapında etkili olamamıştır.
  1960 ASKERÎ HAREKETİ
  DP, 1956’ya kadar ülkeyi yönetmede başarılı olmuş, halkın teveccühünü kazanmıştı. Fakat bu başarılı çalışmaları devam ettirmede zorluklarla karşılaşmıştı. Gittikçe memnuniyetsizler artıyordu. 1957’de erken seçim kararı verilerek genel seçime gidildi. 1957 Seçiminde DP iktidarını korudu, fakat ağır bir yara aldı. Meclisteki ezici çoğunluğunu kaybetmiş, CHP güçlenerek çıkmıştı. DP, gittikçe sertleşmeye başladı. Muhalefete baskılarını artırdı. Demokrasiye aykırı uygulamalara saptı. DP’ne yakın hukukçuların tavsiyelerini DP ileri gelenleri tarafından dikkate alınmadı. Ülke âdeta ikiye bölünmüştü. Sokak hareketleri başladı. Bu kargaşa ortamında, ordu içindeki genç subaylar Orgeneral Cemal Gürsel’in başkanlığında bir askerî harekâtla hükûmeti devirdi. Böylece ihtilalcilerden kurulu Millî Birlik Komitesi ülkenin yönetimini ele aldı. Bu komitede yer alan ve darbeden sonra Başbakanlık Müsteşarı görevini üstlenen, Alparslan Türkeş’in adı öne çıkmıştı. 1944 Olaylarında milliyetçi görüşleri sebebiyle tutuklanan Türkeş, komitenin ikinci adamı konumunda gözüküyordu. Halk arasında “ihtilalin kudretli albayı” olarak tanınmıştı. Ancak bir iç darbe ile 14’ler diye anılan Türkeş ve arkadaşları emekliye sevk edilerek komiteden ihraç edildi.  Elçiliklerde görev verilerek Türkiye’den uzaklaştırıldılar. Aslında bu, bir sürgündü. Milliyetçi fikirleri ile tanınan bu subayların tasfiyesinde CHP’nin rolü olduğu ileri sürülmüştü.
  14’ler yurt dışında da çalışmalarını sürdürdüler. Türkeş tabii liderleri olarak gözüküyordu. Milliyetçi kesimin önemli bir kesimi de Türkeş’i Türk milliyetçilerinin tabii lideri olarak benimsemişti. 14’ler yurda dönünce bir siyasi parti çatısı altında toplanacağı konuşuluyordu. Nihayet yurda döndüler. 14’lerin önemli bir kesimi Türkeş’in yanındaydı. Yeni bir siyasi parti kurup teşkilatlanmanın zor olduğunu düşünenler, kurulu bir siyasi partiye katılmanın uygun olacağı görüşündeydiler. Osman Bölükbaşı’nın ayrılması ile gücünü önemli ölçüde yitiren Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi(CKMP)ne katılmayı uygun görüyorlardı. Nitekim öyle de oldu.
  MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİ
  CKMP, Türkiye’nin köklü siyasi partilerinden biri idi. Millet Partisi adıyla 1948 yılında kurulmuştu. 1954’te sudan bahanelerle kapatıldı. Yerine Cumhuriyetçi Millet Partisi kuruldu. Bu parti 1958 yılında, Türk milliyetçilerinin toplandığı bir siyasi parti olan Türkiye Köylü Partisi(Kuruluşu, 1952) ile birleşerek Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi adını aldı(1958). CKMP’nin tabanı muhafazakâr kesimdi. Parti yöneticileri de milliyetçi, muhafazakâr ve liberallerden oluşuyordu. Seçimlerde kayda değer bir başarı gösterememesine rağmen, ülke yönetimi hakkında ciddi çağdaş teklifleri vardı: Kuvvetler ayrılığı ilkesini, çift meclisi, hukukun üstünlüğünün korunmasını, Anayasa Mahkemesinin kurulmasını savunmuştur. CKMP’nin teklifleri 27 Mayıs Anayasa’sında yer almıştır. Türkeş ve arkadaşları böyle bir yapıya sahip partiye katılmış oluyorlardı. Katılımdan sonra toplanan genel kongrede Türkeş Genel Başkan seçilmiş, arkadaşları da Genel İdare Kurulunda yerini almıştır.
  Türkeş’in partiye girmesinde önce iki düşünce üzerinde duruluyordu: Bir dernek kurup yurt çapında yayılarak siyasi bir parti için altyapı hazırlamak veya kurulu bir siyasi partiye katılıp siyasi faaliyete devam etmek. İkinci düşünce galip gelmiştir. Çünkü vatanın harcında ve Cumhuriyet’in kuruluşunda alın terleri bulunan Türk milliyetçilerinin itilip kakılmadan kurtulması ve partilerde dolgu malzemesi olarak kullanılmaması için bir an önce partileşmek isteniliyordu. Ancak Türkeş’in daha çok birinci fikre yakın olduğu yakın çevresi tarafından bilinmekteydi. Bu konudaki çalışmalara daha Millî Birlik Komitesi sırasında başlamış Ülkü ve Kültür Birliği adı ile bir dernek kurulmasına önayak olmuştu. Fakat iç darbe sebebiyle bu teşebbüsü akim kalmıştı. Şimdi şartların zorlamasıyla partileşmek fikri benimsenmiştir. Türkeş, dernek aracılığıyla yaymak istediği milliyetçilik düşüncesini parti kanalıyla yapmak istediği anlaşılacaktı.
