DAĞLIK KARABAĞ MESELESİ ve TÜRKİYE’NİN SİYASÎ ÇÖZÜM ARAYIŞLARI

18 Ocak 2021 11:55 Doç.Dr.İsmet TÜRKMEN
Okunma
2296
DAĞLIK KARABAĞ MESELESİ ve TÜRKİYENİN SİYASÎ ÇÖZÜM ARAYIŞLARI

DAĞLIK KARABAĞ MESELESİ ve TÜRKİYE’NİN SİYASÎ ÇÖZÜM ARAYIŞLARI
Prof. Dr. İsmet TÜRKMEN 

Kafkasya coğrafyası tarihî süreçte, jeopolitik öneme haiz olması sebebiyle, büyük güçlerin arasında, uluslararası rekabet alanı hâline gelmiştir. Bunun sonucu olarak da son iki yüzyıl boyunca bu coğrafyada çatışma ve krizler egemen olmuştur.
Dağlık Karabağ çatışması Soğuk Savaş sonrası dönemin büyük ihtimalle en karmaşık ve uzun soluklu sorunlarından biridir. Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından, dünya pek çok değişime tanıklık etse de, Dağlık Karabağ sorunu Mayıs 1994’te imzalanan ateşkes anlaşmasından sonra ciddi bir değişiklik geçirmeden yirmi yıldan uzun bir süredir ciddiyetini korumuştur. Çatışma kesinlikle donmuş değil, sürekli devam eden ve keskin nişancı savaşlarıyla iki tarafın da kayıp vermeye devam ettiği bir döngü içerisinde sürmektedir. Çatışmanın detaylı bir analizi bu anlaşmazlığın bazı aşamalardan geçtiğini gösteriyor: İlk aşamada (1987-88 kışı) çatışma Dağlık Karabağ bölgesiyle kısıtlıydı ve daha çok “yerel Ermeni halkı, bağımsız Oblast hükûmeti ve Azerbaycan hükûmeti arasındaki ekonomik, dilsel ve millî-kültürel bir çatışma” niteliğindeydi. Dağlık Karabağ’ın statüsü hakkındaki fikir ayrılığı, kısa süre içerisinde sınırların meşruiyetinin ciddi şekilde sorgulandığı bir anlaşmazlığa dönüştü. Hem Dağlık-Karabağ hem de Ermenistan’da bölgenin Ermenistan ile birleşmesi yönünde yapılan gösteriler sorunun doğasını değiştirdi ve anlaşmazlık hızla silahlı çatışmaya dönüştü .
1988 ve 1991 yazı arasındaki süreçte Dağlık Karabağ’da düşük yoğunluklu savaş vardı. Ancak, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve Azerbaycan ile Ermenistan’ın bağımsızlığı savaşın karakterini değiştirdi. Sovyet ordusunun silah depolarından alınan ağır silahlar çatışmanın şiddetini ve iki taraftaki kayıp sayısını arttırdı. Stepanakert üzerindeki tecridi kaldırmak isteyen Ermeniler 1992 senesi başlarında Hocalı köyüne saldırarak bölgedeki tek hava üssünü ele geçirdiler. Sonuç Ermeniler için başarılı olsa da Hocalı köyünde 500’den fazla Azeri’nin ölümüyle sonuçlanan ve Azerbaycan’ın millî hafızasında soykırım olarak adlandırılan trajik bir katliam gerçekleşti . Havaalanının ele geçirilmesi Ermenistan’dan silah tedarik edilmesini kolaylaştırdı ve Ermeni güçleri ilerleyişlerine devam ettiler. Hocalı’nın ele geçirilmesini takiben Şuşa ve Lâçin de düştü. Şuşa Dağlık Karabağ’da önemli bir kentti ve yoğunluklu olarak Azeri nüfusu barındırıyordu . Lâçin de stratejik bir konumda bulunuyordu ve bu “yaşam koridoru” silah, asker, gönüllüler ve teçhizatın Dağlık-Karabağ’a geçişini kolaylaştırdı .
Ana hatları ile özetlemeye çalıştığımız bu meselenin 19. Dönem TBMM’de hadiseleri takip eden iki ay süresince gündemde tutulduğu dikkat çekmektedir. Doğru Yol ve Sosyal Demokrat Halkçı Partilerin iktidar koltuğunu paylaştığı (20 Kasım 1991–16 Mayıs 1993) süreçte Başbakanlık koltuğunda Süleyman Demirel otururken Dışişleri Bakanlığı görevini ise Hikmet Çetin üstlenmiştir.   Yaşanan gelişmelere yönelik siyasi çözüm arayışları gerek iktidar kanadında gerekse muhalefet sıralarında hassasiyetle gözetilmeye çalışılmıştır. Bahsi geçen dönemlendirmede bölgede yaşanan gelişmelerin TBMM Genel Kurulu gündemine alınmasını Alparslan Türkeş (Yozgat) ve 16 arkadaşı talep etmişlerdir . Bahsi geçen önergede özetle şu önemli hususlara yer verilmiştir: “SSCB’deki gelişmeler, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni çok yakından ilgilendirmektedir. Çünkü SSCB’de, soy ve kültür birliği içerisinde olduğumuz Türk Cumhuriyeti il, çeşitli Cumhuriyetlere dağılmış olan Türk kökenli nüfusun çoğunlukta olduğu muhtar Cumhuriyetler bulunmaktadır. Çeşitli Cumhuriyetlere dağılmış olan muhtar bölgelerin ise bağımsızlık yolundaki çalışmaları sürmektedir. SSCB’deki Türk Cumhuriyetleri ile İran, Arap ülkeleri, başta Almanya olmak üzere çeşitli Avrupa ülkeleri ve ABD çok yakından ilgilenmektedirler. Bu ilginin iki temel nedeni bulunmaktadır. Birincisi; SSCB’yi kendi kontrol mekanizmaları altında tutmak için Türk Cumhuriyetlerini koz olarak kullanmak, ikincisi ise ekonomik sömürüdür. Türk Cumhuriyetleri geniş bir coğrafya ve nüfusa, değerli hammadde kaynaklarına ve büyük bir ekonomik potansiyele sahip bulunmaktadırlar. Avrupa ülkeleri ve ABD, bu ekonomik kaynaktan mümkün olduğu kadar büyük pay kapabilme yarışındadırlar. Bu konuda epey de mesafe almışlardır. İran ve Arap ülkelerinin Türk Cumhuriyetlerine ilgileri ise daha çok ideolojik olup, kendi kültür, mezhep ve itikatlarını yayma gayreti içerisindedirler. Bu suretle Türkiye’nin bu Türk Cumhuriyetleri üzerindeki tesirini azaltmayı hedeflemektedirler. Bütün bu ilişkiler Türkiye Cumhuriyeti’nin, bugün çok müsait bulunan zeminini yarın kaybetmesine yol açacaktır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, SSCB’deki Türk Cumhuriyetleri ile ekonomik, kültürel ve siyasal alanda yeterli ilişkiler kuramamış, diğer devletlerin gerisinde kalmıştır. Devlet politikası dışındaki birtakım özel çabalar, bu yetersizliği ikame edememektedir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, SSCB’deki Türk Cumhuriyetleri ile ekonomik, kültürel ve siyasal anlamda uzun vadeli, sağlam temelli ilişkiler kuramamış olması, dış politikamızda bir boşluk doğmasına da yol açmaktadır. Bu durum, Iran, Arap ülkeleri ve Batı’nın, Türk Cumhuriyetleri üzerindeki planlarını gerçekleştirmeleri için fırsat doğurmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, SSCB’deki Türk cumhuriyetleri üzerinde belirleyici bir rol oynamaması, dünyanın değişen dengeler içerisinde hakettiği yerin gerisinde kalmasına yol açacaktır.”
Bu önerge üzerine Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü (İzmir) hükûmeti gelişmeleri yakından izlediğini ve politikalarını, ülkenin çıkarları doğrultusunda belirlerken, bu gelişmelere göre durumunu yeniden düşünmesi gerektiğini ifade etmiştir. Bununla birlikte,  hükûmetin desteğinde Meclisinde yer almasının mühim olduğunu şu ifadeleri ile desteklemiştir:
“Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği diye anılan, bugün daha henüz hangi isimle anılacağı belli olmayan kuzey komşumuz, çok uluslu bir devlet olarak uzun süre yaşadı; ama yakın geçmişte girdiği, ‘yeniden yapılanma aşaması’ dönemi içinde görüyoruz ki, bugün bir çözülme ve dağılma süreci yaşıyor. Biz ne isteriz? Biz, bu gelişmenin barış içinde, insanların, toplumların doğal gelişme arzularına hak verecek doğrultuda bir yeni kararlı sonuca varmasını bekleriz; istikrar ve barış içinde sonuçlanmasını bekleriz, tyi komşuluk ilişkileri içinde temennimiz budur. Bir yandan iyi komşuluk ilişkilerini sürdürürken, diğer yandan da, kuzey komşumuzdaki bu köklü değişiklikleri yakından izliyoruz.”