  CKMP, muhafazakâr ve milliyetçi tabana oturmasına rağmen partinin felsefesi milliyetçilik üzerinde kurulmamıştı. Türkeş ve arkadaşları CKMP’ye taze kan olmak için girmemişlerdi. Partiye yeni bir kimlik ile milliyetçilik esasına dayalı yeni bir muhteva katmak gerekiyordu. 1969 Adana Kurultayında partinin adı ve amblemi değiştirilerek temel felsefesi milliyetçilik üzerine oturtuldu. Partinin amblemi üç hilal, adı da Milliyetçi Hareket Partisi(MHP) olmuştur. 12 Eylül cuntacı generalleri tarafından kapatılmış, fakat yeniden açılmıştır.
  TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN MİSYONU
  Türk milliyetçiliği, bir sosyal sınıfa dayalı veya Avrupa’da olduğu gibi, bir burjuva hareketi değildir. Vatan ve millet savunmasına dayalı bir aydınlar hareketidir; kökü millettedir. Milletin bütün maddi ve manevi meseleleri ile ilgilidir. Milliyetçilerin hayal içinde yüzdükleri, ayaklarının yere basmadığı, hamaset yapmakla vakit geçirdikleri iddiası, tamamen algı saptırması ile ilgilidir. Vatanın ve milletin istiklalinin tehlikede olduğu zamanlarda millî şuuru beslemek, kamçılamak kaçınılmazdı. Buna rağmen, milliyetçi şairler, yazarlar ve düşünürler,  milletin her meselesi ile ilgilenmişlerdir. Yoksulluk, çevre, geri kalmışlık, iyi insan yetiştirme, cahillik ve hurafelerle mücadele, eğitim konularını sık sık işlemişlerdir. Türk milliyetçilerinin misyonunu kısaca şöyle özetleyebiliriz:
  1. Millete Türklük şuurunu kazandırmak. Osmanlılık ve ümmet anlayışı içinde unutulmaya yüz tutmuş Türklük ateşini yeniden yakmak.
  2. Ülkenin ve milletin bütünlüğünü korumak. Milleti ülkü ve kültür birliği içinde geleceğe hazırlamak.
  3. Her alanda çağdaşlaşmak. Millî ve manevi değerleri çağdaş bilimin verileri ile değerlendirip korumak, geliştirmek.
  4. Kalkınmayı sağlamak; refahlı bir toplum oluşturmak.
  5. Her alanda bağımsız bir Türkiye’yi yaratmak.
  6. Milletin kendisine ve devletine güvenini pekiştirip geliştirmek.
 
  Türk milliyetçilerinin düşünceleri her zaman uygulama imkân ve fırsatı bulamamıştır. Atatürk’ten sonra da bu düşüncelerden uzaklaşıldığını söylemek,  isabetsiz değildir. Çok partili dönemde de popülizm yapılarak halkın algısı saptırılmıştır. Bu bakımdan Türk milliyetçilerinin bir siyasi çatı altında toplanması bir zaruret olmuştu. MHP, bu ihtiyaca cevap verecekti.
  MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİNİN MİSYONU
  CKHP, millî bakiye adı verilen seçim sistemi içinde Mecliste grup kurmayı başarmıştı. Ancak seçim sisteminin değiştirilmesinden sonra bu başarıyı gösteremedi. 1969 Seçimlerinde sadece Genel Başkan Alparslan Türkeş Meclise girebildi. 1973 Seçimlerinde ise üç milletvekili ile Mecliste temsil imkânını buldu. Oyları hatırı sayılır bir şekilde yükselmiş, ancak istenilen seviyeye ulaşılamamıştı. Halk; AP ve CHP içinde kümelenmiş; oylar bölünmesin, istikrar bozulmasın endişesi ile diğer partilere iltifat etmemişti. 1965-1969 arasında ciddi anlamda kalkınma sağlanmış olmakla beraber, ülkede huzur sağlanamamıştı.
  1960 Anayasa’sının sağladığı geniş hürriyet ortamında çeşitli düşünce akımları boy göstermeye başlamıştı. Bunların başında Marksist-sol kesim geliyordu. Bölücülük de bu kesim içinde kendine yer edinmişti. Önce üniversitelere hâkim oldular; bundan sonra sokak ve tedhiş hareketlerine başladılar. Milliyetçi gençlik hem sayıca az hem de yeterli anlamda donanımlı değildi. Bunlara karşı duracak güçleri yoktu. Zaman zaman okullara da sokulmuyorlardı. Buna rağmen kavgadan uzak duruyorlardı. Hatta Dündar Taşer, milliyetçi gençlere “Dayak yiyin, fakat kavgalara karışmayın!” talimatını vermişti. Ancak Marksist ve bölücü gruplar gittikçe saldırganlaşıyor, kendilerinden başka kimseye hayat hakkı tanıma niyetinde gözükmüyorlardı.