Bu değerlendirme üzerine söz alan Alparslan Türkeş (Yozgat) meselenin Türkiye’nin millî dış politikası açısından önemli görülmekle birlikte, Sovyetlerde bulunan Türk Cumhuriyetleriyle, muhtar bölgelerde yaşayan Türklerin oluşturduğu yeni birimlerin ve faaliyetler karşısında Türkiye’nin izlemesi icap eden dış politikanın esasları konusunda hazırladıkları raporu şu ifadeleri ile özetlemiştir: “Türkiye’nin önüne Sovyetlerde bulunan Türklerle diplomatik münasebetler kurmak, onları tanımak, tanımamak, bundan sonra ilişkilerini nasıl ayarlayacağı gibi konuları getirmiş bulunmaktadır. Daha önce Türk Dışişleri bu konularla meşgul olmamıştır. Türk Dışişleri, doğrudan doğruya Sovyetler Birliği'ni hedef almış, bunların içinde bulunan Türkler hiç konu edilmemiştir; hatta Türkiye’mizde çeşitli sebeplerle Türkiye dışındaki Türkler konusunu ele almak, hele siyasi alanda korkulu bir konu olarak görülmüştür, zararlı bir konu olarak görülmüştür, bunu söz konusu edenler suçlanmıştır, küçük görülmüşlerdir. Bildiğiniz gibi, siyaset alanında uzun zamandan beri bulunmuş eski bir arkadaşınız olarak, ömrümün 55 yılını bu konularla uğraşarak geçirdim… Sovyetlerle ve onların elçilik mensuplarıyla yapmış olduğumuz görüşmelerde biz onlara daima, ‘Bugüne kadar Türkleri sömürge olarak kullandınız; ama bundan sonra bunu sürdüremezsiniz. Esasen, kendini insan bilen toplulukların, başka toplulukları haksız bir şekilde sömürmesi, hürriyetlerinden mahrum etmesi, insanlık onuruna aykırıdır. Sizin kendi içinizden de bunu doğru bulmayan insanlar çıkmıştır, yazılar yazmışlardır. Onun için, siz, Türklerin de hakkını teslim ederek, onlara da insan haklarını ve bağımsızlığı tanıyarak, eşit şartlarda ve barış içinde münasebetlerinizi yeni esaslara göre anlaşmalı şekilde ayarlamalısınız’ dedik. Şimdi, ona doğru bir gidiş, bir gelişme var demektir. İşte, bütün bunları dikkate aldığımız zaman, Türk Cumhuriyetleriyle, Türkiye’nin dış münasebetleri, dış politikası ne olmalıdır; o Cumhuriyetlerin jeopolitik özelliklerini dikkate alarak, sahip oldukları ekonomik imkânları, kaynakları dikkate alarak, sosyal yapılarını dikkate alarak ve Türk olmayan diğer birimlerin, Ermenistan gibi, Gürcistan gibi ve diğerlerinin de durumlarını dikkate alarak, Türkiye'nin politikası ne olmalıdır diye, akılcı ve ilmî esaslara dayalı yeni bir siyasi plana ihtiyacımız vardır. Böyle, hazırlıksız, rastgele, ayaküstü tutumlarla bu dış politika düzenlenemez. Nitekim son yıllarda hepimizi üzen bazı şeylerle karşılaştık. Bir gün baktık ki, bir devlet adamımız, Azeriler için ‘Bunlar Şii’dir, bunlar bizden çok İran’a yakındır.’ deyiverdi. Ne kadar üzücü bir şey! Tabiî, onları da çok üzdü, bizi de çok üzdü. Onun için, bunlar soy itibarıyla, kültür itibarıyla, din itibarıyla bizimle aynı olan insanlarımızda, kardeşlerimizdir ve kendileri, bize karşı sevgi beslemektedirler, Türkiye’yi sevmektedirler, Türkiye'den önderlik beklemektedirler. Binaenaleyh, onların bu özelliklerini de dikkate alarak ve Türk olmayan diğer Cumhuriyetleri tanımamızın da, bunlar üzerinde ne gibi etkileri olacağını dikkate alarak, yeni, ilmî esaslara dayalı bir politika planlaması yapmaya ihtiyaç vardır.”
Bu doğrultuda konunun ilk olarak iktidar ve muhalefet kanadında; Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin, Bayındırlık ve İskân Bakanı ve Dışişleri Bakanı Vekili Onur Kumbaracıbaşı, Cavit Şadi Pehlivanoğlu (Ordu), İsmet Gür (Aksaray), Bülent Ecevit (Zonguldak), Ahmet Türk (Mardin), Algan Hacaloğlu (İstanbul), A. Mesut Yılmaz (Rize), Şevket Kazan (Kocaeli), Mustafa Tinaz Titiz (Ankara), Mümtaz Soysal (Ankara) grupları adına görüş beyan etmişlerdir.
Dağlık Karabağ çatışması, Güney Kafkasya ve Orta Asya’da bölgesel bir güç olarak Türkiye açısından hayati önem atfetmekle beraber bahsi geçen sahalarda hareket serbestisi kazanabilmesi açısından da mühimdir. Bu doğrultuda bu hassasiyeti bölgede mezalimin gerçekleştiği süreci takiben 26 Şubat 1992 tarihinde ortaya koyan ilk milletvekili Cavit Şadi Pehlivanlıoğlu (Ordu) olmuştur.  Pehlivanlıoğlu, Yukarı Karabağ sorunu ve doğabilecek sonuçlarını paylaştığı gündem dışı konuşmasında; “…yine bir trajedi sergilenmektedir, insanoğluna reva görülen bu trajedinin mimarları, maalesef, insan hakları şampiyonu olan, güya medenî dünya. Bu efendiler, bir yandan silahsızlanma anlaşmaları yaparken, diğer yandan da, ürettikleri silahları, kendilerinden olmayan insan topluluklarına pazarlamak suretiyle, nehirler gibi insan kanının akmasına vesile oluyorlar.” şeklinde ifadelerine yer verirken meselenin tarihî arka planını şu ifadeleri ile özetlemiştir: “Karabağ, binlerce seneden beri Türk yurdu. 1928'de İran-Rusya arasında yapılan Türkmen - Çay Antlaşması ile Azerbaycan'ın büyük bir kısmı İran'da bırakılmış, bir bölümü de Çarlık işgaline terk edilmiştir. Bu tarihe kadar, Karabağ nüfusunun %95’i Türk’tür. Çarlık idaresi, kendisinin işgal ettiği Azerbaycan topraklarına, dünyanın her tarafından getirdiği Ermenileri yerleştirmiştir. Bu asrın başındaki Osmanlı-Rus Harbinde Doğu Anadolu'da bulunan Ermeni vatandaşlarımız, Ruslarla birleşip, Türkleri arkadan vuruyorlar. Bu ihanetlerinin hesabı sorulur diye endişe eden 70 bine yakın Ermeni, Rusya'ya kaçıp, Dağlık Karabağ bölgesine, bir kısmı da Erivan'a yerleşiyorlar. Muhterem milletvekilleri, esasında, Erivan da eski bir Türk hanlığıdır. Çarlık Rusya’sı, buradaki Türkleri, bilahare Sibirya'ya sürmüştür. 1923’te, Stalin, birkaç Ermeni'yi yanına alıp, Dağlık Karabağ bölgesine giriyor ve burasını Azerbaycan'dan koparıp, özerk bir bölge hâline getiriyor. Böylece, Karabağ bölgesi esas olmasına rağmen, Dağlık Karabağ bölgesi icat edilmiş oluyor. 1991'de hürriyetini ilan ettikten sonra, Azerbaycan Parlamentosu, 1923'ten sonraki bütün antlaşmaları feshetti. Böylece, Stalin zamanında yapılan bu antlaşma da yürürlükten kalkmış oldu. Dağlık Karabağ'da şu anda 95-100 bin civarında Ermeni yaşamaktadır. Aynı bölgede, 42 bin civarında Türk nüfusu var. Esasen var olan, Karabağ’dır. Karabağ'da 1 milyon Azeri Türk’ü, 95 bin Ermeni yaşamaktadır. Batı, yalnız Ermenilerin çoğunlukta olduğu bölgeyi ele almak suretiyle, buraları müstakil Ermeni vatanı yapmak istemektedir.”
Cavit Şadi Pehlivanlıoğlu’nun (Ordu) bu ifadelerine yanıt vermek üzere söz alan Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin, Türk hükûmeti olarak, sorumlu ve barışçı bir dış politikanın gereğini yaptıklarını ve bağımsızlıklarına yeni kavuşan bu Cumhuriyetlerin ekonomik ve toplumsal sorunları üzerinde yoğunlaştıklarını, bu nedenle kendi aralarındaki ihtilafları gündeme getirmemeleri için büyük bir çaba içinde olduklarını ve taraflara, her fırsatta, diyalog, itidal ve görüşme tavsiye ettiklerini eklemiştir: “Türkiye olarak, kimden gelirse gelsin, hiçbir rekabet içinde olmadan, barışçı çözüm için yapılacak olan tüm girişimlere olumlu bakıyoruz ve bunlara katkı yapmaya da hazırız.”  
Fakat hatırlanacağı üzere, çatışma süresince, Ermenilerin Nahcivan saldırısı ardından 1992’de Türkiye savaşa askerî müdahalede bulunma noktasına gelmişti. 1921 Moskova Anlaşması gereğince Türkiye Nahcivan’ın garantörü durumunda olduğu için Ermeni güçlerinin muhtemel bir işgali karşısında Türkiye’nin askerî müdahale yetkisi bulunuyordu.

 
Harita:. Moskova Antlaşması’nda Kurtarılan Sınır Bölgesi İllerimiz

Buna göre Türkiye Nahcivan sınırına asker yığarak gerekirse müdahaleye hazır olduğu sinyali vermişti .