  Bu karışık ortamda, Türkeş neredeyse ilçe ilçe ülkeyi tarıyor, düşüncelerini anlatmaya çalışıyordu. Konuşmaları, parti liderinden çok, bir fikir adamının konferansları niteliğinde oluyordu. Bunun yanında esas olarak gençliğin her bakımdan iyi yetişmesi için gayret gösteriyordu. Kısa zamanda en küçük parti olmasına rağmen en büyük ve donanımlı gençlik teşkilâtını kurmayı başarmıştı. Artık bölücü ve Marksistler, hiçbir yerde tek başlarına at oynatamıyorlardı.
  Türkeş ve arkadaşlarının bu çalışmaları sayesinde güçlü bir milliyetçi gençlik yetişmiş olup yıkıcı hareketlere set çekecek konuma gelmişti. Aydınlar ve genç ilim adamları da MHP’ye sempati duymaya başlamıştı. MHP, en genç, en güçlü bir kadroya kavuşmuştu. Kadrosu,  Cumhuriyet’i kuran parti olan CHP ile yarışacak seviyeye gelmişti. AP’nin kadrosu ise derleme toplama idi. Geniş halk kesimi,  bölücü ve yıkıcı akımlar karşısında,  Türkeş ve MHP’yi bir teminat olarak görüyordu. Sayı bakımından az, fakat itibarı diğer partilerden yüksekti. Bu itibarı sayesinde üç milletvekili ile Mecliste temsil edilmesine rağmen kurulan koalisyon hükûmetinde etkili bir ortak olmuştur. Türkeş’in şöhreti Türkiye hudutlarını aşmış, Türk dünyasında yayılmaya başlamıştır. Artık Türkeş, Türklüğün karizmatik lideridir.
  Türkeş ve MHP kadroları bu mücadelelerinde şu üç konu üzerinde ısrarla durmuşlardır: Türklük şuuru, ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü, kalkınma ve refah toplumunu oluşturma. Türkeş bütün konuşmalarında “büyük Türk milleti” hitabını kullanmıştır. Milletin etnik, din, mezhep ve sınıf esasları ile bölünmesine şiddetle karşı çıkmış ve bu düşüncede olanlarla mücadele etmiştir. Dokuz Işık adı verilen Türkeş doktrini bu düşüncelerden ortaya çıkmıştır.
  Esas itibarıyla Dokuz Işık, tarihî süzgeçten geçerek oluşmuştur. Cumhuriyet’in kuruluşu sırasında Ziya Gökalp tarafından hazırlanan ve Atatürk’ün de tasvip ettiği dokuz umde(ilke) ile benzer tarafları bulunmaktadır. Bunun yanında Atsız’ın 1962 yılında yayınladığı “Türk Milletine Çağrı” makalesinin sonuna koyduğu “millî kalkınma programı” da dokuz maddeden ibarettir. Dokuz Işık, bu programın birçok hususlarını barındırmakla beraber, bir siyasi harekete göre yeniden tanzim edilmiş şeklidir. Buradan da anlaşılacağı gibi Dokuz Işık, milliyetçi birikimin eseridir. Uygulama alanına çıkarmak isteyen ve bu iradeye koyan da Türkeş ve lideri olduğu MHP’dir.
  MHP, Türk milleti tarafından, yüklendiği misyon ile bilinmiş ve bu misyonuna göre kıymetlendirilmiştir. Bu misyonun vazgeçilmez unsurları vardır:
  1. Türklük üst kimliği altında millî şuuru geliştirmek.
  2. Ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğünü korumak.
  3. Millî devlet ve üniter yapıdan sapmamak.
  4. Tam bağımsızlık.
  5. İlimde, teknikte çağı yakalamak.
  6. Hukukun üstünlüğüne inanan, refahlı ve ahlaklı toplum oluşturmak.
 
  Bu temel ilkeler; Türk milliyetçiliğinin tarih boyunca savunduğu, dört bin yıllık Türk tarihinin tecrübelerinden oluşan ve MHP’nin uygulamaya koymak istediği düşüncelerdir. Millet de MHP’yi bu görüşler çerçevesinde algılayıp değerlendirmektedir. Devletin ve milletin bekası söz konusu olduğunda “Bu konuda MHP bir endişe bildirmiyorsa korkacak bir durum yoktur.” algısının,  oldukça yaygın olduğunu belirtmek gerekir.
  NETİCE
  Oy versin veya vermesin Türk milleti, MHP’yi “tek vatan, tek millet, tek bayrak ve tek dil”i savunan ve bunlardan taviz vermeyen kale olarak görmektedir. MHP de varlığını bu düşüncelere borçludur.