Meseleye ilişkin 27 Şubat 1992 tarihînde İsmet Gür (Aksaray) Azerbaycan ve Dağlık Karabağ bölgesine yönelik Ermeni saldırılarına ve alınması gereken tedbirlere ilişkin gündem dışı konuşmasında Hocaali özelinde özetle şu tespitlere yer vermiştir: “…işgalci birliklerin, Dağlık Karabağ’a ulaşan koridorda, Azerbaycan toprakları içinde 20-30 kilometre ilerleyerek, Hocaali’ye kadar geldikleri ve Hocaali’yi yerle bir ettikleri, alınan haberler arasındadır. Azerbaycan Devleti, resmen ve fiilen işgale uğramış durumdadır … Batı ise, Dağlık Karabağ’ın işgali için yapılan Ermeni saldırılarına yumuşak ve teşvikkâr bakmaktadır. Uluslararası hukukun çiğnendiği, insan haklarının ayaklar altına alındığı bu işgale karşı, başta tüm siyasi partilerimiz olmak üzere, toplumumuzun gereken ilgi ve tepkiyi göstermesinin zamanı gelmiştir.”  Anlaşılacağı üzere, gerek muhalefet ve gerekse iktidar kanadında Türk devlet geleneğinde yüzyıllar boyu devam edegelen bir hassasiyet dikkat çekmektedir. Dış siyasette birlikteliğin sağlanması hususunda bu güçler arasında derin ayrılıklar görülmemektedir. Bu hassasiyetin iktidar kanadında da varlığının temel sebeplerinin başında Sovyetler Birliği’nin parçalanmasından sonra, Türkiye’ye komşu olan Kafkasya bölgesinin bir istikrarsızlık ve sorunlu alan hâline gelmiş olması gelmektedir . Sovyet idaresinin ise bu süreçte müdahalesi hakkında Mecliste yoğunlaşmakta olan muhalif baskısı üzerine Bakan Çetin 26 Şubat 1992 tarihli Rusya Dışişleri Bakanı Kuzirev’in mektubuna atfen özetle şu bilgilere yer vermiştir: “20 Şubat tarihinde Moskova’da yapılan toplantıda üzerinde anlaşmaya varılan, yani Azerbaycan ile Ermenistan arasında, üzerinde anlaşmaya varılan konuları tek tek sıralıyor ve bunun gerçekleşebilmesi için Türkiye’nin çaba göstermesini ve etkili olmasını istiyor… Bu konuda yardımımıza ihtiyaç olduğunu, katkı yapmamızın gerekli olduğunu dile getiriyor. Aynı şekilde, dün, Amerikan Büyükelçisi’yle bu konu konuşuldu. Bütün çabamız, bütün isteğimiz, konunun barışçı yollarla bir an önce çözüme bağlanmasıdır. Bugün aldığımız bir habere göre, üç günlük bir ateşkes uygulamasına başlanmış. Tabii, üç günlük bir ateşkesin yeterli olmayacağı açık. Bütün mesele, bir an önce silahların bırakılıp, diyalogla masaya oturulup bu konuya çözüm bulunmasıdır. Bizim görüşümüz, gerçekten bu konuda etkili olabilecek devletlerin ve kuruluşların gerekli hassasiyeti göstermediği şeklindedir. Yani, bu konuda, eğer dünyanın etkili olabilecek ülkeleri ve kuruluşları gerekli hassasiyeti gösterirlerse, konu, kısa süre içinde barış masasında çözüme ulaşabilir.”
Ermeni çetecilerin Dağlık Karabağ’da Azerbaycan Türklerine saldırılarının soykırım ölçülerine vardığına ve bu konuda Batılı ülkelerin ve Türkiye’nin politikalarını değerlendiren Bülent Ecevit (Zonguldak) 4 Mart 1992 tarihli konuşmasında özetle; Ermenistan birliklerinin Dağlık Karabağ’da Azerbaycan Türklerine saldırılarının soykırım ölçülerine vardığına işaret etmiştir. Bu esnada saldırılardan kaçmaya çalışan kadınlara, çocuklara yapılan zulümlerin bir yıl öncesinde Kuzey Irak’taki halkın uğradığı zulümden daha ağır olduğunu belirtirken Kuzey Irak’tan kaçanlara gerek Batı ülkelerinin gerekse Türk hükûmetinin gerekli lojistik desteği sağlamış olmalarına rağmen Karabağ halkına aynı hassasiyetle yaklaşmadıklarını ve yeterince insani yardımın sağlanmaması yönünde eleştirmiştir. Ayrıca, Türk Dışişlerinin, kendi güvenliğini dahi tehlikeye sokan Ermenistan saldırıları karşısında, “akıl almaz bir çekingenliğe ve edilgenliğe saplanıp kalmış” durumda olması ve bu halin devam ettirilmesi hâlinde Azerbaycan Türklerinin ve bağımsızlığa kavuşan tüm Orta Asya Türklerinin de gözünde güvenilirliğini yitireceğini belirtmiştir . Bu doğrultuda Ecevit hükûmete siyasi çözüm sağlayabilmesi adına da şu önerilerde bulunmuştur: “Ermenistan Cumhuriyeti, işgal ettiği Karabağ topraklarından çekilinceye ve Prag kararlarına uyuncaya kadar, Türkiye, kendi hava sahasından ve topraklarından Ermenistan’a her türlü sevkiyatı ve ulaşımı durdurmalıdır ve sınır kapılarını kapalı tutmalıdır. Azerbaycan’a insanî yardımın yanı sıra, her türlü askerî araç ve gereç yardımını da yapmalıdır. Türkiye, savaşa katılmaksızın, bu ülke yönetiminin, Azerbaycan yönetiminin gereksinim duyabileceği askerî eğitimi de sağlamalıdır. Azerbaycan’dan coğrafi anlamda kopuk olan Nahçıvan kesimi, Türkiye’nin sınır komşusudur. Sınırın iki yanında, soydaşlarımız olan akrabalar yaşamaktadır. Üstelik 16 Mart 1921 günü Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında imzalanan Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması’nın 3. maddesine göre, bu iki devlet, yani, Türkiye ile Sovyetler Birliği, Nahçıvan kesiminin koruyuculuk hakkını, üçüncü bir devlete bırakmamak koşuluyla, Azerbaycan’a bağlı bir özerk bölge oluşturulması konusunda anlaşmışlardır. Yani, Nahçıvan için, Türkiye'nin, uluslararası hukuka dayalı bir tür garantörlük yükümlülüğü vardır. Gerek bu nedenle gerek sınır komşuluğumuz ve komşuluğun da ötesindeki yakınlığımız nedeniyle, Türkiye, Nahçıvan’a yapılacak bir saldırıyı kendine yapılmış sayacağını derhal duyurmalıdır…Türkiye, Azerbaycan ile Ermenistan’ı hakça bir sınır düzenlemesine ikna etmeye çalışmalıdır. Bu konudaki somut önerim şudur: Ermenistan, kendi topraklarının en güneyinden bir bölümü Azerbaycan’a bırakarak, Azerbaycan’la Nahçıvan arasında doğrudan bağlantı kurulmasına olanak vermelidir. Azerbaycan da, Karabağ'ın yoğun Ermeni nüfusu bulunan bir kesimiyle Ermenistan arasında doğrudan coğrafi bağlantı kurulmasına olanak sağlamalıdır. Bu karşılıklı sınır ve toprak düzenlemeleri, elbette iki tarafın da içlerine sindirebilecekleri hakça ölçüler içinde olmalıdır. Böyle bir düzenleme yapılabilirse, Ermenilerle Azeriler arasındaki sürtüşmelerin fizik nedeni ortadan kalkmış olacaktır. Azerbaycan ile Nahçıvan birbirine kavuşmuş olacaktır. Orta Asya ile ve Azerbaycan’la Türkiye arasında doğrudan ve engelsiz bağlantı kurulabilecektir. Eğer Azerbaycan böyle bir çözümü onaylarsa, Türkiye, Ermenistan'ı da ikna etmek için elindeki coğrafi kozu kullanabilir; yani, Ermenistan’a, Türkiye'den başka bir yoldan dünyaya açılamayacak durumda olan Ermenistan’a, dünyaya açılabilmesi için gerekli ulaşım olanaklarını, ancak Azerbaycan’la böyle bir hakça çözümde anlaşması koşuluyla sağlayacağını bildirebilir.”  
Bülent Ecevit’in eleştirilerine cevap vermek üzere, iktidar kanadından Bayındırlık ve İskân Bakanı ve Dışişleri Bakanı Vekili Onur Kumbaracıbaşı (Hatay), Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansının Prag’taki toplantısında Türkiye'nin katkısıyla, 28 Şubat günü, kabul gören karara göre, “Dağlık Karabağ bölgesinin Azerbaycan Cumhuriyeti’nin bir parçası olduğu ve sınırlarının ihlal edilmezliği vurgulanmış ve tarafların toprak bütünlükleri garanti edilmiştir. Kararda, ayrıca, Dağlık Karabağ bölgesinde bulunan tüm güçler arasında derhâl ateşkes ilan edilmesi, çatışan taraflara silah ambargosu uygulanması, çatışmalar nedeniyle evlerini terk etmek zorunda kalan kimselere yardım edilmesi ve soruna barışçı yollardan çözüm bulunması için her türlü çabanın gösterilmesi, bu amaçla, taraflar arasında diyalogun kurulmasına yardımcı olunması da öngörülmüştür.”  
Bakan Kumbaracıbaşı’nın konuşması sırasında esas dikkat çeken yaklaşımı, Türk hükûmetinin bu süreçteki amaçlarının bahsi geçen kararın, en kısa sürede daha etkili bir biçimde uygulanmasına yönelik teşebbüsler sergilemek olacağı ve ifade edilen ateşkesin bir an önce sağlanmasını temin etmek olduğudur.  Karabağ’da meydana gelen olayları takip eden süreçte Meclis gündemine alınan en önemli görüşmelerden biri de 5 Mart 1992 tarihînde İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’nun bulgularıdır. “Komisyonumuz, Karabağ’da yaşanan dramın ve kıyımın durdurulması ve bu konuda çalışmalar yapılması için anlayış birliği içinde bulunmaktadır. Bu doğrultuda, konuyu ayrıntılı bir biçimde ele almış ve aşağıdaki hususların Türkiye ve dünya kamuoyuna duyurulmasını kararlaştırmıştır:
1.    Karabağ'da meydana gelen olaylar, Batılı basın yayın organlarının da kabul ettiği gibi, emsali az görülen bir katliama ve insan kıyımına dönüşmüştür. İnsanın en temel ve vazgeçilmez hakkı olan yaşama hakkının, zalimane bir şekilde ortadan kaldırılması, insan hakları açısından utanç vericidir. Tüm dünyanın gözleri önünde cereyan eden bu insanlık dışı soykırımın derhal sona erdirilmesi, göçe mecbur edilmiş insanların tekrar yurtlarına dönmelerinin sağlanması ve bu durumun normale kavuşturulması bir zorunluluktur.
2.    Komisyonumuz, konuyu daha yakından izlemek ve dünya kamuoyunun dikkatine sunmak üzere, tüm siyasi partileri temsilen, beş üyemizi, olay bölgesinde incelemeler yapmakla görevlendirmiştir. Dünya kamuoyunun ve insan hakları kuruluşlarının, bu insan hakları ihlalleri ve katliamlar karşısında duyarsız kalmaması ve ivedilikle harekete geçerek bu, insan kıyımını durdurması gerekmektedir. Komisyonumuz, bu konuda da, uluslararası insan hakları kuruluşlarıyla bağlantıya geçerek, onları da bu olayda gereken hassasiyeti göstermeye davet etmiştir. Ayrıca, bölgede cereyan eden insan hakları ihlallerinin ve katliamın durdurulması için, tüm hükûmetlerin, mümkün olan her türlü çare ve önleme başvurması istenmiştir. Bu meyanda, ister Ermenistan'a ister Azerbaycan'a olsun, bölgeye gönderilen insanî yardımlarla birlikte, silah sevkiyatının da yapıldığı söylentileri mevcuttur. Türkiye hükûmetini ve bölgedeki bütün devletleri, bu konuda duyarlılığa davet ediyoruz. Çünkü, bizim istediğimiz, bu kanın ve katliamın durmasıdır. Bu konuda gereken hassasiyetin bölge ülkeleri tarafından gösterileceğine inanıyoruz. Türkiye Büyük Millet Meclisi İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu olarak Karabağ’da yaşanan kıyımı şiddetle kınıyor, ‘insanım’ diyen herkesi ve tüm insan hakları kuruluşlarını göreve çağırıyor, Yüce Meclise saygılar sunuyorum.” 
Algan Hacaloğlu’nun (İstanbul) 14 Nisan 1992 tarihli Meclis konuşması ise gerek Bakü, Erivan ve Karabağ’a yaptığı gezideki incelemelerini  aktarması yönüyle gerekse AGİK toplantısında alınan kararlara ve alınması gereken önlemlere ilişkin olması açısından önem arz etmektedir: “Algan Hacaloğlu değerlendirmesinde, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılması sonrasında Karabağ’da başlayan olayların,  bölgenin güvenliğini tehlikeye soktuğuna ve özellikle Türk kökenli Azerilerin ölümlerine neden olduğuna işaret etmiştir. Gerek Azerbaycan’da (Bâkü’de) gerek Ermenistan’da (Erivan’da) ve gerekse Karabağ’ın bir bölümünde yerinde tetkiklerde bulunan heyet her iki ülkede, devlet başkanı, meclis başkanı ve başbakandan hastanelerdeki hastalara ve mültecilere kadar tüm yetkililerle geniş kesimli temaslar ve görüşmeler yapmıştır. Bu esnada Karabağ, 28 Şubat’ta, AGİK’in Prag Toplantısı çerçevesinde alınan kararlar gereğince Azerbaycan’ın bir parçası olarak tescil edilmiş ve sınır ihlallerinin durdurularak, bölgede ateşkes ve kalıcı barışın sağlanması için gerekli tedbirlerin alınması temenni edilmiştir. Fakat Karabağ’da halen Ermenistan saldırıları devam etmektedir…Karabağ’ın silahlardan arındırılması, Karabağ'da askerî aktivitelerin durdurulması, her iki taraftan mültecilerin Karabağ'a geri dönmesi, yıkılan kentlerin onarılması için gerekli ekonomik desteğin, AGİK'in katkısıyla dışarıdan sağlanması; bu çerçevede, Azerbaycan'ın, hukuken ve uluslararası kurallar çerçevesinde bir parçası olan Karabağ'da, kalıcı bir barışın zemini içinde, demokrasi açısından özgürlüklerin beşiği olacak din ve kültür özgürlüğünü tüm kesimlere tanıyacak ve içişlerinde, iç yönetiminde belirli bir otonomi altında; ama, Azerbaycan’a bağlı bir yapı içinde, bölgede huzur getirecek siyasî bir çözümün sağlanması; hem bölgenin hem ülkenin hem de o bölgede yaşayan Azeri Türklerinin, Ermenilerin ve tüm insanların yararına olacaktır, böyle gözükmektedir.
Dağlık Karabağ çatışması sonrasında meselenin Türk parlamentosunda bulduğu yankı yaklaşık iki aylık süre zarfında bu ifadelerle yer bulmuştur. Fakat bu anlaşmazlık sonrasında Türkiye yirmi yılı aşkın bir süredir Ermenistan ile diplomatik ilişki kuramamıştır. Fakat Türkiye’nin Azerbaycan aleyhine hareket ederek Ermenistan ile ilişkilerini normalleştirmesini beklemek gerçekçi olmayacaktır. Büyük güçlerin bu çatışmaya yaklaşımları göz önüne alınırsa, Azerbaycan’ın bütün çatışma boyunca bazı sebeplerle tecrit edildiğini görmek çarpıcıdır. Rusya, ABD ve hatta İran “çatışma süresince Ermenistan lehine politikalar” sürdürmüşlerdir. Böylece, Azerbaycan’ı baştan beri destekleyen tek ülke Türkiye olmuştur. Bu doğrultuda;  Ermenistan ve Azerbaycan’a yönelik politikalarında Türkiye’yi kısıtlayan temel faktör şu şekilde özetlenebilir:  İlk unsur dış ilişkilerde “herhangi bir maceracılığı” engelleyen Türkiye devletinin geleneksel karakterinden kaynaklanmaktadır. Bu çerçevede Türkiye Dağlık Karabağ çatışmasına askerî müdahalede bulunmadı, ancak Ermeni güçlerinin Nahcivan’a doğru yürümesiyle askeri müdahalede bulunmak için yasal dayanak aramıştır. O dönemde özellikle kamuoyunda yaygın bir şekilde Azerbaycan lehine yapılan yayınlar ve yine kamuoyunun olası bir askerî müdahaleye sıcak bakabileceği bile ortadayken, Türkiye tek taraflı bir müdahalede bulunmaktan kaçınması özellikle not edilmesi gereken bir noktadır.

Sonuç
Sovyetlerin çöküşü sonrasında yaşanan siyasi gelişmeler, Türkiye’nin stratejik önemi daha çok arttırmıştır. Diğer taraftan ülkemizin coğrafi konumu ve yeni kurulan devletlerle olan tarihî bağları çöküş sonrasında Rusya dâhil bölgedeki birçok ülkeye sorunları da beraberinde getirmiştir. Ortaya çıkan yeni durumda Türkiye önemli bir bölgesel aktör konumundadır. Bu açıdan Türkiye’nin bölgedeki rolünü etkileyen durumların başında Ermenistan ile yaşanan sorunlar yer almaktadır. Ermenistan ile kara sınırı ve diplomatik ilişkilerin yeterince aktif olmaması Türkiye’nin Güney Kafkasya’daki etkinliğini azaltmakta ve Türkiye’yi bölgenin önemli bir kısmından tecrit etmektedir. Bu durumun temel sebebi olan Dağlık Karabağ çatışmasının Türkiye ile Ermenistan’ın hâlihazırda sıkıntılı olan ilişkilerini daha da gerginleştirdiği bir gerçektir. Bu açıdan Karabağ sorunu AB, ABD ve Rusya’nın politikaları açısından önem arz ettiği gibi dolaylı da olsa Türkiye’nin bu ülkelerle ve uluslararası kuruluşlarla olan ilişkilerini de etkilemektedir. Bu çatışmanın gölgesinde ne Türkiye ne de Ermenistan tarihî düşmanlıklarına son verecek ve diplomatik ilişki kurabilecek ortak bir zemin oluşturamamışlardır. Karabağ sorunu çözülmediği sürece iki ülkenin ilişkilerinin normalleşmesi mümkün görünmemektedir. Bunun yanında çatışma Azerbaycan petrolünün (ve şimdilerde gazının) taşınması için en ideal olan boru hattı yolunun, yani Azerbaycan-Ermenistan-Türkiye yolunun, kapanmasına yol açmıştır. Ancak mevcut tabloda bölgede gerçekleştirilen büyük enerji projeleri Ermenistan’ı devre dışı bırakmakta ve daha masraflı bir güzergâh olan Gürcistan üzerinden yapılmaktadır. Anlaşılacağı üzere, bu durum Ermenistan’ı bölgede izole etmekte ve Rusya’nın etki alanına itmektedir. Dağlık Karabağ sorununun barışçıl yollardan çözülmesi, Soğuk Savaşın sona ermesinin ardından etnik çatışmalar ve bölgesel savaşlar ile çalkalanan Güney Kafkasya’nın istikrarı için elzem gözükmektedir. Aksine bir durumda ise Türkiye-Azerbaycan ilişkileri olumsuz etkilenecektir. Azerbaycan ise hem tarihî bağlar hem de sahip olduğu zengin kaynaklar açısından Türkiye için önemli bir ülkedir. Azerbaycan’daki Ermeni işgalinin sona ermesinin hem Türkiye hem de Ermenistan açısından olumlu sonuçları olacaktır. Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı’nda görüldüğü gibi Yukarı Karabağ sorunu doğal zenginliklere sahip olmayan Ermenistan’ın bölgedeki fırsatlardan istifade etmesini de engellemektedir. Bu nedenle sorun çözülmeden Türkiye’nin Ermenistan’ın lehine atacağı bir adım Ermenistan’ın elini güçlendireceği gibi Türkiye’nin bölgedeki konumunu olumsuz etkileyecektir. Böyle bir güven ortamını oluşturmadan Türkiye’nin Ermenistan’la ilişkilerini geliştirmesini beklemek doğru olmayacaktır.